İslam’ı doğrudan Hz. Peygamber’den (sav) öğrenenler (sahabeler) ne kadar mutlu ve ne kadar şüphesiz, sorgusuz ve ne kadar huzurluydular kim bilir. Öte yandan İslam tanımlı bilgiler de çok sadece ve çok sarih (ap-açık) bilgiler olmalı o devirde.
Peygamber Efendimiz’in rıhletinden sonra, Müslümanların gerek onun yaşayış tarzına olan merakları gerekse dini bir olguyu, olayı tüm boyutlarıyla anlama, tanıma ve bilme gayretleri yüzünden İslam’a dair kimi bilgiler de (kimi zamanda ve kimi yönleriyle) kirlenmeye açık hale geldi.
Bu manada, özü itibariyle, Allah’ın ve Peygamberi’nin öncelediklerini önceleme terbiyesinden ibaret olan Hacc en tipik örneklerden biridir.
Öncelikle, “öncelenme” teriminden neyi kastettiğim, İbn Arabi’nin Fütûhât-ı Mekkiyye’sinde anlattığı şu olayı naklederek söylemek isterim:
Şam’daki bir Müslüman hacca gitmeye karar verir ancak bir gece düşünürken karayoluyla mı yoksa denizyoluyla mı gitmesi gerektiği konusunda tereddüde düşer. Sonra uykusuz kalmamak için, sabah ezanıyla mescide giderken rastlayacağı ilk kişiye sormayı planlar.
Tasarladığı gibi, mescit yolunda rastladığı ilk kişiye sorar sorusunu. Olacak ya, o kişi Müslüman değildir, bir Yahudi’dir.
Bu durumda Yahudi’nin tebessüm edip, ona cevap vermeden gitmesi beklenir ama o böyle yapmaz. Soruyu soranın gözlerinin içine bakarak, Yunus Suresi’nin, meali “Sizi karada gezdiren, denizde yüzdüren O’dur” şeklindeki ibareyle başlayan 22. ayetini okur ve der ki, “Allah neyi öncelediyse sen de onu öncelemek zorundasın”.
Hacc, diğer ibadetler gibi tek bir mensekten (ibadetten) değil, ihram, tavaf, vakfe, sa’y, şeytan taşlama vb. bir dizi mensekten (çoğulu: menasik) oluşur.
Allah, bizden sadece Hacc yapmamızı değil, Haccı “tam yapmamızı” emreder (bkz.: Bakara Suresi 2:196). Bu “tam yapma” emrinin şekli, tarzı, yolu, yöntemi ise Peygamberimizden gelir; diğer bir söyleyişle Haccı (ve Umre’yi) nasıl tam yapacağımızı bize öğreten Hz. Peygamber’dir. Nitekim o da “Haccın menâsikini benim yaptığım gibi yapın” diye buyurur.
Dolayısıyla bizler, ahir zaman Müslümanları olarak, Hacc ve Umre’de Allah’ın ve Peygamber’inin öncelediklerini öncelemek suretiyle emri yerine getirmiş oluruz. Ama bunu meraklarımızdan arınarak yapabildiğimizi söylememiz zordur.
Çünkü, örneğin menasike dahil işaretlerden (şeâirillâh) olan sa’y’ı yaparken, neden “orada” olduğumuzu ve yaptığımızla aslında başka “neleri yaptığımızı” düşünmekten kendimizi alıkoyamayız ki, nitekim bizden başkaları da adına “sembol çözümlemesi” dediğimiz bir garip merak ile (kendileri de orada bile değilken) birçok soruyu sormuş ve onlara cevap aramışlardır.
Acizane kendim o divanelerden biriyim ve “Sevgili’nin Evi”nde sanki sa’y yapıyormuşum gibi, “Adem, Nuh, Hacer, İbrahim, İsmail’in ayak izlerini kaybolmadan görmek için koş. O peygamberlerin ayak izlerini iyi izlemek için yavaş yürü. Taif’in sokaklarında, atılan her bir taşla ayaklarında güller açan ve o gülleri yollara serperek Taif’i Mekke’ye bağlayan Hz. Peygamber’den, Safa ve Merve’yi emin belde kılmak için Vahşi’nin ellerinde canını Allah’a sunan Hamza’dan ve Hamza’nın kanıyla lekeli ellerini iki yanına düşürüp, Resulullah’ın ancak ve ancak eşiğine baş koyarak İslam’ı öğrenmeye, Müslümanca tövbe etmeye çalışan Vahşi’nin gözyaşından da izler var orada. Ey nefis! Safa ile Merve put değil; put sensin ve put senden beslenen pozitivist anlayıştır. Hadi, iki tepe arasında yürü, alçaldıkça yücelmek, yüceldikçe alçalmak için…” diye kendime seslenmiştim.
Hele son cümlelerimi açmaya çalışıp, Bakara Suresi’nin, meali “[Ey Müminler!] Safa ve Merve [adlı iki tepe her ne kadar İslam öncesi dönemlerde İsaf ve Naile adlı putların bulunduğu mekânlar olsa da sonuçta] Allah’ın değer atfettiği birer nişâne, birer semboldür. Bu yüzden, hac veya umre yapan kişinin bu iki tepe arasında [ibadet maksadıyla] hızlıca gidip gelmesinde sakınca yoktur. Her kim ihlas ve samimiyetle bir iyilik/ibadet yaparsa Allah katında bunun mükâfatını görür. Çünkü Allah iyilikleri fazlasıyla mükâfatlandırır; yaptığınız her iyiliği bilir.” şeklinde olan 158. Ayetinin nüzul sebebinin de sahabenin emirle ilgili tereddüdüne çıktığını fark edenlerin halini düşünelim bir de (daha fazla bilgi için lütfen, naklettiğim mealin sahibi olan Mustafa Öztürk Hoca’nın ayetle ilgili dipnotuna bakınız).
Aynı durum Hacerü’l-Esved, Makam-ı İbrahim, Zemzem, Hicr-i İsmail vd. için de geçerlidir.
Burada asıl olan, sembollerin (şeâirillâh’ın) ve onların meraklandırıcı özelliklerinin farkında olup, Hacc’a ve Umre’ye dair emirleri yerine getirirken, onların bilgisinde derinleşmeyi, ibadetin önüne almamaktır.
Kulluk teslimiyeti gerektirir; teslimiyet ise teslim olduklarımızın (Allah’ın ve Peygamberi’nin) öncelediklerini öncelemeye sevk etmelidir bizleri.
Sonra ilkin Kâbe’den başlayıp, onun kübik yapısını dörde bölmeye ve onların her birini ahir, evvel, zahir, batın olarak adlandırmaya; onun dört yönünü ateş, su hava ve toprak (anâsır-ı erbaa) olarak tasarlamaya, tabanını Alemü’l-gayb, tavanını Âlem-i Şehadet olarak tanımlamaya… geçelim. Sonra Hacerü’l-Esved, Makam-ı İbrahim, Safa ile Merve… vd. için düşünelim benzerlerini. Çünkü bizler, insan-Müslümanlarız.
Ama bilelim ki, bunların en sahih anlamları İlahi bilgilerindedir ve o da onların bizzat kendilerinde ve doğrudan doğruya ilk görünürlüklerindedir.
Bilginin en hası Allah’ın ve Peygamber’inin bildirdikleri, Hacc ise bu bilgiyi bilmenin ve buna göre terbiyelenmenin en güzel örneğidir.