“Benim dedem de bir şeyhti”nin sosyolojisi

shutterstock_315587858

Tabii ki isim vermeyeceğim ama zihnimi şöyle bir yokladığımda, hemen aklıma onlarca tanıdığım örnek, bir düzine aşina yüz geliveriyor. Doğal olarak çoğu da orta yaşın üstünde büyüklerimiz: Çok sevdiğim teyzeler, hanımefendiler, saygıdeğer amcalar, beyefendiler. Dedeleri müftü, alim, şeyh ya da zakirbaşı olanlar; ellerinde dedelerinin hatıraları olan icazetnameler ve silsilelerle, birkaç parça eski yazı evrakla, derviş çeyizi kabilinden üç beş emanetle avunan şeyhzadeler…

Birçoğunun ortak yanı, ilim ve irfan muhitlerinden kesbettikleri özenli beşeri ilişkileri, bu özene eşlik eden bir görgü. Dedeleri, babaları çoğunlukla, mertebelerine denk üyelerden oluşan bir muhitte yaşamışlar. Dolayısıyla, evlerine girip çıkanlar, küçükken dizlerine oturdukları aile dostları da eski dünyanın ilmiyye ve sufiyye tabakasının seçkinleri: Zehir alimler, çelik hafızlar, çelebi şairler, dahi hattatlar…

Türkçeleri şekerli, hafif baharatlı ve nasıl denir, biraz gevrek. Çıtırdıyor, pişmiş hissi veriyor. “Hörmet” ediyorlar, “iktiza eder” diyorlar, “sevmişti zahir” gibi Tanzimat romanlarına layık cümleler kuruyorlar. Fotoğraf albümlerindeki yüzlerin birçoğu arşivlerde yer alası yüzler. Amca diye bahsettikleri isimler üzerine akademide tezler yapılıyor.

Geleneksel sanatları belediyelerin kurslarında öğrenmemişler. Gerçi çoğunlukla uygulamayı da bilmiyorlar ama bu sanatlara karşı içeriden, içten, öğrenilmemiş, işin maddesine, özüne yönelik bir sevgileri var. Evlerindeki küçük koleksiyon üzerine yapılan kim bilir hangi mütalaalara şahit oldular; konsolun yanında asılı karalama bizzat Süheyl Ünver tarafından annelerine hediye edilmiş; beriki hilye-i şerifin kim bilir nasıl bir hatırası var. Evet, hatıra. Onların, geleneksel dünyaya dair hatıraları var. Bu levhalardaki yazıları okuyamıyorlar ama yeniyetme bir hoca çıkıp da okuyuverdiğinde, yedi yaşlarının tel fırçalarla ovulmuş tahta merdivenlerinin kokusu, hac’anenin enam cüzünden yayılan lavanta kokusu burunlarını basıyor. Bu kokuya binip, “kültür ve medeniyetimiz” denilen kurguya değil, hakikaten yaşanmış bir hayata gidiyorlar.

Kendi çocuklarına daha moda isimler koymuşlarsa da kendi isimleri zengin hikayelere sahip. Tefe’ül sırasında bir Hafız divanında rastlanan bir beytin verdiği ilhamla konan da var, şeyh babanın şeyhinin ismi olan da. Ama mutlaka manidar, ama kesinkes İslam: Âbidin, Cüneyd, Nahide ya da Müşerref.

Bazıları var ki, dedelerinin, babalarının geçmişlerini gizlemiş, müsait bir vakit gelinceye değin kendisi de pek hatırlamamış. Torunları ne az şey biliyor bu geçmiş hakkında. Çoğunlukla göbek adlarını oluşturan bu saygın ve mutantan dede ve nine isimleri, asıl isimlerinin gölgesinde zamanla silikleşmiş. Kayra, Muazzez’i; Umut, Bahaddin’i görünmez kılmış.

Bir temizlik esnasında elden çıkartılan “Eski Ev”in çatı katındaki hatıralar, müzayede lafını duyan bazılarının hafızalarında mahcupça parlayıp sönüyor.

Hanım olanlar arasında başörtülü olanı tek tük. Hemen hepsi iyi okullarda iyi eğitimler almışlar. Çocukları da öyle, torunları da. Yetiştikleri muhitin ve taşıdıkları kanın sağladığı zihinsel ve duygusal avantajları da onlara yardım etmiş. Doyurucu, mutmain, kanaatkar ama zengin bir mesleki hayatları olmuş.

Ağızları dualı, gönülleri imanlı, gözleri yaşlı. Kabe’ye, İstanbul’a, evliyaya, Kitab’a hürmetliler. Son temsilcileri hala aramızda. Ama dikkat lütfen, son temsilcileri bunlar.

Bu zümrenin bir sosyolojisi yapılmadı, romanı yazılmadı, çetelesi tutulmadı. On yıllarca sağcı-muhafazakar sayılarak ne İslamcılara, ne de solculara yaranabildiler. Ülkücüler içinse, pek tutuk, pek ürkektiler. İçlerinden solcular da çıktı. Ama o durumda bile kendilerine özgü bir solculukları vardı: Türk solu için bir imkan olabilirler miydi? Aslında doğal siyasi çevreleri dindar siyasetçilerin yanıydı. Ama Nurculuk da dahil olmak üzere, taşralı bir muhalefet hareketi olan İslamcılık onlara biraz yabanıl, çoğu kez de Arap geldi; onlar da İslamcılara tavizkar, sağcı, belki biraz da hımbıl.

Bu sosyolojik soruşturmanın başlangıç soruları şunlar olmalı: Babaları niçin bu çocukları kendileri gibi yetiştirmemişti? Niçin onlar gibi ehli tarik olmadılar? Mesela alternatif bir ev medresesi yerine, niçin modern okullarda okutuldular? Dedeleri iç odalarda yaptıkları hatme-i hacegana niçin onları almadı? Rahleleri, alfabeleri, tekkeleri, ayinleri ellerinden alınmış mağdur dedeler, niçin torunlarına bir intikam duygusunu geçirmedi de, onları yeni düzene itaatkar vatanperverler yapmaya uğraştı? Bir tercih eşiğine gelen babaları, niçin eski dünyayı değil de, yenisini tercih etti? Sebep korku muydu, horantayı koruma endişesi mi, ulül emre itaat telakkisi mi? Yoksa bizim bugün, zihnimizde yer etmiş ideolojik mülahazaların kuşatamadığı ve tanımadığımız bir refleks mi?