Bazı insanlar vardı semtimizde. Hiç tanımadığım, adını sanını bilmediğim. Aynı semtte oturduğumuz için yolda, durakta, otobüste, pazarda filan karşılaşırdık. Bunlardan bazılarıyla ilk karşılaştığımda ya da onları ilk fark ettiğimde ben çocuktum, onlar da genç. Zamanla ben büyüdükçe, onlar yaşlandı, ben yaşlandıkça onlar görünmez olmaya başladı.
Şimdi hemen aklıma gelen üç-dört sima var böyle. Sessizce, efendiden birini hatırlıyorum. Ben okula, o işe giderken, aynı saatlerde, aynı köşe başında, aynı yol ortasında randevulaşmış gibi buluşur, birbirimizin hayatına sessizce girdiğimiz bu kısa temas anından sonra, yine birbirimizin hayatlarından sessizce çıkardık. Araya giren tatiller ve fasılalar sebebiyle, onu bazen aylarca, yıllarca görmediğim de olurdu. Ama sonra yine birden karşılaşıverince, ilişkimiz kaldığımız yerden devam ederdi. Hâlâ bazen görürüm kendisini. Karşımda, hikayesini hiç bilemediğim, aklından geçenleri kestiremediğim, ev halini tahayyül edemediğim ama otuz senelik bir takip mesafesinde kilo aldığına, sakalının ağardığına, çevik yürüyüşünü bozan bir ayak sürümenin belirdiğine şahit olduğum biri var. Geçirdiği bir rahatsızlık (ankilozan spondilit) sebebiyle artık iki büklüm. Benim hikayemin sessiz kahramanlarından biri o. Sessiz kahraman diyorum ama bir cenaze sebebiyle bir kez tesadüfen bir araya geldik. İlk defa sesini duyunca, sokaktaki asfaltla ilgili kurduğu birkaç cümle sebebiyle, onun gerçekten var olduğuna, benim kurgum olmadığına neredeyse şaşırarak şahit oldum.
Tahsil hayatım ailemden uzak geçtiği için, birkaç şehrin otogarı ve istasyonu, evimizin salonundan daha sık gördüğüm yerlerdi. On bir yaşında yatılı öğrencilik kariyerime başladığımda, o da otogarda yirmili yaşlarında bir değnekçiydi. Fakir Türkiye’nin, köhne bir şehrinin, döküntü bir otogarında, yolcuları kollarından yakalayıp çekiştiren, onları bir takım otobüslerin içine tıkmaya çalışan bir delikanlıydı. Parlak rugan ayakkabı, jilet gibi ütülü (genellikle siyah) pantolon, yakası açık şık gömlekler, boyunda ince altın zincir, geniş tokalı kemer. Sosyal bir iş yaptığının farkında bir özenle, kendini beğendiğini hissettirerek çalışırdı. Orta yaşlı göbekli şoförlere takılır, hafif çatallı iri sesi peronlara saçılır, efendilikle çirkeflik arasında bir orta yolu tutturmaya çalışarak koştururdu. Ben sınıf geçtikçe o da, bıyıklandı; ben sınıf geçtikçe o göbeklendi, saçları döküldü. Peronlarda yolcuya sırnaşmaktan, yazıhanede bilet kesmeye terfi etti. Sesi duyulmaz oldu, durgunlaştı, bir gaileyle beli büküldü. O havai gençten taşan neşeden ve delişmenlikten eser kalmadı. Hayatımız sessizce ve hep bir takip mesafesini gözeterek kesiştiği için, neler olduğunu bilmeme imkan yoktu. Bir hastalık, bir ayrılık, bir kayıp, bir evlat acısı, bir kavuşamama. Bunu hiç bilemedim.
Şimdi aynı öyküyü tersten okuyorum. Muhtemelen ben de yaşadığım semtte bazı çocukların hayatlarına sessizce giren ve onların gözlerinin önünde değişen, yaşlanan biriyim. O hayatlardan yine bir gün sessizce çıkacağım. Onlardan bir tanesi, kendi hikayesinde bana belli bir rol vermiş olacak: Ağaçları inceleyerek yürürdü… Mevlevihanenin önünden geçerken belirgin biçimde yavaşlardı…Sigarayı bırakmıştı…
İlginçtir, ben hala hikayeme sessizce girmiş olan ve yaşlanan kahramanlarımı ilgiyle takip etmeyi sürdürüyorum ama kimlerin hikayesine girmiş olabileceğimle ilgilenmiyorum. Dikkatimin yitip gitmekte olan, sönmekte olan, ölmekte olana yönelik olduğunu görüyorum.
Ya da şöyle söyleyeyim: Bu kahramanlarım, benim için şu yalan dünyanın hakikaten yalan olduğunu söyleyen birer öğütçü gibi oldular. Dünyanın fani olduğu nereden belli? O değnekçinin yaşlanmasından belli. O (hadi bir de isim yakıştırayım) Hikmet abinin belinin bükülmesinden, aynı durakta yıllardır karşılaştığım ötekinin eline almaya başladığı bastondan belli. Berikinin cumaya artık torununun kolunda gelmeye başlamasından belli.
Senelerce takip mesafemde kalarak, yıllarca çevremde bulunarak, her Allah’ın günü karşıma çıkarak, faniliği, yaşlanıp tükenmeyi, tükenip sönmeyi, toprağa doğru eğilmeyi bana günbegün gösterdiler. Müteşekkirim miyim? Evet.
İnsanın kendisinde ve ailesinde bu faniliği bu kadar kesin biçimde gözlemlemesi kolay değil. Her günkü değişimi göremeyiz. Ama senelerce hayatımızda kalan ve bizim arada bir gördüğümüz, bazen görüp bazen gözden yitirdiğimiz nispeten “uzak” birilerinde bu değişim daha belirgindir. Aslında birbirimizin gözleri önünde fanileşen, parça parça ölen, gün gün yitip giden, faniliğe doğru olan hayat eğrisinin bir temsilini oynayan insanlarız.
Fanilik insana ve dünyaya apaçık bir mühür gibi vurulu. Bu mührü okunaklı bulup bulmamak, yazılı olanı söküp sökememek bizim meselemiz.