Asıl, usul, vusul ve bir de ibrik

Televizyonların siyahtan evvela kızıla sonrasında yeryüzünün bütün renklerine dönen gökyüzünü siyah beyaz olarak yansıttığı dönemlerde izlerdik kovboy filmlerini. Şapkalar, yanık, kirli, abartılı suratlar, altta güzel bir at, elde silah, dudakta sigara, kafada şapka, yedekte bir kadın olurdu filmlerde. Birileri birilerini kovalar, silahlar patlar, düellolar yaşanır, barların kapıları tekmelerle dövülür, içki masalarındaki kahkahalar toza ve dumana karışırdı.

Böyle filmlerin bir de ev hayatına dair sahnelerine rastlardık. Daha sakin, daha duru, yerleşik ve ayakları yere basmış mutlu bir ailenin yaşadığı ağaçtan evler, evlerin önünde çiftlik, uçsuz bucaksız çöl görüntüsü, kızgın güneşten oluşan rutin bir nebze de olsa nefeslendirirdi izleyiciyi.

Yanlış hatırlamıyorsam 1994 ya da 1995 yıllarında Prof. Dr. Ömer Dinçer’i bir televizyon kanalında izlemiştim. O dönemde kendisinin organizasyon, yönetim üzerine yazdığı kitaplardan tanırdım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Refah Partisi tarafından henüz kazanılmıştı. Bizim kendi medeniyet birikimimizden ve batı uygarlığından temizlik üzerine hareketle kıyaslama amacına binaen bir örnek vermişti. Yukarıda alıntıladığım sahnelere götürmüştü bir yanımı. Diğer yanımsa anneanneme, dedeme, babama, hatırladığım yaşlı insanlara gidiyordu eş zamanlı olarak.

Elbette kelimesi kelimesine hatırlamam mümkün değil ama bugünden geri bakınca anlattığı hususlardan aklımda kalanları biraz da katıp katıştırıp hani olur ya şöyle bir hafiften abartarak özetlemiş olayım;

Kovboy filmlerinde gün doğar, ev ahalisi uyanır, evin babası kapıyı açar, ellerini havaya kaldırarak şöyle bir gerinir, bir varile doğru yaklaşır, varile elini sokarak aldığı suyu yüzüne çarpar, yüzüne çarptığı suyun bir kısmı toprağa, bir kısmı yine varilin içine düşer, sonra yüzünü kurular, şöyle bir ufka bakar kısık gözlerle ve ardından evin kadınının günaydın deyişiyle arkasına döner. Akabinde aynı varille evin diğer fertleri de muhatap olurlar filan.

Coğrafi koşullar suyu iktisatlı kullanmaya mecbur tutmuştur insanı. Bir yandan temiz olmak zorunluluğu, diğer yandan suyu idareli kullanma mecburiyeti karşısında geliştirilen usul budur.

Peki, kendisine “bir nehrin kıyısında bile abdest alıyor olsanız suyu israf etmeyiniz” emri verilmiş insanların sakini olduğu topraklarda durum nedir?

Ömer Dinçer Hoca örneklik teşkil etmesi açısından ‘ibrik’ aletinden yola çıkarak bir kıyaslamaya itmişti.

Temiz olmak, suyu israf etmemek ihtiyaçlarından yola çıkarak geliştirilen bu usulde harcanan su ile iyice kirlendikten sonra içindeki suyun yenisi ile değiştirilen bir varil dolusu su aşağı yukarı aynı miktarlara tekabül eder. Fakat birinde akan ve tekrar kullanım imkanı olmayan su ile temizlik yapılmakta, diğerinde ise bir varilin içinde durmakta olan su, takdiri kullanıcısının insafına kalan kirlenme sınırına kadar temizlik için kullanılmaktadır.

Hangisi daha temiz sorusunu sormayı anlamsız bulduğum bu noktadan başka bir yere geçme niyetindeyim.

Her iki örnekte de aslolan şeyin temizlenmek ve temizlenirken kullanılacak olan suyun idareli kullanılması olduğunu söyleyebiliriz. Peki, aslolanı vuslata vasıl eyleyecek usuller arasındaki farka bakacak olursak neler söyleyebiliriz?

Her iki örnekten yola çıkacak olursak, sonuçta gelinen noktaya baktığımızda, insanı hem temiz kılacak bir fikirden, hem de gerek kıt olduğu düşüncesinden hareketle, gerek kıt olmasa bile ulaşımındaki zahmet dolayısıyla ya da nehrin kıyısında dahi olsa suyu israf etmeme ilkesinden yola çıkarak su kullanımını minimize etme fikrinden yola çıkıldığı muhakkak.

Lakin kullanılan usul açısından baktığımızda birbirine nazaran gittikçe zıtlaşan iki anlayış görüyoruz. Birinde suyu bir defa kullanan, diğerinde ise takdir ettiği noktaya dek suyu defaatle kullanan iki ayrı zihin yapısı…

Alet gelişimi açısından baktığımızda birinin (İbrik ya da çeşme) durduğunu, diğerinin ise daha ziyade eski otel odalarında rastladığımız lavabonun tıkanarak suyun biriktirilmesi ve akabinde kullanılması esasına dayalı sisteme, küvete, havuza, jakuziye filan ulaştığını görüyoruz.

Usul aslolandan bir küçük açı derecesi ile kaydığı andan itibaren işin varacağı noktanın nereler olabileceğine dair güzel örneklerdir bunlar.

Yusuf Kaplan ile yaptığımız sohbetlerde çoğu zaman vardığımız noktayı “usul asıldan önemlidir” cümlesi ile özetleyebilirim.

Biz usulünü yitirmiş bir toplumuz. Ennihayetinde aslolanın ne olduğunu her ne kadar bilsek bile usulsüzlüğümüz vusülsülüğümüzü de beraberinde getirecek gibi görünüyor.

Asıl olanın ne olduğunu biliyor olduğumuzdan zerre kadar şüphe etmedim hiçbir zaman. Ancak asıl olanın öğütlediği sonu getirecek usullere ilişkin problemimiz olduğu kesin.

Başkalarına ait usuller yerine kendimize ait usulleri keşfetme zorunluluğumuz olduğunu hatırlatmak isterim. Bize ait usul dediğimiz ne varsa asıl masasına yatırmalıyız. Öyle sanıyorum ki büyük bir hayal kırıklığı yaşamış olacağız.

Siyaset etme biçimimizden tutun da, insanları haberdar etme aracı olarak kullandığımız aletlere, aile kurgumuzdan eğitim müfredatı önerilerimize dek, kavga etme yöntemlerimizden, aramızda tesis etmemiz gereken hukuka kadar tüm alanlarda görebileceğimiz sorunların üstesinden gelebilmek için ihtiyacımız olan usul, acaba, terk ettiğimiz bir ibriğin yanında yöresinde olmasın?