Kültürel hegemonyayı temsil eden beyazların, AK Parti iktidarlarıyla birlikte büyük bir itibar ve dolayısıyla kan kaybına uğradıkları malumdur.
Sadece gerici bir eylem olarak Gezi Eşkıya Kalkışmasındaki taleplerine bakmamız bile beyazların bu itibar ve kan kaybının boyutlarını gereğince görmemize yeterli gelecektir.
Öte yandan beyazları temsilen sözüm ona kimi siyasilerden, gazetecilerden, sanatçılardan yükselen “Yetiş Avrupa, Türkiye’deki çocukların zor durumda” yollu gündelik feryatlar da onların geldikleri yol ayrımını yeterince gösterecektir.
Başkanlık tartışmaları, AK Parti’nin olağanüstü kongre kararı alması, yeni kabinenin oluşması, bölgemizdeki sıcak savaşın yol açtığı gerilimler… nedeniyle beyazların söz konusu feryatlarını duymasak da, onları duyan bizden birilerinin olduğunu ve bundan etkilendiklerini bilmek zorundayız. Örneğin Mısır, Cezayir, Tunus ve Fas gibi büyük çoğunluğu Fransızca, İtalyanca konuşan Müslüman beldelerde Batı medyasının ülkemiz ve insanımız hakkında yarattığı olumsuzluğu ciddiye almak zorundayız.
Bu manada beyazların yol ayrımı dediğim şeyin aslında, nasıl olup da bir tür mandacılık imtihanına dönüştüğünü göz ardı etmemeli ve o psikolojiyi de iyi analiz etmeliyiz.
Beyazlar ne istiyor?
Beyazlar (kendileri açısından bakıldığında) aslında çok şey istemiyorlar. Sadece ilk kazanımlarının iadesini istiyorlar.
Neydi ilk kazanımları?
Demokrasi’nin, Batılı efendilerinin bu ülke halkına layık gördüğü düzeyde uygulanmasını; bunun gereği olarak ne zaman ve hangi şartlarda bir seçime gidilmiş ve sonucunda halk kimi tercih etmiş olursa olsun, gerçek seçimi kendilerinin yapmalarını istiyorlar. Diğer bir söyleyişle halkın beğendiği kişilerin değil, kendi seçtiklerinin halk tarafından beğenilmesini, güya çağdaşlaşmanın, ilerlemenin bir şartı olarak kabul edilmesini arzuluyorlar.
Dolayısıyla, hakimi oldukları kurum ve kuruluşlardaki varlıklarının sürmesini, Batılı olmakla apriori olarak kazandıklarını düşündükleri aydın statüsünün tartışmasız olarak devlet desteğiyle yaşatılmasını ve belli aralıklarla devlete satacakları güya sanat ve kültür ürünleriyle hayatlarının maddi planda da garanti altına alınmasını kendileri için bir hak olarak görüyorlar.
Bunlar karşılığında, zora düştüklerinde yöneticilere, kendi içlerinden sadakatleri Batı tarafından onanmış yol göstericiler tayin etmeye devam etmek istiyorlar. Şartlara ve ortaya çıkan sorunun cinsine göre örneğin bir Sabih Kanadoğlu’nu, Murat Belge’yi, Hasan Cemal’i, casus karakterli Can Dündar’ı, olmadı uluslararası ün kazandırılmış Orhan Pamuk’u sahneye sürüyorlar.
Hatırlayalım, Murat Belge, 7 Haziran’daki seçimin sonuçlarıyla sevindirik olmuş sünnet çocukları gibi şapşal şapalak sokağa düşenleri, belirttiğimiz manada şöyle uyarmakla kalmamış, onlar için hemen bir istikamet de belirleyivermişti:
“Ben Türkiye’de yaşaya yaşaya karamsar olmayı öğrendim. Ama ilk kez HDP’nin barajı geçme durumuyla umutlandım, mutluyum. Bu sonuç, büyük ölçüde Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı seçim kampanyasının sonucudur. Tayyip Erdoğan, bunu da değerlendirmekte zayıf kalacaktır ve birçok akıl dışı şey yapacaktır. Uzun boylu düşünmesi bile dehşet veriyor. Muhalefette olan üç parti, bir şekilde geçici koalisyon kurup, 17 Aralık yargılamalarını başlatmalıdır. En makulü budur.”
O gün Murat Belge’ye ihtiyaç vardı, sahneye o sürüldü. Bugün de Orhan Pamuk’a ihtiyaç var ve işte sahneye o sürülüyor.
Bunu da hatırlatalım: Orhan Pamuk, geçtiğimiz günlerde Hollanda Televizyonu’ndaki Nieuwsuur adlı programda, Kafamda Bir Tuhaflık adlı kitabı üzerine konuşurken, Türkiye’de düşünce ve basın özgürlüğüne yönelik baskıların endişe verici olduğunu belirterek, kendisi için değil ama ülkesi ve laik arkadaşları için korku duyduğunu, Avrupa ülkelerinin, insan haklarının ihlalleri konusunda Türkiye’ye karşı daha sert tavır almaları gerektiğini söyledi.
Orhan Pamuk’u nasıl bilirsiniz?
Orhan Pamuk, yani Nobelli romancı.
İlk kitabı Cevdet ve Oğulları’yla romancı olduğunu ispat edebilmiş biri olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur. Tıpkı, bunun sonrasında, çalışmaya başladığı Batılı ajansların yönlendirmesiyle, yerli bir Oryantalist olarak (elbette hiç kimse ondan bir Joseph Conrad asaletini, ciddiyetini beklemedi ve beklemiyor) yazdığı turistik romanlar sayesinde ve dolayısıyla Batılıların çok hoşuna giden sanat ambalajlı muhbirlikleriyle Nobel’e erişmesindeki gibi…
Pamuk, Anadolu’da doğmasını ve yaşamasını sanki coğrafi bir kaza imiş gibi sunabilen ve özellikle Nobel’i aldıktan, diğer bir söyleyişle pasaportu çiftleyip, muhtelif vizeleri garantiledikten sonra zamanının dörtte üçünü Türkiye dışında geçirerek, bizden olanlardan olmayan ama bizden olmayanlardan da olmayan biri haline gelmiştir.
Bugün ise vatansız bir vatandaş edasıyla, Türkiye’ye muhtaçlığı olmadığını vurgulu bir şekilde söylemeyerek, Türkiye’deki beyazlar adına Batı’dan himmet dilenen biri olma rolünü üstlenmiştir.
Nedir Pamuk’un Batı’dan talep ettiği?
Birincisi: Ülkesi ve laik arkadaşları için duyduğu gelecek korkusunun Batı’nın müdahalesiyle sona erdirilmesi.
İkincisi: İnsan kıyımında büyük tecrübeye sahip Batı’nın, insan hakları bahanesiyle Türkiye’ye fiili bir müdahalede bulunması.
Bunun tam adı ise: Yeni nesil mandacılıktır.
Tanzimat’tan beri var olan aydın kompleksinin bir beyaz itirazı olarak yeniden şekillenmek suretiyle, Batılılara “Anadolu insanı kendi başına adam olamıyor; siz onu köleleştirerek adam edin” yalvarışına evrilmesidir.
Bunu da içkin olmasına rağmen, kendi ülkesini şikayet etmekten, kötülemekten ibaret değildir. Çünkü onu, CHPlileri temsilen Kemal Kılıçdaroğlu ve yerli diktacıların(!) kıskacından büyük bedeller ödeyerek(!) kurtulup, soluğu Batıda alabilen milletvekilleri ile gazetecileri yeterince yapıyor (bkz. CHP Sözcüsü Selin Sayek Böke ve FETÖ’ye yakınlığıyla bilinen gazeteci Amberin Zaman’ın, New York’ta Türkiye’yi şikayeti, Yeni Şafak, 10 Nisan 2016)
Pamuk’un da tam istediği, AK Parti iktidarlarında itibar ve kan kaybına uğrayan beyazlara (ve sıradan insanlar da olsalar laikçi olmalarıyla önemli hale gelenlere) onların babaları olarak gördükleri Batı’nın fiili olarak sahip çıkmasıdır.
Murat Belge’den Orhan Pamuk’a kadar bu bağlamda konuşan hemen herkesin “ülkem” vurgusuyla öteledikleri bir yapıya “iyilikte bulunmak” istediklerini belirtmeleri dikkat çekicidir. Öte yandan başta laiklik/laikçilik olmak üzere miadını doldurmuş eski sorunları kaşıyarak, Batılıların siyasi belleklerinde yer etmiş hususları yeniden güncelleme derdine düştükleri de aşikardır.
Her iki durumda da ortaya çıkan gerçek, itibar ve kan kaybına uğrayan beyazların, son bir can havliyle mandacılıkta karar kılmış olmalarıdır.
Bunun siyasi literatürdeki ve uluslararası hukuktaki tam karşılığı vatan hainliğidir. Ancak Batıcılar tarafından (hem de tam bugünlerde Suriyeli mültecileri açlığa ve ölüme mahkum eden) Batı’dan talep edilen şeyler olmakla güya sevimli, hümanist bir talep haline getirilmiş olunmaktadır.
İşte bizim de bu üç buçuk feryatçı, velveleci, çığırtkan, vatan haini beyazı sıcağı sıcağına ifşa etmemiz, yerlilik adına hakkımızdır, ertelenemez ve ötelenemez bir vatandaşlık görevimizdir.