Geçen hafta bir grup gazeteci ile birlikte El Bab’ta idik. Türkiye’nin Suriye’deki kapısı El Bab’ta. Bu tanımı siyasi amaçlı olarak kullanmadım. Çünkü başından beri yöneticilerimiz El Bab’ın Suriye’ye ait olduğunu, Türkiye’nin buradaki varlığının geçici olduğunu tekrarlıyorlar. Bu kavram Türkiye’nin eski topraklarına kültürel, sosyal ve ekonomik olarak dönüşü anlamına geliyor.
El Bab’a girmeden önce sınıra birkaç kilometre uzaklıkta Türkiye tarafından oluşturulan göçmen kampı aslında El Bab’la ilgili ipuçlarını veriyor. Afrika’da birçok kampı görme imkanı buldum. Darfur, Kenya, Etiyopya, Sudan’da BM kamplarını gezdim fakat böylesine bir kamp hiç görmedim. Bu kamp Türkiye’nin onlarca Suriye mülteci kamplarından biriydi. Sanki kamp değil bir kasaba görünümündeydi. On binden fazla mültecinin yaşadığı kamptaki sosyal tesisler birçok Anadolu kasabasında dahi yoktu. Kamplardaki en önemli sorun vakit geçirme meselesidir. Çünkü sizi rahatsız eden boş saatler vardır. Bu boş saatlerde sadece manasız manasız dolaşmaktan başka bir şey yapamazsınız. Fakat bu kampta her şey düşünülmüş, halı atölyelerinden tutun, sağlık merkezlerine, Halep işi oturma salonlarından, kuaförlük mesleğinin öğretildiği mekanlara kadar birçok sosyal servis bulunuyordu.
Kampların en hüzünlüleri genelde çocuklardır. Çocuklar sanki yaşadıkları iç savaşı, yetim kaldıklarını unutmuşlar bizim çocukluğumuzda oynadığımız oyunları oynuyorlardı. Kampın en şanslıları çocuklar gibi görünüyordu. Türkiye, 20-30 kişilik sınıflarda eğitim gören Suriyeli çocuklara bir ana baba şefkatiyle yaklaşmaktaydı.
Sınırdan El Bab’a girince farklı bir ülkenin topraklarına girdiğinizi hissetmiyorsunuz. Hatta Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan suni sınırlardan kurtulduğunuzu, ümmet coğrafyasını yaşadığınızı hissediyorsunuz. Sınırların olmadığı, pasaport kontrolünün yapılmadığı ülkelerimiz olacak mı? Irak’a, Yemen’e, Cezayir’e serbest bir şekilde girip çıkabileceğimiz günler yakın mı? Bu soruların cevaplarının aslında çok yakınımızda olduğunu El Bab’a girerken anlıyorsunuz.
El Bab Suriye’nin kadim kasabalarından biri. Mümbit bir ovada kurulmuş. Toprakları oldukça verimli. Fakat dikkatinizi ilk çeken Halep işi beyaz taşla yapılmış evleri. Böyle bir mimari tarz bizim güney doğu topraklarında pek yok. Bu evler bir tarihi derinliğin eseri olduğunu hemen fark ediyorsunuz. Yüzyıllardır ayakta kalan bu evler de terörden nasibini almış. Mermi, kurşun izleri hemen hemen bütün evlerde var. Evlerin pencereleri taşlarla örülmüş. Şairin “balkonsuz evler” imgesinin yansımasını “penceresiz” kalmış bu evlerde görüyorsunuz.
Türk askeri El Bab’a girmeden önce bu kasabada DEAŞ terör örgütü varmış. DEAŞ terör örgütü şehri tarumar etmeye çalışmış, medeniyet havzasının bu şehrini yok etmek için çok uğraşmış. Önce mezarlardan başlamış. Mezar taşlarını kırmış, mezarlıkları dümdüz etmeye çalışmış. Ölüleri tekrar öldürmüş aslında. İslam diriltmeye amaçlarken bu terör grubu öldürerek yok etmeyi amaçlamış. DEAŞ terörü sanki tarihin gerisinden bir Moğol saldırısı gibi gelmiş. Yakmış yıkmış, yok etmiş ama yeni bir şey inşa etmemiş, inşa ettiği tek şey yıkım olmuş.
Türk askeri kasabayı DAÜŞ teröründen kurtarırken Özgür Suriye Ordusu ile hareket etmiş ve onlarca şehit vermiş. Şehre bir Ömer bilinci ile girilmiş ve yeni bir Kudüs inşa etmenin yolu açılmış. Türk ordusu şehrin tepesine konuşlanmış bir vaziyette bir görev bilinciyle Mezopotamya’nın kanla yıkanmış topraklarına bakıyor. Tarihin hep öcünü almak istediği topraklar sanki yeni bir dirilişle eski günlerine dönmeyi özlüyor.
El Bab şehri bir tepenin etrafına kurulmuş bir şehir görünümünde. Yalnız iki kilometre ötesi Suriye rejim askerlerinin kontrolünde. Rejim askerleri zaman zaman taciz atışları yapıyor ama fiili bir savaş yok. O bölgede yaşayanlar da El Bab’a göç etmiş.
Şehir yönetimi ve güvenliği Türkiye’nin desteği ile Özgür Suriye ordusu tarafından sağlanıyor. Şehir meclisi sanki küçük bir site devleti oluşturmuş. Her şeye yeniden başlamış. Polis, hastane, yargı, eğitim vs. kurumları tekrar kurulmuş. Yeni bir şehir, yeni bir Suriye inşa ediliyor. Bu inşada Suriye halkının en büyük destekçisi ise Türkiye olmuş.
Bu inşa süreci için bir Vali yardımcısı görevlendirilmiş. Vali yardımcısı gazeteciler ekibini şehri gözleyen tepedeki askeri üstte karşıladı. Cuma namazını kılmaya davet ettiğinde farklı bir devlet imajını burada gördük. Vali yardımcısı oldukça mütevazi biriydi. Namaz çıkışı askerlerin kumanyasını paylaştık. Sonra bir sunum yapıldı vali yardımcısı tarafından. Türkiye’nin El Bab’ta yaptığı fedakarlıklar anlatıldı.
Başta vali yardımcısı ve diğer görevliler, bu şehrin inşasına, halkın güvenlik ve sosyal refahına kendilerini adamış gibiydiler. El Bab’a Gaziantep’ten veya Kilis’ten bakmıyorlar, Suriye’den bakıyorlardı. Kendilerini Ensar gibi görüyor, görevlerinin geçici olduğunu, Suriye halkı ayağa kalkınca çekileceklerini söylüyorlardı. Vali yardımcısı El Bab’ın sadece insanlarını değil, kuşlarını, ağaçlarını da düşünüyordu. Şehrin çıplaklığını ağaçlar dikerek örtmek istiyordu.
El Bab bir simgeydi, ölen tekrar dirilmek isteyen şehir adına. Fırat’ın hamisi bu şehir, sanki yüzyıllık kaderini tersine çeviriyordu. Rejim tarafından ihmal edilmiş, DEAŞ terörü ile tarumar edilmiş El Bab, Türkiye’nin desteği ile tekrar ayağa kalkmak istiyor, bir “selam” şehri olmak istiyordu.
Akşam’a doğru Türkiye’ye dönerken, El Bab’ın bizim İskilip, Ereğli ya da İskenderun’dan farklı olmadığını ümmet şehirlerinden biri olduğunu yakından hissettim. Çünkü El Bab bir şehrin dirilişinden ziyade sanki coğrafyamızın tekrar kendine gelme çabasının örneğiydi.
Bu diriliş El Bab’ta başladı, Afrin’de devam edecek, sonra ise Mümbiç. Ankara’dan El Bab’a bir yol gittiği gibi yakın bir gelecekte ümmeti bölen sınırlar ve zincirler de kalkacak. Kudüs, Kahire, Beyrut, Hartum’a da uzun bir yol gidecek ümmet adına…