Avrupa’da neler oluyor sorusunun, “Avrupa bitmiş” ve “Avrupa süper” gibi iki kolaycı cevabına ulaşıyor olmak oldukça popülist bir noktaya varıldığının göstergesidir.
Avrupa’ya yönelik olarak son yıllarda önümüze düşen çok sayıda anahtar kavramdan bahsedebiliriz. Herkes bulunduğu mevzie göre bu anahtar kavramlar üzerinden bir Avrupa okuması yapar hâlde şu anda.
Bir tarafta adalet kavramına sarılarak Avrupa tanımlaması yapanlar varken diğer tarafta göçmen politikaları üzerinden yapılan bir Avrupa okumasına rastlayabiliyoruz. Macaristan lideri Viktor Orban üzerinden yapılacak bir Avrupa değerlendirmesi ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron zaviyesinden yapılacak bir Avrupa okuması bizi birbirinden çok farklı noktalara götürecektir. Bir taraf “sarı yelekliler” cephesinden adlandırma telaşına girerken diğer bir taraf ise Avrupa’daki iş ahlâkından dem vurarak pozitif bir pozisyon üretmek isteyebiliyor pekâlâ.
Bütün bunların her biri tek tek doğru şeyler elbette. Ama Avrupa bunlardan ibaret bir yere tekabül etmiyor ne yazık ki. Eğer öyle olmuş olsaydı her şey daha kolay olabilirdi. Bütün bunların toplamına da Avrupa demek bizi doğru sonuca götürmeyeceği kanaatindeyim.
Ama şunu söyleyebiliriz; Avrupa yeni bir eşiktedir, yeni bir istikâmet belirme yönünde bir takım gelişmeler yaşamaktadır, Avrupa artık eski -eskiden her ne ise artık- Avrupa değildir. Avrupa’ya ilişkin olarak yapılan nitelikli akademik çalışmalara bakacak olursak bunu rahatlıkla görebiliriz.
Avrupa Birliği mevzuunu anlayabilmek için evvela Avrupa tarihinde ortaya çıkan devlet kavramını iyi bilmek gerekir. Bununla beraber “insanın tabiatı” ya da “tabiat durumu” kavramsallaştırmasının ne olduğu da önem ifade eder. Ve elbette bireyle otorite arasında var olduğu kabul edilen “toplum sözleşmesi” kavramının da altı çizilmelidir. İnsan yeniden tanımlanıyor artık, devletler de tartışılıyor, devletler üstü bir örgütlenme örneği olarak Avrupa Birliği de dolayısıyla bu yeni tanımlama biçimlerinden payını alıyor. Ve elbette Avrupa’dan yeni bir toplum sözleşmesi ihtiyacından bahseden güçlü bir ses gelecek gibi duruyor.
Bütün bu süreci, insan için “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” adı altında öngörülen yeni bir tür önerisi, devletlerin yeni egemenlik biçimleri, devletler üstü örgütlerin fonksiyonsuzluğu, demokrasinin problem çözücülükten giderek uzaklaşması, insanın, devletin var olmadığı bir doğa durumu halini görerek endişelenmesi bu yönüyle yeni bir toplumsal sözleşme talepleri üzerinden okumak gerektiğini düşünüyorum.
Yazımın başlığında kullandığım “Avrupa Şüpheciliği” kavramı bir süredir kullanılagelen önemli bir kavram. İnsanî dramlar, ekonomik krizler, göçmen politikaları, değerlerden uzaklaşma gibi bir takım olumsuzluklar Avrupa Birliği’nin kuruluş ilkeleri arasında gösterilen mesela; sürekli refah ve istikrar sağlama sözünü yerine getirmekte zorlanmasına yol açmış durumda. Ve öyle sanıyorum ki, bütünleşmenin geleceği hususunda oldukça büyük endişeler söz konusu. Avrupa açısından bakıldığında, refahı, güvenliği ve istikrarı etkileyen ve birbiri ardına yaşanan gelişmeler Avrupa şüpheciliğini artık saklanamaz bir biçimde gün yüzüne çıkarmıştır.
Avrupa Birliğini oluşturan her bir ulusal birimin kendi içinde ürettiği, beslediği ve büyüttüğü bu şüphecilik bölgeden bölgeye farklılıklar göstermektedir. Kimi yerlerde ekonomik gelişmeler üzerinden büyüyen Avrupa şüpheciliği kimi ülkelerde adalet kavramı üzerinden kendisine yol bulmaktadır. Mesela, İspanya’da tasarruf tedbirlerinin yol açtığı toplumsal reaksiyon sol eğilimli bir Avrupa karşıtlığı üretirken, Fransa’da göç ve göçmenlerle ilgili kronikleşen sorunlar yine Avrupa karşıtı ama bu defa radikal olarak niteleyebileceğimiz sağcı şüphecilerin yükselişine yol açmıştır.
Elbette şunu söyleyebiliriz; Avrupa şüpheciliği bugüne mahsus bir şey de değildir. Avrupa, esasen soğuk savaş sonrası yeni dünya ikliminde ciddi mânâda eleştirilmişti. “Nasıl bir Avrupa” suâli Avrupa Birliğine üye ülkelerde özellikle felsefî zeminde tartışılmıştı. Bu soru derinleşme ve genişleme politikalarına yön verir mahiyet içermekteydi.
Son yıllarda artan terör olayları, Avrupa’nın etki alanında yaşanan insani dramlar, çatışmalar Avrupa Birliği’nin temel güvenliğini de tehdit etmeye başladı.
Terörün yanı sıra, göç ve ekonomik sıkıntılar Avrupa için “yeni ötekiler” üretmiştir. Ötekilerin çoğalmış olması ile birlikte, Avrupa’nın yeniden bir kimlik üretme ihtiyacını da ortaya çıkarmıştır. Yeni kimlik tanımlaması Avrupa Birliği’nin bundan sonraki seyri açısından önemlidir. Bu açıdan, Avrupalı kimdir, Avrupa uygarlığı neye tekabül etmektedir, hangi toplumlar bu Avrupa uygarlığının bir parçası olarak değerlendirilmelidir soruları halen cevap bulabilmiş değildir.
Her ne kadar “popülist” olarak değerlendiriyor olsak da Avrupa’daki siyasi dalgalanmaları, “sarı yelekliler” çıkışını, mesela Fransa ile İtalya arasındaki gerilimleri, Avrupa genelinde yükselen yeni milliyetçi sol ve geleneksel radikal milliyetçi sağ trendleri yeni kimlik arayışının ipuçları olarak ele almamız gerekir.