Yetimhane müdürü Kurban Bayramı’nda henüz kendilerine bağışlanmış bir kurbanlığın olmadığını söylüyor. ‘Biraz evvel elimizdeki son yemeği de yedik çocuklarla. Siz gelmeden hemen evvel onlara ‘Yiyeceğimizin bitmesi sizi endişelendirmesin, Allah bize mutlaka bir kapı açacaktır, bizi rızıksız bırakmayacaktır’ diyordum’ diyor.
2010 yılının Kurban Bayramı vesilesi ile İHH adına Filipinler Moro’dayız. Bayramın ya ilk günü ya da ikinci günüydü sanırım. Uzun ve geniş yapraklarıyla yüksek ağaçların arasından geçiyoruz. Aracımız bir o yana bir yana devrilecek gibi oluyor bu bozuk patika yolda. Sağlı sollu etrafımızı saran sık ormanın içinden sanki her an bir vahşi hayvan çıkacakmışçasına adrenaline bulanıyoruz. Yolun sonu büyük Hindistancevizi ağaçlarının altındaki bir meydana çıkıyor. Meydanda birkaç dalla örtülü derme çatma üç dört ev var. Çırılçıplak çocuklar arabanın sesini duyunca geçici bir tedirginlik yaşıyorlar. Bir duman yükseliyor. Ateşin üzerinde kara bir kazan var, içinde su kaynıyor. Selam veriyoruz, selam alıyoruz.
Moro’da yerlerinden edilmiş Müslümanların kendilerine mekân tuttuğu kampların güzergâhları üzerinde, bir anlamıyla kavşak noktası burası. Aşağıda genişçe bir nehir akıyor. Nehrin suyunun daha duru ve sakin aktığı ve zaman zaman göletler oluşturduğu bir noktada bir kadın günlük temizliğiyle meşgul. Önünde birkaç kap kacak, birkaç çamaşır filan var. Kadının çocukları çığlık çığlığa oynuyorlar suyun içinde. Kurbanlarımız kesiliyor, emanetler yerine ulaşıyor, nehrin tadını çıkaran çocuklarla uzun uzadıya vakit geçiriyoruz.
Hava kararmak üzere, vakit tamam, helalleşip ayrılıyoruz. Hava kararmadan ormanı terk etmek zorundayız. Hele bir de yağmur yağacak olursa işimiz iyice zorlaşacak.
Orman içinden tam normal yola çıkmak üzereyken sağımızda beliren bir binayı fark ediyoruz. Mihmandarımız Cafer bu binanın ‘İbn-i Teymiyye Yetimhanesi’ olduğunu söylüyor. Akşam ezanı da okunuyor bir yandan. İHH adına bölgede bulunuyor olmanın bir getirisi belki de, tam da şimdi burada olmamız lazım diyerek çat kapı giriyoruz içeriye. Hava karanlık, birkaç sarı lambanın aydınlatmaya yetmediği bir büyük okul var içeride.
Birkaç çocuk namaza durmak üzere. Gençlerden biri öne geçmiş imamlık yapıyor. Peşlerine takılıyoruz biz de; ‘döndük kıbleye, uyduk hazır olan imama, niyet ettik Allah rızası için akşam namazını kılmaya; Allah-u Ekber!’
Duvarlarında tek bir tablo, süsleme, saat ya da başka bir şeyin olmadığı bir mescitteyiz. Mihraba iliştirilmiş sarı bir lamba caminin aydınlanmasına yetmiyor. Zemin bildiğimiz beton. Yumuşacık halılar üzerinde namaz kılmaya alışmış ayaklarımız biraz zorlanıyor. Çocukların ayaklarında oluşmuş nasırların sebebi de ortaya çıkıyor böylece.
Akşam namazını bitirdiğimizde çocuklar sarıyor etrafımızı. Hocaları da geliyor. Tanışıyoruz. Durum ilginç tabi. Akşamın bu vaktinde, bir araçtan inen onca insan, saflarının arasına karışıyor ve kendileri ile namaz kılıyor. Ayaküstü başlayan sohbetimize yürüyerek devam ediyoruz.
Bulunduğumuz yer aslında bir okul. Civardaki köylere hizmet veriyor. Bir yandan medrese usulü bir müfredatı takip ederlerken diğer yandan ülke koşullarındaki müfredatı da uyguluyorlar. Bin kadar kızlı erkekli öğrenci bu okulun müdavimiymiş. Bir de yetimler var. Çeşitli yaş gruplarındaki yetimler bir yandan burada öğrenimlerine devam ediyorlar diğer yandan da burada kendileri için tesis edilmiş yatakhanelerde kalıyorlar.
Yetim deyince ister istemez bir hüzün kaplıyor her yanı. Gök yere iniyor, yer göğe çıkıyor sanki. Kasvet, karamsarlık ve biraz da çaresizlik ve umutsuzluk… Hz. Peygamber geliyor aklıma böyle zamanlarda. Geri dönülemez bir şekilde annesiz ve babasız kalışın boğazda oluşturduğu bir kördüğüm var. Yutsan yutulmaz, çıkarmak istesen çıkmaz.
Hiçbir yetimle baş başa kaldığınız oldu mu bilmiyorum. Bu konuda bir gözlemim vardır benim. Yetim çocuk, başında, saçlarında dolaşacak bir eli kollar her zaman. Sizde bir güven ışığı yakalarsa, gözlerinizde bir umut hissederse, ellerinizden emin olursa hiç tereddütsüz ama belki biraz tedirgince yanınıza yaklaşır. Başı elinize düşer kendiliğinden. Boğazındaki yumru yumuşar, yumuşar, yumuşar… Ve doğrudan şu soruyu sorarsınız kendinize; bu el neden benim elim olmasın?
Camiden çıkınca sağ tarafta kapısı olmayan bir geniş oda var. Mutfak burası. İçeriye girince boş konserve kutuları, sönmeye yüz tutmuş bir odun ateşi ve beton duvar karşılıyor bizi. İçinde birkaç pirinç tanesi kalmış boş pirinç çuvalı teyit ediyor her şeyi.
Mutfağın tam karşısında, kızların kaldığı bölüm var. Kızlara ait bölümün hemen karşısındaki odada yetimlerin sorumluluğunu omuzlayarak yetimlerin koşullarında kalmayı tercih etmiş bir aile mevcut. Bu karı koca yetim çocukların her şeyi olmuş durumda. Anne, baba, öğretmen, yol arkadaşı, dert yoldaşı…
Çocuklar hemen ranzalarının dibine çökerek ikili sıra oluşturuyorlar. Gülümsemelerini seçebiliyoruz. Biraz utangaç, biraz ürkekler ama çokça sevinçliler. Bunu okuyoruz yüzlerinden. Loş ışık altında selamlaşıyoruz kızlarla. Lokumları çıkarıyoruz çantamızdan. Kızlardan biri bize Kur’an-ı Kerim okuyor. Dalıp gidiyoruz.
Hemen dışarıda erkek çocuklar yaktıkları bir ateşin etrafında oturuyorlar. Sohbet ediyoruz çocuklarla.
Yetimhane müdürü Kurban Bayramı’nda henüz kendilerine bağışlanmış bir kurbanlığın olmadığını söylüyor. ‘Biraz evvel elimizdeki son yemeği de yedik çocuklarla. Siz gelmeden hemen evvel onlara ‘Yiyeceğimizin bitmesi sizi endişelendirmesin, Allah bize mutlaka bir kapı açacaktır, bizi rızıksız bırakmayacaktır’ diyordum’ diyor.
Cebimde arkadaşlarımın, seyahate çıkmadan evvel elime tutuşturdukları bir miktar para var. Bir yetimin cebine harçlık, kurban kesilmemiş bir yerde ihtiyaç duyulması halinde kesilecek bir kurbanın satın alınması için her an hazırda duran bir meblağ, bir ihtiyaç sahibinin ufak tefek ihtiyaçlarının giderilmesini teminen yapılabilecek harcamalar mukabilinden paralar işte. İki büyükbaş hayvanın alımı için cebimdeki kadar paraya ihtiyaç varmış meğer. Parayı makbuz karşılığında teslim ediyoruz yetimhaneye.
Derken şiddetli bir gök gürültüsü düşüyor üzerimize. Ormanın sesi derinleşiyor iyiden iyiye. Şimşekler yetimhanenin her yanını aydınlatacak kadar yakınımızda. Yağmurun kokusu kendisinden evvel düşüyor yanımıza, yöremize. Apar topar araçlara biniyoruz. Ortalıkta tek bir çocuk kalmıyor. Ardımızdan sallanan birkaç ele dönüyor yüzümüz. Camı açıp sesleniyoruz dışarıya; “Yine geleceğiz! Söz!”
Yağmur şiddetleniyor. İstanbul düşüyor aklıma, evim düşüyor ve arkadaşlarım. Kontrol noktalarından geçiyoruz tek tek. Ay ışığı silahların gölgesini üzerimize düşürüyor ıslak camdan. Yağmurun tıkırtısı tanıdık tınılara dönüşüyor zihnimde. Arabanın içine bir sessizlik hâkim. Duygu yoğunluğundan olsa gerek, kimse birbirinin yüzüne bakamıyor.
Bir uzun gece var şimdi önümüzde. Üzerimize örtü yapacağımız bir gece. Bir düş olup dünyamıza düşeceklerin hayaliyle uykuya dalıyoruz El Manuel Otel’de…