Beyrut sokaklarında kaybolmuşluğum var benim

Yoğun programımızdan kendim için artırdığım sadece iki saatlik bir zamanım var. Sırtımda çantam, elimde Beyrut haritası Beyrut caddelerine bırakıyorum kendimi. Cep telefonumdaki navigasyon programı vasıtasıyla nerede olduğumu daha ne kadar yolumun kaldığını ölçebiliyorum. Hızlı adımlarla tarihi bölgeye ulaşma niyetindeyim.
Sanayeh Bölgesi’ndeki Sanayeh Public Garden ismiyle bilinen parkın kalabalığını, tarihi Beyrut binalarının eski yüzlerini canlandıran rengârenk saksı çiçeklerini geride bırakarak hemen hepsi aynı bölgede bulunan, Lübnan Parlamento Binasını, Saint George Maronite Katedrali’ni, Muhammed’ül Emin Camii’ni, Roma Kalıntıları’nı, Özgürlük Meydanı’nı, Hamra Caddesi, Hazreti Ömer Camii’ni, Emir Assaf Camii’ni, Saat Kulesi’ni, Mono Caddesi’ni, Solidere Sokaklarını, Roma Hamamı Kalıntıları’nı, Beyrut Belediye Binası’nı, Yıldız Meydanını ve bu meydandaki Abdülhamit Han anısına yaptırılmış Saat Kulesini geziyorum.
Oldukça kısa bir zamanda bu kadar fazla yeri gezebiliyor olmaktan dolayı çok mutluyum doğrusu. Fakat kendime ayırmış olduğum süreyi doldurmuş durumdayım. Bize söylenene göre otelden bizi tam da bu saatlerde almaya gelecekti Lübnanlı arkadaşlarımız. Hemen bir taksiye binerek otele doğru yola düşebilirim ama yapmıyorum. Yürüyerek başladığım bu yolculuğu yine yürüyerek tamamlamak zorunda olduğumu öğütlüyorum kendime. Risk aldığımın farkındayım.
Geldiğim güzergâhı olduğu gibi takip ederek geri dönebilirim ama bu yeni bir şeyler görmemem anlamına gelecek. Öyleyse bir başka güzergâh üzerinden dönüşümü planlamalıyım. Öyle de yapıyorum. Bu defa haritasız ve navigasyonsuz hareket edeceğim. Yön tayini yaparak otelin bulunduğu istikameti belirleyerek Beyrut’un o eski ve dar sokaklarına giriş yapıyorum.
Nefes nefeseyim. Yürüyorum, sokak bitiyor, sağa ya da sola dönerek bir başka sokağa geçiş yapıyorum. Yönümü yitirmemem lazım. Şiilere ait camilerin olduğu bölgelerden Sünni nüfusun yaşadığını tahmin ettiğim bölgelere geçiyorum. Zaman zaman bir tarihi bina tarafından kesiliyor yolum. Zaman zaman çok başka bir yöne gittiğimi fark ediyorum. Sanırım kaybolmuş durumdayım.
Sırt çantamdan çıkardığım haritadan yerimi tespit etmeye çalışıyorum ama öyle sanıyorum ki turistler için hazırlanmış bu haritada bir turistin gitmeyi tercih etmeyeceği bu bölgeler yer almıyor. Navgasyonumu açarak bulunduğum noktayı tespit ediyorum. Harita üzerinde görünen cadde isimlerine nasıl ulaşabileceğimin hesabını yaparak ilerliyorum. Ama sokak yine sona eriyor, yine bir sağ bir sol yaparak ilerlemeye çalışıyorum, olmuyor.
Terden sırılsıklam olmuş durumdayım, adımlarımı hızlı atmak ve bir an evvel otele ulaşmak zorunda oluşum iyiden iyiye nefes nefese bırakıyor beni. Akşam ezanları düşüyor sokaklara. Bir motorlu kuryeye, sonra bir güvenlik görevlisine, bir de bakkala otelimin bulunduğu yere nasıl ulaşacağımı soruyorum ama herhangi bir anlamlı cevap alamıyorum.
Birdenbire, çok tanıdık gelen bir caddeye çıkıyor yolum. Evet işte tam karşı tarafta ilk gece Mahmut ile yemek yediğimiz restoran duruyor. Caddeyi soluma alıp cadde boyu koşarcasına yürüyorum. Otelin X-ray cihazına sırtımdaki çantamı bıraktığımda aslında ılık esen rüzgarın çantanın kapattığı bölgeyi üşüttüğünü hissediyorum. Asansöre bindiğimde aynadaki yüzümle karşılaşıyorum, saçım başım dağılmış, yüzüm kıpkırmızı. Ağzım kurumuş vaziyette. Odaya girdiğimde Fatih’i odada görüyorum. ‘Hayırdır, gelmediler mi’ diye soruyorum Fatih’e. ‘Hayır abi, bekliyorum’ diyor. Organizasyondan aşırdığımı düşündüğüm fazla zaman da bana kalmış durumda böylece. Bu beni mutlu ediyor tabi. Ama bir de şöyle bir yanı var bu sürprizin, bu kadar gecikeceklerini bilseydim Eski Beyrut’un daha fazla tadını çıkarabilir ve neredeyse elimin altındayken görmeyi ertelediğim yerleri görebilirdim. Bu da hafiften bir kızgınlık vesilesi oluyor işte. Yapacak bir şey yok, Beyrut’tan hanemize yazılan nasip bu kadarmış.
Akşam namazı için hazırlık, üst baş değişikliği, alınan notlar sonrasında epey bir zaman geçtikten sonra telefonumuz çalıyor.
Tazelenmiş, yenilenmiş ve aç olarak aşağıdayım bu defa. Sadakataşı Derneği’nin Lübnan’daki çözüm ortaklarından GAWS Derneği’nin yönetim kurulu üyesi Nebil geliyor bizi almaya. Özür diliyor gecikme için. Özür dileyecek bir şey yok aslında. Bir bayram günündeyiz neticede. Ve bayramı garip gurabaya bayram yaşatmak için feda etmiş insanlar bunlar. Üstelik bu gecikme bir miktar da olsa benim Beyrut’u kaybolurcasına bir anlamda ‘özgürce’ yaşamama vesile olmuş durumda. Durumu böylece anlatıyoruz kendisine. Mutlu oluyor netice itibarıyla. Önce Beyrut’un meşhur sokak lezzetlerini sunan Barbar isimli mekâna ulaşıyoruz. Sonrasında Korniş bölgesinde Güvercin Kayalıkları’na karşı bir kafede oturuyoruz. Nebil, Fatih, ben ve bir de günün erken saatlerinde bizi Baalbek’e götürüp getiren Ahmed, bir masanın etrafındayız. Lübnan’ı her şeyiyle ama her şeyiyle konuşuyoruz. Edebiyattan, müziğe, Filistinli mültecilerden Lübnan iç savaşına, Türkiye’deki siyasetten Lübnan siyasetine, ailelerimizden arkadaşlarımıza kadar her şey. Hem onlar Türkiye’yi çok iyi biliyor hem de biz Lübnan’ı. Şaşırıyor muyuz, elbette hayır.
-devam edecek-