“Allah bereket versin” sözü, esnaf görgüsünde ilk öğrenilecek şeylerden biridir. Esnaf, paracığını harcayan müşteriyi teselli etmeyi behemehal öğrenmeli, onun, harcadığı parayla usulünce vedalaşmasını, aklının o parada kalmamasını sağlamalıdır.
Bereket sözcüğünde, kapitalist aklın almayacağı bir şey bulunur. Bereket sayesinde az çoktur, uzak yakındır. İki kişinin doyduğuyla üç kişi doyabilir. Az söz, çok etki doğurabilir. Bu o kadar hayati bir beklentidir ki, kudemanın dilinde “bereketin kaçması”, yaşanılası zamanlarda olmadığımızın ifşası anlamına gelir.
Bugün, Müslüman elinin işlediğinde, Müslüman aklının düşündüğünde, Müslüman bileğinin eylediğinde bu bereketin bulunup bulunmadığını sormaya hakkımız vardır. İmam-hatip liselerini sayıca çoğaltmak bereket göstergesi midir mesela? Sayıca daha çok başörtülü öğrenciye ya da mesela bürokrata sahip olmak, bereketli bir dönem geçirdiğimizin mi göstergesidir acaba? Daha fazla finans kurumu, daha çok muhafazakar kolej, daha sık katıldığımız fuarlar bereket mi demektir? Yoksa bütün bu sayısal artışlar, başımıza ördüğümüz bazı çorapları gizleyen sınavlarımıza mı dönüşmekte? Sormalıyız.
Şu dünya hayatında vazifemiz, her türden eylem için geçerli olmak üzere, daha çoğunu yapmak, daha fazlasına sahip olmak, daha görünür, daha güçlü vs olmak değildir. Dünyaya gelme gerekçemize muvafık olarak yaşamak ve efendice çekip gitmektir. Yakın geçmişte yaşadığımız bir dinî örgüt badiresinin sebeplerinden bir kısmı da, bu işe bulaşmış olanların bu “daha çok, daha büyük, daha güçlü olma” arzularından kaynaklanıyordu.
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Bir Müslüman, Allah’ın yardımını ve vermesi beklenen bereketi hesaba katmadan, sadece ya da ağırlıklı olarak kendi gücü ve müktesebatına dayanarak yine Allah rızası için bir iş yapamaz. Yaptığı işi Allah rızası için yaptığını var sayabilir ama Müslümanca eylemenin temellerini atan tevekkülün ve teslimiyetin reddi üzerine bina edilmesi sebebiyle aslında o iş daha temelden yamuktur. Kestirmeden söyleyelim, bereketsizdir.
Çünkü bereket, Cenab-ı Hakkın azımızı çok etmesi, zaafımızı güç kılmasıdır. Allah bizden her halükarda o işleri değil, aynı işleri kabul edeceği şekilde yapmamızı istiyor. Yani aynı “İslami” işleri, nasıl olursa olsun yapmak değil, onun istediği gibi yapmakla sorumluyuz.
“Onun istediği gibi” kısmında dikkatimizi yöneltmemiz gereken şeylerden biri dış-fıkhi şartların yerine getirilmesiyse, diğeri o işe ve eyleme eşlik eden kalbin fıkhının gözetilmesidir. Gerekli fetvaların alınması sayesinde tamamen “İslami” görünen, dış şartlar bakımından bütünüyle “mücahitçe” sayılan, süper dini, ultra hizmet bir iş, içinde iddia, benlik, gösteriş, nefs tatmini gibi bir dizi çürük sebebiyle dini ve İslami olma katına çıkamayacaktır. Bereketin başladığı ve bittiği yer burasıdır.
Mesela bir vakıfta ya da dernekte, müntesipler birbirleriyle bazı mansıplar için rekabet ediyorlarsa, “hayırda yarışmak” çok yanlış anlaşılmış demektir. Dışarıdan bakıldığında orada baştan ayağı dini-İslami faaliyetler gerçekleştiriliyor gibi görünebilir ama bu faaliyetlerin etkisi, nüfuz kabiliyeti, ruha işleme gücü yani kısacası bereketi olmayacaktır.
Muhtelif türden siyasi eylemlerde bulunmak, çeşitli ideolojik faaliyetler yapmak, yer yer dini vecibelerin yerine getirilmesi duygusunun yerine geçebiliyor. Oysa geçmemeli. İslamcı olmak, namazda, abdestte, niyette, edepte temellenen bir şeydir. Bunlar yitirildiğinde, bir üçüncü dünya ideolojisiyle baş başa kalınır.
Peygamber Efendimiz (sav), “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığınsa ameli niyetinden hayırlıdır” buyuruyor. Müminin niyeti, yani kalbinin hali, amelini/faaliyetini/eylemini aşacak bir seviyede bulunur. Bu kalp hali, onun yaptığı şeyleri onarır, gediklerini kapatır ve böylece ona bir bereket katar.
Mümin, göründüğünden fazlasıdır.
Münafığınsa yapıp ettiklerine kalbi eşlik edemez. Süslü amel, içindeki niyet bozukluğu sebebiyle sapır sapır dökülür, bir manevi etkiye erişemez.
Bu sebeple münafık göründüğünden azıdır.