Bir delikanlının bana söylettikleri

Üniversite dönemlerini yaşayan gençleri izlemeyi, onları dinlemeyi, heyecanlarındaki o muhteşem dalgalanmayı, kendilerini muhatap alıp da vaaza yeltenmeksizin dinleyen birilerini bulduklarında yakalandıkları coşku fırtınasını çok seviyorum. Pırıl pırıl parlıyor gözleri, abdest görmüş tertemiz yüzlerinin boşluk bırakmaksızın her yanını kaplayan gülümsemelerden bir pay da bize düşüyor.

Kapatılmak istendikleri hangi kalıp varsa oradan taşıp dağılıyorlar dünyaya. Hesapların daima kendileri üzerinden yapıldığının farkındalığını ve buna rağmen diri tuttukları umursamazlıklarını bir arada koşturuyorlar onlar. Çığlıklarının üstünü örten sükunet hali yanıltmasın kimseyi, içlerinde büyüttükleri volkanı en iyi zamana sunmaya dair söz verdiklerinden haberiniz olmayabilir elbette.

Hız ve hazın ayartan çağrısına karşılık kahramanlarının siyah beyaz fotoğraflarına baktıklarında akıllarına düşürdükleri cümleler hatırına iyiler onlar, o güzel şiirden bir dize, eski bir mektuptan nasiplerine düşen bir cümle, tertemiz yaşanmışlıklardan bir öğüt, dost elinden cam bardağa dökülen bir çay, sustuğunda da kendisini dinleyen bir arkadaş, başı sıkıştığında sığınacağı bir –belki de yalnızca bir- kapı hatırına iyiler.

Öfkelendiklerinde yumruklarını sıkarlar onlar, alınlarına özensizce düşürdükleri perçemlerine doğru yolladıkları bir nefesle teselli bulurlar, gözleri dolar bir de, boğazları düğüm düğümdür, dudaklarını kemirmeye yeltenir dişleri.

O kızı severler, o kızı canım işte, hani o kimsenin göremediği deli dolu yanını gördükleri o kızı. İşte o an herkesleşmekten  sıyrılırken bulurlar kendilerini. Herkes gibi olamadıkları için terler elleri, ne diyeceğini bilememeler başlar, kurulan bütün cümleler dile gelemeden daha buruşturulup atılır oraya buraya, kız geçer gider gözlerinin önünden, ona yazılmış şiirler kalır geride hiç kimsenin görmediği, göremeyeceği.

Zannediyorum onlardan biriydi hemen sağımda oturan delikanlı. Ekrandan, gazetedeki yazılarından, şiirlerinden tanıdığı bir ağabeyiyle okulda çıkacakları dergi için ropörtaj yapıyordu. Sordukları sorular ele veriyordu kendisini. Özgüveni yerindeydi, sorularını özenle hazırlamıştı ve verilen cevapları ilgiyle dinliyordu.

İşini bitirdiğinde telefonundaki kayıt menüsünü kapattı. Vazifesini bitirmiş olmanın verdiği rahatlamışlıkla beraber “ağabey” dedi, “bize tavsiyelerinizi alabilir miyim eğer sizin için bir sakıncası yoksa”.

Aslında hemen “asıl biz senin bize tavsiyelerini alalım” demeliydim. “Ne yapmamız lazım” sorusunu sormalıydım. “Bize bir çıkış yolu göster” diye çıkışmalıydım. Ama olmuyor işte, olamıyor.

Şöyle şeyler söyledim sanıyorum;

“Hazır cümleleri terk edin kendi cümlelerinizin peşine düşün. Olağan vesilelerle bir araya gelin, birbirinizi bulun ve birbirinizin nerede duruyor olduğunun farkında olun, birbirinizi kaybetmeyin.  Yersiz yurtsuz olmayın, mekanlarınız olsun. Abartı şaibelidir, abartmayın, doğal olun, normalleştirin, basitleştirin, sadeleştirin. Gerginliğin lüzumu yok, rahat olun.”

Tüm bunları söylerken bizim jenerasyonun eline tutuşturulmuş olan hazır cümleler geldi aklıma. O cümleleri bugüne dek taşıya taşıya yorulduk her birimiz. Ne bir yaramıza merhem oldu bu cümleler ne de yitip gittiler. Cümleler olanca betonluğuyla duruyorken zihnimizde bir çıkış arayan naif çaresizliğimizle öylece kala kaldık hepimiz.

Mesela “kahrolsun Amerika” diye diye Amerikasız bir dünyanın mümkün olmadığına inandırıldığımızı nasıl anlatabilirim bu delikanlıya bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var; o delikanlıyı gördüğüm andan itibaren ümidimin artmış olduğu gerçeği. Ne olacak bu gençliğin hali cümlesini ise buruşturup duvar dibindeki o esmer çöp tenekesine fırlatıyorum.

İyi ki varsınız gençler.