Daha Beyrut’a Beyrut denmesine sebep olan yerleri görmemişken bir kez daha Beyrut’u arkamızda bırakıp Akdeniz’i sağımıza alıp Baalbek’e doğru düşüyoruz yola. Bu defa bizi otelimizden alan arkadaşımız Ahmed Kayed. Ahmed Gaws Derneği’nin yöneticisi. Akdeniz’e yaslanarak Cebel-i Lübnan (Lübnan Dağı) bölgesine doğru tırmanışa geçiyoruz.
Bir süre sonra 1980’ler, 1990’lar boyunca adını çokça duyduğumuz Bekaa Vadisi’ne ulaşıyoruz. Bekaa Vadisi, Lübnan iç savaşı sırasında ve sonrasında uzun süre hükümet kontrolü dışında kaldığı için silahlı terör örgütlerinin ve uyuşturucu yetiştiricilerinin sığınağı olmuş. Terör örgütleri ve uyuşturucu yetiştiriciliği deyince Türkiye’yi de etkileyen yönüyle önemli bir bölge olduğunu söyleyebiliriz.
Uzunluğu 120 km, genişliği 8-14 km arasındaki bu bölgeye El Bekaa deniyor. Daha eskilerdeki isminin Çukur Suriye ya da Suriye Çukuru olduğunu da ifade etmeden geçmeyeyim. Takribi yükseklik seviyesi ise 900 metre civarında. Benim için önemli bir bilgi de şu; ova niteliğindeki bu bölge Kuzeydoğu Afrika’dan başlayıp Toroslara kadar uzanan ve yer kabuğunu engebelendiren coğrafi durumun çöküntü kısımlarından birisi de burası. Afrika’yı Toroslara bağlayan bir durumdan bahsediyorum yani. Afrika ile Torosları aynı cümle içerisinde zikrediyor olmak bile başlı başına muhteşem.
Eski çağlardan beri tarım yapılan bu bölge su kaynakları açısından da önemli. Ve buralarda bol miktarda tahıl, pamuk, sulanan kesimlerde de meyve yetiştiriliyor.
Ulaştığımız ilk yerleşim yerinde bir fotoğrafçı arkadaşı alıyoruz arabaya; Şefik Aziz. Bir süre sonra da fırın, kafe, pastane karışımı güzel bir mekândan kahvaltılık bir şeyler, su filan alıyoruz.
Sadakataşı Derneği bağışçılarının kurbanlarının kesimlerini gerçekleştireceğimiz şehre, Baalbek’e ulaştığımızda, kurbanlarımızın kesileceği mekâna giriyoruz. Her şey hazırlanmış durumda. Büyükbaş hayvanlar Allah adına boğazlanmak üzere yere yatırılmış vaziyette. Vazifemizi icra ediyoruz. Hayvanların parçalanma işlemi sürerken kahve içebileceğimiz bir yer soruyoruz Ahmed’e. Şehir merkezinden geçen cadde üzerinde eski bir dükkâna giriyoruz. Meşrubat şişelerinin hemen önündeki küçük masaya ilişiyoruz. Mekânın sahibi kahve makinasının başında kahvelerimizi hazırlıyor. Bayrama özel giysileriyle birkaç çocuk giriyor içeriye, bayram harçlıklarıyla Türk malı gofretlerden satın alıyorlar. Baalbek’teki Filistin mülteci kamplarından birine yaslanmış bu mekânın hemen yan sokağında El Fetih’in irtibat bürosu var. Filistin’den tanıdığımız Yaser Arafat’tan, Mescid-i Aksa’ya kadar birçok sembolün buradaki binaların duvarlarında resimleriyle göz göze geliyoruz.
Hayvanlarımızın parçalanma ve paketleme işleminin devam ettiği bilgisi gelince Baalbek’teki tarihi bölgeye gitmek için yola çıkıyoruz.
Sami ırkından Akdenizli bir kavim olan Fenike ve Roma inanç kültürlerinin iç içe geçmesiyle oluşan ve “tapınak şehri” olarak kabul edilen 5 bin yıllık Baalbek kenti birçok uygarlığa ve medeniyete ev sahipliği yapmış.
Doğudan Batıya giden ticaret yolunun önemli bir merkezi olan, antik çağın Roma’dan sonraki en önemli dini merkezi olarak kabul edilen ve tarih içerisinde savaşlar nedeniyle pek çok kez el değiştiren Baalbek; Bizanslılar, Selçuklular, Eyyubiler, Haçlılar, Moğollar, Memlukler ve Osmanlılar hâkimiyetine girmiş. Her uygarlık ve İslam medeniyeti şehre bir şeyler eklemiş.
Yaklaşık 2 bin tonluk işlenmiş taşlarıyla, devasa sütunlarıyla, antik çağın sırlarla dolu bilim dünyası, modern bilimin ulaşamadığı verilerle, göz alıcı mimarisi ile zamanının en önemli tapınak şehri Baalbek, tarihten günümüze uzanan tüm gizemli kalıntılarıyla günümüze ulaşmış.
İslamiyet’in ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra 637 yılında Ebu Ubeyde bin Cerrah tarafından İslam topraklarına katılan şehir, 1100’lü yıllarda haçlılar ile Müslümanlar arasında büyük savaşlara sahne olmuş. Şehir, en büyük zararı Haçlılar tarafından ele geçirildiği dönemde görmüş.
Lübnan ile İsrail arasında 2006 yılında yaşanan savaşta, İsrail’in Baalbek şehrini bombalaması sonucu şehir mimarisi, son bir kez daha zarar görmüş.
Baalbek tapınak kalıntılarını gezdikten sonra Filistinli mültecilerin uzun yıllardan beri yaşadığı kamplara geçiyoruz. Kurban kesim ve dağıtım işlemlerimizi koordine eden derneğin kamp içerisindeki ofisinde kurbanlıklarımızın paketlenmesi sürecine iştirak ediyoruz.
Kamp sokaklarında çocuklar bayram eğlencesi mahiyetinde oyuncaklara, küçük lunaparklara hücum etmiş durumda. Filistin ve bulunduğumuz bölgenin halk danslarına zemin teşkil eden halk müzikleri son ses yankılanıyor sokaklarda. Gençler bir ara el ele vererek ‘debki’ adını verdikleri bir çeşit halaya duruyorlar. Biraz uzaktan Anadolu kadınlarından bildiğimiz kıyafetleriyle vakur iki Filistinli kadın usul usul geçiyor. Bastonuna yaslanmış bir ihtiyar, rutin hayatına bir miktar es verip uzun uzun süzüyor olan biteni. Çocuklar, gençler ve ihtiyarlar arasındaki sosyolojik farklılıklar hemen belli ediyor kendisini. Mültecilik zor durum. Nesiller boyu çok şeyler götürüyor belli ki. Yerleşik hayata sahip olmak, bir kimlik sahibi olmak, yerli yurtlu olmak oldukça koruyucu bir şey demek ki diye geçiriyorum zihnimden.
Kurbanlarımızın dağıtımlarını gerçekleştiriyor ve ayrılıyoruz Baalbek’ten. Afrika’dan Toroslara, Bizans’tan bugüne enteresan bir havzadan geçmiş oluyoruz böylece.
Güzergâh boyunca aklıma düşen mültecilik meselesine, sıkışmışlığa, nereye ait olduğunu bilememe durumuna, yersiz yurtsuzluğa, belirsiz geleceğe dair birçok soruya cevap bulabilmek mümkün mü bilmiyorum.
Beyrut’a vakitlice dönüyoruz. Otel odasında sırt çantamı asıyorum omuzlarıma. Görülmesi gereken yerlerin işaretlendiği bir şehir haritasını elime alıp telefonumdan navigasyonu ayarlıyorum. Akşam yemeği için bizi almaya gelecek olan arkadaşların gelmesine daha birkaç saatim var. Şehri yürüyerek soluklama niyetindeyim. Kendimi sokağa bırakıyorum öylece.
-devam edecek-