Barselona’ya çocukluğumun Don Kişot’undan aşina olsam da, nice yıllar sonra onu görme hevesimin depreşmesi için, önce Endülüs’ü ziyaret etmem ve akabinde Funda Budak’ın “Kentsel Mekan Politikası: Barselona’da Kentsel Dönüşüm ve Estetik” (2013) başlıklı doktora tezinden, çocukluğumdaki aşinalığı da harekete geçiren şu cümleleri okumam gerekiyormuş:
“İspanyol romancı Cervantes, ünlü karakteri Don Kişot’un meraklı gözleriyle görür belki de ilk kez Barselona’yı. Karmaşık insan ilişkilerinin, ahengin, derin siyasi çelişkilerin, yoğun ticari faaliyetlerin ve artistik yeteneklerin biriktiği kentte, sözün yazıya dönüştüğü esrarlı bir basımevi, şövalyeyi bir mıknatıs gibi kendisine çeker. Kent insanına ilişkin başlıca özellikleri şiirinde kullanarak ‘yabancıdan yoksula’ uzanan paleti ile kent tablosu çizer. Barselona ‘bir dost mektubu’ gibidir. ‘Kibarları ve küskünleriyle’ benzersiz, güzel ve eşsizdir. Kaynaklarını barınma ve iyileştirme faaliyetlerinden esirgemez. Cervantes, Barselona kitabını okunacak nice öyküler için adeta açık bırakarak gider.”
Ama söylemeliyim ki, görmeye giderken Barselona adıyla benim Cervantes’inkilere ekleyeceğim bir öyküm pek de hoş şeyler içermiyordu.
Çünkü, Beşelûne / Barcinona / Barselona uzak geçmişte, Reconquista (Endülüs’ün Müslümanlardan geri alarak Hıristiyanlaştırması) sürecinin yönetildiği önemli merkezlerinden biriydi.
Frankların 801’de Müslümanlardan alıp, Marca Hispanica adıyla, yine Endülüs Müslümanlarına karşı tahkim ettikleri Barselona ve çevresi, Katalonya Kontluğu olarak 883 yılında bağımsızlığını ilan ettikten sonra, Reconquista sürecine daha etkili olarak katılmıştı.
Dolayısıyla herkesin Barselona’yı ziyaretine dair bir sebebi vardır ki, o da herkese özel bir sebep sunmakta son derece mahir bir şehirdi zaten.
Kimileri mistik mimar Antonio Gaudi’nin de elinin değdiği “yapımı bitmeyen kilise” olarak da bilinen Sagrada Familia’yı görmek için giderken, kimileri La Ramblas caddesinde volta atma keyfini yaşamak, alış-veriş yapmak, sokak müzisyenlerini dinlemek için gider.
Kimileri Malagalı Picasso’nun ayak izlerini sürmek için bulunurlar Barselona’da; kimileri ise Figueresli Salvador Dali’nin delilikler dünyasına buradan geçiş yapmak için giderler.
Hasılı tarihi, sanatı, mimarisi ve gece alemleriyle Barselona, ilginin en süflisinden, en entelektüeline ziyaretçilerinin her biri için makul sayılabilecek bahaneler sunabilen bir şehirdir.
Ben, Barselona’ya (daha doğrusu Girona dahil diğer önemli şehirlerini de gördüğüme göre) Katolonya’ya 2014 Kasım ayının son haftasında gittim. Reconquista sürecini sürekli olarak aklımda tutarken, klasik, gotik, Müdejar (Müdeccen), modern, post-modern… mimarinin en güzel örneklerini de burada yerli yerinde görebilmenin derdindeydim. Şükürler olsun, dar zamanlı programımın elverdiği ölçüde görebildim de.
Buna mahsus intibalarımı, bilahare yazabileceğim bir yazının konusu olarak şimdilik parantez içine alıp, Barselona’nın bugünlerde bağımsızlık meselesi planında dünya gündemine oturmasın üzerinde biraz durmalıyım.
Gezi esnasında birçok caddede, sokakta, kimi binanın balkonlarında, camlarında, kapılarında pankart, afiş ya da el ilanı… şeklinde “Bağımsız Katalonya” yazılarıyla karşılaşmıştım. Polisin bunların en çok göze batanlarına olsun herhangi bir müdahalede bulunmadığını fark ettiğimde, bunun Katalanların bağımsızlık taleplerini silaha başvurmaksızın dile getirmeleriyle ilgili bir “iyilikten” kaynaklığını öğrendim.
Peki, nüfusunun hepi topu 7 milyondan ibaret olan Katalanlar niye bağımsızlık istiyorlardı?
Sokaktakilerden aldığım cevaplarda, şehir efsanelerinden de beslenen kibirli bir bakışın etkisi açıkça görülebiliyordu.
Örneğin birinden aldığım cevap şöyleydi: “İspanya’daki her on kişiden altısını Katalanlar besliyor. Biz kendi zenginliğimizden başkalarını yararlandırmaya mecbur muyuz? Kendimize fazla fazla yeten bir ekonomimiz, sanayimiz, denizciliğimiz varken, neden diğer eyaletler gibi sıradan bir eyalet olarak İspanya’ya tabi olalım?”
Gerçi, aynı zamanda bir slogana dönüşmüş bulunan “Madrid bizi soyuyor” şeklinde özetleyebileceğimiz bu yaklaşımın, Katalanlar’ın tamamının ortak düşüncesi olduğunu söylemek daha o günden mümkün görünmüyordu.
Nitekim yılan hikayesine dönen referandumla bağımsızlığı kazanma denemesinin sonuçsuzluğu, asıl Katalanlar’ın kendi endişeli çekimserliklerinden kaynaklanıyordu.
Çünkü Katalanlar’ın hatırı sayılı bir bölümü, ilki 883 yılında olmak üzere geçen zaman içinde sıkça yapılarak ve vazgeçilerek devam ede gelen bağımsızlık girişimlerinin sonuca bağlanması için, sadece topraklarının verimliliğiyle, sanayileşmeyle, denizcilikteki üstünlükle elde edilebilecek bir şey olmadığını; devlet olmanın ciddi bir nüfusla ve dolayısıyla askerle ve savunma gücüyle ilgili olduğunu iyi biliyorlardı.
Hal böyle olunca, bağımsızlık talebi, kendi dilini, geleneksel kurumlarını yaşatmaya mahsus kültürel bir talepten ibaret kalıyordu ki, eyalet yapısı içinde İspanyolca, Katalanca ve Aranca’nın resmi dil olması bile söz konusu talebi geçersizleştirmeye yeterli gelebiliyordu.
Üstelik, her yıl nüfusunun beş katınca (35 milyon) turiste maruz kalan Katalonya, yer yer turistlerden usanma nazı da göstermesine rağmen, en azından bu sayede, asıl AB’nin genel problemi olan ekonomik sıkıntıyı hemen hemen hiç hissetmiyordu.
Kaldı ki Barselona, başkentliğini de üstlendiği Katalonya’yı da temsilen, tarihi, mimarisi, sanatı ve dinlenme mekanlarıyla dünyanın gözünde zaten bir site devleti gibidir.
Bu, herkesçe teslim edilmiş moral üstünlüğünü, güçlü devletler tarafından itilip kakılacağı bir muz devleti olma inadına feda edip etmeyeceğini ise zaman gösterecektir.