Anadol

Araya kaynadı: Yerli otomobil gulgulesi tam sırasıydı ama olmadı. Mehmed Zahid Kotku Hazretlerinin vefat yıldönümünde yazsam dedim, nasip değilmiş.  O kutsal Anadol’u yazmak bugüne kısmetmiş.

İsmail Ferruhi’nin yönettiği La Grand Voyage (Büyük Yolculuk) filmindeki mavi steyşın Pejo mu daha mübarek, yoksa bu beyaz steyşın Anadol mu, karar veremiyorum. Filmi hatırlarsınız: Fransa’da haytaca takılan, şuursuz genç Rıza, babasının Hacca gitme isteğini pek bir gönülsüzce kabul etmek zorunda kalır ve bu Faslı ikili, o külüstür Pejo’yla, Türkiye’den de geçerek Hac yoluna koyulurlar. Yaşlı ve yorgun babasının belki de sonuncu olan bu isteğini yerine getirmekle, geride bıraktığı Fransız sevgilinin hatırası arasında kalan bir mutsuz Rıza hikayesi.

Leyleğe hacı muamelesi yapan insanların arasında büyüdük. O Pejo’ya hacı desek ne lazım gelir?

Anadol meselesi ise daha şahsi. İlçemizde hatırladığım iki Anadol’dan biri rahmetli Hakkı Bacak’a aitti. Sarı renginin üstündeki siyah şeritlerle dev bir arı gibi gezerdi. Ve bu haliyle, çekici olma hakkı da doğal olarak onundu. Çünkü bizim beyazlı-grili Anadolumuz, nankörlük gibi olmasın ama biraz silik, sönük, biraz şey bir arabaydı. Ama günün sonunda sanırım kazanan o oldu. Şöyle ki:

Rahmetli babam, Mehmed Zahid Kotku Efendi’nin evlatlarındandı. Ona yüksek bir muhabbet ve hürmet duyardı. Zahid Efendi’nin, bir grup müridanıyla birlikte hacca gideceği haberi ta İstanbullardan kendisine ulaşınca, heyecanla bu La Grand Voyage için hazırlıklara başlamıştı. (İşe bakın, şimdi fark ettiğim bir şey: Yoksa babam arabayı bizzat bu yolculuk için mi almıştı?) Şaka değil, hallice bir kafile, İstanbul’dan çıkarak, Konya’ya, Urfa’ya filan da uğrayarak Hacca gidecekti. Üstelik ihvanla, başlarında büyükleriyle. Olmaz böyle bir heyecan!

Otuz dört yaşındaki babam da, geride iki küçük çocuk, bir faal dükkan ve genç bir zevce bırakıp, yaklaşık kırk beş gün sürecek bu yolculuğa çıkmıştı. Karısını götürmeyi istemişti ama çocuklardan Ahmet olanı ağlayıp mızmızlanınca, anne yüreği el vermemiş, o da yola uzak akraba bir çift ile çıkmıştı.

Anadol için bu uzun ve çetin yolculuk aynı zamanda bir reşit olma sınavı gibiydi. Kaportasının zayıflığından, motorunun bilmem nesine kadar bıyık altı gülümsemelerin konusu bir Anadol, o günün şose yollarında, Türkiye’den çıkıp Harem-i Şerif’e vasıl olmuştu. Maşallah.

Babam bu yolculuğu hiç unutmadı. O Anadol’u da. Yolculuğun durakları onun zihninde, hayatı boyunca kendisine bakarak hiza alacağı bir harita çizmişti. Konya’dan sonraki durak Urfa oluyor, Urfa’yı Halep izliyordu. Şam-ı Şerif’i ben göremedim ama babamdan defalarca dinledim. Aklımda en çok Şam’ın meyvelerini anlatışı kalmış mesela. Bağdat ve Ürdün’ün bazı şehirlerine de uğramışlardı.

Zahid Efendi, yerin altındaki zevat ile yerin üstündeki dostların buluştuğu yerler şeklinde, mola yerlerini bu iki maddeyi birden dikkate alarak özenle seçmişti. Peygamber, sahabe, veli kabirlerini ziyaret ediyorlar, mücavir olan ahbaba da bu vesileyle uğramış oluyorlardı. Coğrafyayı ve insanı duya duya yapılan bir yolculuktu. Bu şanlı kafile, Molla Cami’nin Yusuf ile Züleyha’sından unutamadığım bir benzetmeyle, konduğu yerleri de güzelleştiren bir bahar gibi yürüyüp gidiyordu.

Bu kıssa bana, Müslüman hayatının istikamet kazanması yolunda, imanın sanayiden, iradenin teknolojiden, tevekkülün duble yollardan daha belirleyici olduğunu yeniden hatırlatıyor. Babamın tercihlerini hatırlayalım: Güvensiz bir otomobil, geride iki küçük çocukla bir eş bırakmak, üç senelik bir dükkanı kırk beş gün boyunca çırağın insafına terk etmek, haftalarca sürecek bir yolculuğu uzaktan akraba bir çiftle sürdürmek… Terk ettikleri ise: Konformizm, maddi güvence, sorunlu bir duygusallık.

Halis niyet ve teslimiyet, imkansızlıkları küçültmüş, küçük imkanları da büyütmüştü. Yani o yolculuğun azıkları, imkan ve güç, teknoloji ve konfor değil, o terkler ve o tercihler sayesinde tebellür eden irade, tevekkül ve muhabbetti.

Bizim La Grand Voyage’ımızın hakiki, asli, değişmez azıkları da bunlardan başka şeyler midir sanki?