Bazı şeyler var ki, bunları küçük vakalar, muhataplarını da küçük insanlar sayarak geçiştiremezsiniz.
Eğer böyle yaparsanız, o bazı şeyler koskoca vatanının, büyük bir milletin geleceğine, istikrarına, kısaca varlığına mal olur.
Örneğin, şu Casus-Can Dündar meselesi.
Onun bir gazeteci, işlediği cürmün de bir gazetecilik olayı olmadığını herkes biliyor.
Konu ihanettir, muhatabı da tereddütsüz haindir.
Kimse onun, bulunduğu gazeteden alınıp, ayağına ip bağlanarak Sultanahmet meydanına kadar sürüklenmesini ve orada sallandırılmasını istemiyor.
O bunu hak etmiyor mu? Hak ediyor belki ama bu ayrı bir konu.
Öncelikli olan korunması zorunlu olandır, bir cezalandırmanın formu değildir.
Hak var, hukuk var, adalet var!
Tutar, sorar ve sorgularsın.
Seni kimler besledi, büyüttü, bugünler için yetiştirdi söyle dersin?
Gezi’yle birlikte depreşen işbirlikçiliğin için kime ne söz verdin, asıl önemlisi kimden hangi sözleri aldın, diye sorarsın.
“Uzaktaki Kara Çukur”la irtibatın nedir; onun içerdeki elemanlarıyla muhabbetin ne noktadadır?
Anlattırırsın, anlarsın ki Can şeytanın kulluğuna soyunmuştur, kişiliğini, kimliğini, şahsiyetini bir pula satmıştır. Onu satmakla vatanı, milleti satmak arasında bir fark da görememiş, cürümden cürüme, ihanetten ihanete sürüklenmiştir.
Sonra verirsin cezasını ibreti alem için. Mayası cımbıldayabilecek, cibilliyeti bulanabilecek olanlar için örnek oluşturmasın.
Şakası yok bu işin, çünkü işin ucunda vatan ve millet var. Telafisi mümkün olmayan çirkin bir niyet ve kapkara bir fiil var.
Evet, tutacaksın, adalete teslim edeceksin, o da gereğini yapacak.
Böyle yapıldı yapılmasına ama ortaya çıkan sonuç da malum.
Casus-Can, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir kararla elini kolunu sallayarak çıktı.
Rakamlara göre hem de otuz bin kişinin arkasındayken, anında onların önüne geçirilerek çıktı.
Elini kolunu sallayarak da değil bizzat sallana sallana çıktı Casus-Can.
Anayasa Mahkemesi’ne 2012 yılında 1342, 2013’te 9 bin 897, 2014’te 20 bin 578, 2015’te ise yalnız nisan ayına kadar 6 bin 250 bireysel başvuru gelmiş.
2015’in toplam rakamları henüz açıklanmadıysa da başvuru sayısının geçtiğimiz yıl 25 binin üzerine çıktığı tahmin ediliyor.
Böylece, 2014’ten 2015 yılına devredilen 14 bin başvuruyla birlikte Anayasa Mahkemesi’nin önünde 2015 Nisan ayına kadar toplam 20 bin 311 başvuru dosyası bulunuyor.
Bu sayının 2015 sonunda 30 bini aştığı söyleniyor.
İşte Casus-Can, bu otuz bin kişinin önüne “pat” diye geçirilip, “bu çocuk neden buradaymış, ele ayağa dolaşmasın, hazır öne geçirmişken, evine gönderelim, gazetedeki işleri, abilerine olan hizmeti aksamasın” denilivermiş.
Casus-Can hikayesi ve serencamı işte böyleyken böyledir.
İlk bakışta “bazı şeyler” cümlesinden görülebilecekmiş gibi olan bu durum, sıradan bir hukuk-muguk-guguk meselesi değildir.
Bu bir vatan, millet meselesidir.
Çekirgenin kaçıncı sıçrayışı
HDP=PKK ve paralel örgütleri ne zaman sıkışsalar Selahattin Demirtaş, sazıyla ve sözüyle provakasyon çağrısında bulunur.
İlk denemesinde başarılı da olmuş, yaklaşık elli bin kişinin canına ve kanına müsebbip olarak adını yazdırmıştır.
Şimdi, terörün yöneticileri Sur’da sıkışınca yine provokasyon talebine sarılmış.
“Örgütlü” bir biçimde “ses çıkarılmasını” istemiş.
Örgütlü ses çıkarmanın manası, sokağa inin, yakın, yıkın, doğrayın, ezin, öldürün demektir.
Yasin Börü’yü nasıl hunharca katletmiştiniz, yine öyle yapın, demektir.
Bodrum’da yaralılar var şeklindeki malum girişimlerinin ve aynı doğrultudaki daha önce gerçekleşen çağrılarına itibar edilmemesinin, ambulans senaryolarının da tutmamasının üzüntüsüyle “bari bu sefer çağrımızı hafife almayın” da demiş. Çünkü işin içinde yine terörün yöneticileri var, yani katiller var. Oradan çıkabilmeliler ki, vahşet planları uygulayabilsinler, öldürmeye, yakmaya, yıkmaya devam etsinler.
Durum gösteriyor ki Selahattin Demirtaş bir Tamil gerillasının onuruna bile asla ve asla sahip olmayacak.
Silahı elinde değil, dilinde taşıyan Demirtaş, olayları saptırmaktan, halkı germeye çalışmaktan, terörün ürettiği fitneyi çoğaltmak başka bir şey yapmayacak, yapamayacak.
HDP’nin Türkiye partisi olacağı sahte bir vaatten ibaretti ama kimi aptalları ikna etmeye yetmişti. Neyse ki, bu sahteliğin somutlaşması fazla sürmedi.
Şimdi mağdurlar, bodrumda yardım bekleyenler, mahallede sıkışanlar edebiyatıyla işi sürdürmeye çalışıyor.
“Ben de bir teröristim, kalbim onların kalbiyle birlikte atıyor; ne istiyorsam onlar için istiyorum” deme cesaretini gösteremiyor Demirtaş.
Çekirge gibi sıçramakla yeni sonuçlar, vahşetler üretebileceğini sanıyor.
Oysaki çekirgenin sıçrama sayısı bellidir.
***
Bu iki durum, bazı şeylerden sayılamayacak kadar ciddidir.
Her ikisinin hedefinde de vatan ve millet vardır çünkü.
Biri casus, diğeri hain iki çocuk sazıyla ve sözüyle adeta milletle alay etmektedir.
Kimileri de onların bu alaylarına çanak tutmaktadır.
Nereye kadar?
Bunun kararı hukuktadır?
Ama neyin hukukunda?
Bunu acilen bilmekte, anlamakta ve gereğini yerine getirmekte yarar vardır.