Baht dönmesi: Hem görevdir hem emanet

Musul’u DAEŞ’ten geri almak için, 17 Ekim 2016 tarihinde Irak Başbakanı Haydar el-İbadi’nin açıklamasıyla başlatılan çok uluslu harekâtın altı aylık bilançosu şöyle:

Harekâtın başlangıcında Musul’da bulunan 487.000 yerleşim yerinden 10.000’i kullanılamaz hale geldi;  600.000 sivilden 137.000’i şehri terk ederek, kamplara sığındı. Hali hazırda binlerce sivilin de kaybolduğu Musul’da, çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 600.000 sivil DAEŞ ile koalisyon günleri arasında aç ve biilaç sıkışıp kalmış durumda.

Bu vb. haberlere bakınca, “biz bunu, son çeyrek asırdır şehir farklarıyla yaşamaya alıştı(rıldı)k” dememek mümkün değil.

ABD’nin demokrasi getirmek vaadiyle Irak’ta sebep olduğu katliam, yine ABD güdümünde bulunduğu artık kuşku kabul etmeyen DAEŞ’in bölgede yer tutmak için başvurduğu tehcir ve şiddet, İran’ın ve Rusya’nın Suriye’deki Esed zulmünden kendileri lehlerine daha etkili, daha büyük sonuçlar üretmek için bölgedeki askeri varlıklarını artırmaları; İngiltere, Fransa ve Almanya’nın (kısaca NATO’nun büyük güçlerinin) bölgedeki varlıklarını süreklileştirmek için yeni ve birbirlerine alternatif oluşturacak şekilde İncirlik tipi askeri üstler arayışına girmeleri…

Bunların “kimin eli kimin cebinde” belirsizliğiyle, PKK ve onun türevi olan teröristleri bile “kör ama badem gözlü” katına yükselten ilişkileriyle, son çeyrek yüzyılda bölgenin tümüne yaydıkları zulüm, talan, şiddet ve katliam, insani bir itirazın öznesi, mülteci hareketi… olarak devam ediyor.

Konunun ilginç yanı, bunlara alışmanın ötesinde, “baht dönmesine” mahsus taleplerin de giderek rutin bir tepki tarzı şeklinde kanıksanıyor olmasıdır.

Oysaki tarihin içinden baktığımızda görüyoruz ki, bu bahiste baht dönmesi hiç de tragedyalardaki gibi ani bir oluşla, tesadüfen olmuyor. Bilakis baht dönmesi tarih boyutunda yüz, iki yüz, hatta üç yüz yıllık bir zamanı gerektirdiği gibi, ilgili planların da uzun vadeli ve nesilden nesle aktarılabilir bir nitelikte olmasını zorunlu kılıyor.

Buradan baktığımızda, yeni maruz kalınan Haçlı Seferleri’nin, Bereketli Hilal’de mukim olanlar açısından hiç de yeni olmadığı görülebilmektedir.

Şöyle ki Hititlerin, Mısırlıların, Perslerin, Yunanların ve devamında Romalıların Bereketli Hilal’e hâkim olmak için verdikleri mücadele, zaman içinde özü hep sabit kalarak, sadece aktörlerin isimlerinin değişmesiyle devam edegelmiştir.

Bu manada Büyük İskender’in Doğu seferiyle, ABD’nin Irak’a özgürlük vadeden kanlı işgalinin arasında bir fark olmadığı gibi, Birinci Haçlı Seferleri’nin Kudüs’te 70.000 Müslümanın katledilmesiyle, İsrail devletinin kurulması için sahnelenen 1948 savaşının Yahudilerin Deir Yasin’de yüzlerce Filistinliyi öldürmeleriyle tamamlanması arasında öz açısından bir fark yoktur, sadece katillerin isimleri bakımından bir fark vardır.

Yine tarihin içinden baktığımızda, bunlara karşılık Müslümanların elinin de armut toplamadığını görüyoruz. 711 yılında İber Yarımadasına, 1353’te (gelecekte Viyana’ya açılacak ilk kapı olarak) Çimpe Kalesi’ne çıkış, Haçlı Seferlerini kendi evinde durdurma gayretinin bir sonucu olarak belirginleşiyor.

Ancak (aynı zamanda milattan önceki pagan hareketlerinin de mirasçısı olarak) ne Haçlılar, ne de Müslümanlar için baht dönmesinin kısa sürelerde gerçekleşmediğini, bilakis yüzyıllara yayılan bir seyir izlediğini hatırdan uzak tutmamak gerekiyor.

Nitekim Haçlılar 1099 yılında Kudüs’ü işgal ettiler ve 1244’e kadar da Bereketli Hilal’deki varlıklarını (145 yıl) sürdürdüler. 1917 yılına kadar onları bölgede görmüyor olsak da, bu noktadaki (onlar lehine) baht dönmesinin aslında 1699 yılındaki Karlofça Antlaşması’yla yeniden depreştiğini ve Kudüs’ün 1917’deki işgalinin aslında Karlofça’dan (yani 218 yıl öncesinden) başladığını biliyoruz.

Öte yandan, Haçlılar 1096 yılında, Moğollar 1251 yılında Bereketli Hilal’i istila ettiler. Bölgenin Müslümanların elinde güvenliğe ve huzura ermesi ise ancak Osmanlılar sayesinde 1517 yılında (Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü, Mekke ve Medine’yi Osmanlı himayesi altına almasıyla) yani yaklaşık 250 yıl sonra mümkün olabildi ve bu 1917 yılına kadar, yani 400 yıl böyle sürdü.

Yine de baht dönmesinin uzun zamanlara, bilinçli ve birkaç (hatta birçok) nesli kapsayacak geniş vadelere muhtaç olduğunu bilmek, en son Musul’da ortaya çıkan şekliyle zulme, işgale, katliama razı olmayı makulleştiremez.

Bu bahiste önemli olan, yukarıda da zikrettiğimiz şekliyle “baht dönmesine” mahsus taleplerin kanıksanarak tatil edilmemesi ve dolayısıyla yaşanan olumsuzlukların tarafları, neden ve sonuçları itibariyle azami surette idrakinde olunarak, meydana gelişlerinin ve hatıralarının sürekli canlı halde tutulmasıdır.

Bunun beraberinde getireceği şu düşünce ise hareketi ve teslimiyeti birlikte içkindir:

Tikel planda insan, tümel planda toplum hayatı belli bir mühlete tabidir. İnsan ve insanlığın İlahi sorumlulukları ise bir mühlete tabi olmayıp, “emanetin ehline ulaştırılması” inancı üzerinden yürüyen bir sürekliliktir. Bu manada yaşatılan umudun diğer adı olan baht dönmesi, kendi adımıza arzulayabileceğimiz ama hırsında olmayacağımız bir husustur. Bizler son tahlilde emanetin hem ehli olmayı hem de onu geleceğe aktarmayı birlikte üstleniriz.

Dolayısıyla, bizler bu manada hem Nureddin Zengi hem de Selahattin Eyyubi’yiz. El-Aksa Mescidine konulmak üzere bir minber yaptırmak görevimizdir ama konulmasının kime nasip olacağını bizler bilemeyiz ve tayin edemeyiz.

O halde baht dönmesini, kalbi şimdide atan gelecek olarak benimsememiz, hem bizlere fiili hadisatı sorumluluklarımız ölçüsünde doğru okuma imkânını kazandıracak hem de zamanın bizzat kendisinin, kısalık ve uzunluğunun basit bir nispetten başka bir şey olmadığını öğretecektir.