Mineraller ve taşlar seyahat etmez. Bitkiler kökleriyle toprağa sabitlenmiştir. E hayvanlar göç eder ama bildik bir yerden, yine bildik başka bir yere giderler ya da bilinçli bir seyahat diyemeyeceğimiz yer değiştirmeler yaparlar. Buna mukabil, sadece insandır ki, gider, terk eder, bir yeri bilinçli olarak ve geri dönülmeyecek biçimde arkada bırakabilir. Bunları Jean-Luc Nancy’den, şu filozof Fransızdan özetledim.
Gitmenin sadece insana özgü bir girişim ve deneyim olması anlamlıdır. Bu tespit, insanın fiziki ve yerküresel zorunluluklar karşısında cesur, beşeri kısıtlamalar karşısında ümitli olmasına yol açabilir. Ama gitmenin, yolculuk yapmanın, iç-dış bakışımlılığı içinde düşünülerek, sadece dışta bir gitme ve seyahat değil, aynı zamanda içte bir seyahat olarak düşünülmesi biz müminler için daha da anlamlıdır. İrfan ehlinin, iç dünya ile dış dünya arasında inşa ettiği bakışımlılığı esas alarak diyebiliriz ki, insan cinsinin dışarıda seyahat edebiliyor olmasının anlamı, iç dünyada seyahat edebiliyor olmasıdır. İnsanoğlu, dış dünyada terk edebilme becerisiyle donatılmışsa, bu aynı zamanda onun iç dünyasında da terk edebilme becerisi gösterebileceği, hatta göstermesi gerektiği anlamına gelir. Çünkü bu bakışımlılık ilkesine göre, dış iç’in modelidir ve dışın imkanları iç’in imkanlarına işaret eder.
Şöyle de diyebiliriz: Taşlar yer değiştirmezler. Bu onların özsel olarak değişmedikleri anlamına da gelir. Bu sebeple, kalbin sertliğine işaret eden taş kalpli olmak, değişim kabul etmemek demektir. Yani bir halden diğer hale, bir duyuştan diğer duyuşa gitmemek, tepkisiz kalmak. Oysa gitmek, bir yeri terk etmek, bir yeri kastederek yürümek, yolcuyu değiştirir. Çünkü gitmek, yolcuyu kalkış ve varış noktaları arasında böler. Belki böler değil de genleştirir demeliyiz. Yolcu, terk ettiği yerden getirdikleri ve vardığı yerde buldukları arasında, birini diğerine bütünüyle tercih edemeden, ikisini birden kendisinde buluşturacak şekilde genleşir. Yolcuda hem terk ettiği yerin izleri kalmıştır, hem de vardığı yerin henüz bıraktığı izler oluşmuştur. Bu bölünmüşlük, yolcuda bir seyrelmeye, içsel bir gevşemeye yol açar. Gurbet hissi, bu seyrelmenin ve gevşemenin gözlemlenmesidir. Gurbetteki kimse, yani garip, iki nokta arasında iç’i seyrelmiş olandır. Bu seyrelme, onun içinin nefes almasına, duygularının bağlarının gevşemesine, duyuşunun canlanmasına yol açacaktır. Katı, sık dokunmuş ve geçirgen olmayan bir iç, nefes alamayan bir iç demektir aynı zamanda.
Dünyanın bir gurbet olduğunu bize hadis-i şerifler haber veriyor. Bu haber, dünyayı bir gurbet gibi duyumsamamız gerektiği anlamına geliyor. Yani biz müminler, hakiki yurdumuzla geçici menzilimiz arasında, değindiğimiz anlamda bir bölünmüşlüğün yarattığı bir seyrelme ve genleşme yaşarız. İki yurdun birden izleri bizde birikir. Bu ikisinden birini bütünüyle tercih etmek yerine, ikisinin birden bizde yuvalanmasına ve bizi seyrelten, genleştiren, genişleten bir etkiye sahip olmalarına izin veririz. Bu bizi bir keşiş ya da bir hedonist olmaktan, yani iki noktadan birinde katılaşmaktan alıkoyar.
Çünkü gurbet, katılaşmanın dayattığı kısıtlamaları aşan bir genleşme vadeder. Bu genleşme aynı zamanda bir tedirginlik doğurur. Ve elbette dünyanın bir gurbet olarak kabulünün yolu, dünyada tedirgin olmaktan geçer.
Tedirgin, ilginç bir kelime. Didir/titir (huzursuz olmak, kararsız olmak) kökünden geliyor. Titiz ile de akraba. Tedirgin böylece titizlenen, huzursuz olan, yerini yadırgayan, hatta giderek titreyen (donuk olmayan; titrediği için katılaşmamış olan) anlamlarına geliyor.
Tedirginliğin mekanı olarak gurbet, bizim hem titizlenmemize, hem huzursuzluğumuza, hem titrememize yol açar. Gurbetin tekinsizliği, bizi muhtemel tehditler ve bilinmezlik karşısında titiz ve uyanık kılar. Uyku nasıl bir katılaşma haliyse, uyanıklık da o oranda bir seyrelme ve genleşme halidir. Uyku halinde büzüşür, bu sebeple duyarlığımızı yitiririz. Oysa uyanıklık bizi titrek (mesela bir mum alevi gibi, tüten bir duman gibi, bir ruh gibi, bir nefes gibi) ve seyyal kılar.
Seyyal demekle yeniden hareket etme ve gitmenin alanına girmiş oluyoruz. İnsan cinsi gitmek zorundadır. Bu dünyadan gider; bir duyuştan diğerine, bir halden ötekine, bir anlamdan berikine gider. Gitmeyi bıraktığı anda, gurbet fikrini kaybetmiş olur. Böylece donuklaşır ve katılaştıran uykuya (yani uy-manın, uy-um sağlamanın ve böylece tedirginliği yitirmenin vasatına) mahkum olur.
İnsanın hakiki seyahati iç dünyasındaki seyahat. Dış dünyada hiç gurbete düşmemiş olsak bile, dünyanın bir gurbet olarak anlaşılmasını biz bu iç seyahat deneyimine yaklaştıkça anlarız. İç seyahat deneyimi, bize dışarıda tecrübe etmediğimiz gurbetin bir yankısını verir. Tıpkı dış seyahatin de iç seyahatin bir yankısını verdiği gibi. Böylece nerede olursak olalım, fiziki bir gurbet yaşayalım ya da yaşamayalım, dünyanın bizim için nasıl gurbet olabildiğini, bu yankı sayesinde anlarız.
“Seyahat edin, sıhhat bulun” hadis-i şerifini de bu çerçevede düşünebiliriz.