Geçtiğimiz haftaki yazımda muhalefet bloğunun dizayn ediliş biçimini, muhalefet bloğuna verilen hedefler ve ödevler bağlamında ele almıştım. Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kuruluşundan bugüne kadar serüveni ile birlikte incelediğimizde iki temel safhanın gerçekleşmiş olduğunu ve belki de “asıl film şimdi başlıyor” dedirtecek üçüncü safhanın sürekli ertelenmekte olduğunu görebiliriz.
Birinci safha AK Parti’nin seçimleri kazandığı dönemdeki toplumsal atmosfer ile izah edilebilir. Ekonomik sıkıntılar, hak ve özgürlükler bağlamında yaşanan olumsuzluklar, belirsizliklerin had safhada olması sebebi ile toplumun geleceğini adlandırabilmesine olanak vermeyen derin sorun, güven bunalımı, istikrarsızlık, toplum psikolojisindeki derin yara gibi başlıklar halinde ifadesini bulan hususlarda bir karşılığının olmasıydı. Toplum iyi analiz edilmiş, sorunlar iyi tespit edilmiş ve çözüm önerileri yerli yerindeydi. AK Parti işte böyle bir gerçeklik üzerine iktidar olmuştu kuruluşunun üzerinden henüz çok fazla zaman geçmemiş olmasına rağmen. Toplumun önemli bir kısmının teveccühü ile iktidar olunmasının üzerinden henüz beş yıl geçmemişti ki Cumhuriyet mitingleri organizasyonu ile, e-muhtıralarla, toplumsal gerilim üretme projeleriyle, medyadaki ‘tehlikenin farkında mısınız’ çıkışlarıyla, Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarıyla iktidarı gayr-i meşru yollardan elinden almaya dair son derece ciddi çabalarla karşılaştık. İşte bu iklimde girilen genel seçimlerde AK Parti bir önceki seçimlerde %34,4 olan oy oranını %46,6’ya taşımıştı. Toplumsal sorunlara karşı getirdiği çözüm önerileri ile geldiği iktidarını bu defa daha da pekiştirmiş ve artık toplumla arasında bir daha çözülemeyecek düzeyde ‘duygusal bağ’ tesis edilmişti. Bu duygusal bağı daha da kuvvetlendirecek çok sayıda gelişmeyi de ardı ardına sıralayabiliriz. Bu süreç ikinci safhayı temsil eden bir süreçtir.
2011 yılındaki seçimlerin ise yeni bir safhanın habercisi olarak görülmesi gerektiğini düşünenlerdenim. O günlerin tabiri ile “toplumdaki her iki kişiden birinin oyunu almış” olan AK Parti Türkiye’nin köklü sorunlarıyla cesaretle yüzleşerek ve bu sorunları alt etmekle kalmayıp topluma bütün şeffaflığıyla asıl ‘kök sorunu’ göstererek yoluna devam ediyordu. %49,8’lik bir oranla kazanılan seçimin akşamında artık geleneksel hale gelen balkon konuşmalarının üçüncüsünü yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şu cümleleri kuruyordu;
“Bugün benim Türk kardeşim, Kürt kardeşim, Zaza, Arap, Laz, Gürcü tüm kardeşlerim 74 milyon kazanmıştır. Yoksul kardeşim, kimsesiz kardeşim kazanmıştır. Bugün küresel ölçekte mazlumların mağdurların umudu kazanmıştır. İnanın bugün İstanbul kadar, Saraybosna kazanmıştır. İzmir kadar Beyrut kazanmıştır. Ankara kadar Şam kazanmıştır. Diyarbakır kadar Ramallah, Batı Şeria, Kudüs, Gazze kazanmıştır.
Bugün Türkiye kadar Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar, Avrupa kazanmıştır. Bugün demokrasi kadar, özgürlük kadar, barış, adalet, istikrar kazanmıştır. Bu milletin bir evladı olarak şunu da büyük bir gururla ifade etmek durumundayım. Türkiye artık bölgesine ve dünyaya örnek teşkil edecek bir demokratik özgürlüğe ulaşmıştır.”
Bu cümleler AK Parti’yi var eden kurucu felsefenin de artık icra edileceğine dair ipuçları içeriyor, bir iddiayı da ortaya koyuyordu.
İşte o günden sonra AK Parti’yi geri gelmemek üzere devirme çabalarına uluslararası düzeyden destek veren yeni aktörlerle karşılaştık hepimiz. Suriye mevzuunda yüz üstü bırakılışımız, AB’den gelen tuhaf mesajlar, Gezi sahnesine özenle kurulan uluslararası medyanın aynı zamanda isyana da start veren “üç-iki-bir, yayındayız” anonsu, sosyal medya organizasyonları, yabancı sermayenin yerli ortaklarıyla koordineli bir biçimde saf tutarak işin ekonomi tarafında üzerine düşeni eksiksiz yerine getirme gayretleri, FETÖ terör örgütünün aldığı vazifeyi icra etmeye dair aldığı inisiyatif, DEAŞ’ınden PKK’sına, DHKP-C’sine kadar çok sayıda terör örgütünün eşgüdümlü organizasyonu, daha sonraları ucu ABD mahkemelerinden baş verecek 17-25 Aralık yargı darbesi girişimi, 15 Temmuz işgal teşebbüsü. Hemen hepsi gözümüzün önünde cereyan etti öyle değil mi?
Yaşanan onca hadiseye bakınca AK Parti iktidarının üçüncü safhaya geçişinin niçin mümkün olmadığı da görülecektir. Eforun önemli bir kısmı bu saldırıları püskürtmeye harcanmıştır. İşte geçtiğimiz haftaki yazımıza konu ettiğimiz muhalefet bloğunun yeniden dizaynı hususu da bu minvalde okunmalıdır.
Tam da bu noktada, yeni bir seçime girilirken, AK Parti’nin üzerine düşen ödev, 2002’den bu yana sürdürdüğü sorunları çözebilme yeteneğinin devam etmekte olduğuna dair toplumu inandırmanın ve iktidarının ikinci safhası ile birlikte toplumla arasında kurulmuş olan duygusal bağın yerini duygusal kopuşa bırakmamasının yanı sıra, bundan sonraki safhada üstleneceği kurucu rolün ne olduğuna dair ipuçlarını toplumla paylaşmaktır. Bu aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan sonrasının da bizzat Erdoğan tarafından şekillendirilmesi anlamına gelmektedir.
Dikkat edilecek olursa geçtiğimiz haftaki yazımızda yeni muhalefet bloğunun Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden ziyade meclis seçimleri ile ilgilenmekte olduğunu söylemiştik. Bu, bir türlü halkla arasına giremedikleri güçlü bir ismi meclis kanalı ile işlevsiz hale getirme çabasıdır. Meclis aritmetiğini arzu ettikleri gibi şekillendirdiklerinde istediklerini -şimdilik- büyük oranda almış olacaklardır. Aslında yeni bir kaostur istedikleri. Çalışmayan, çalıştırılmayan bir sistem önermektedirler topluma.
İktidar partisi ile muhalefet bloğunun arasındaki temel fark, bundan sonrasında ne olacağının kamuoyu ile paylaşılması olmalıdır. Muhalefetin buna dair hiçbir önerisi söz konusu değilken iktidar partisinin bundan sonrasına ilişkin olarak kuracağı her anlamlı cümle kendi hanesine kaydedeceği bir oy oranı anlamına gelecektir.
Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (ki son zamanlarda her ikisini birbirinden ayırma, ayrı düşünmeye dair çabalara kuvvetli bir biçimde itiraz edenlerdenim) Erdoğan sonrasını (Allah gecinden versin) anlamlı bir yere bağlamak zorundadır. Nitekim, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişle birlikte gerçekleşen sistem değişikliğinin buna yönelik olduğu aşikardır. Şimdi bu değişikliğin içinin doldurulması zamanıdır. Cumhurbaşkanımızın bir seçim vaadi olarak ifadelendirdiği ‘güçlü meclis güçlü hükümet güçlü Türkiye’ söylemini de buna yönelik bir hamle olarak okumamız gerekir.
Bir döneme damgasını vuran ama bugünlerde çokça duymadığımız Yeni Türkiye kavramına atıf yaparak nihayetlendirmek isterim yazımı. Yeni bir Türkiye kurulmaktadır ve bu yeni model 2011 seçim zaferi sonrası AK Parti Genel Merkezi balkonundan deklare edildiği gibi sadece Türkiye ile sınırlı kalmayacaktır. Bize yaşattıkları bütün bu telaşe bununla alakalıdır.
Bu seçimlerin manası şu soruda yatmaktadır;
Erdoğan dışında kalan karikatür liderlerle ülke bütün iddialarını terk ederek içine mi kapanacaktır yoksa sahici, esaslı bir liderle iddialarının peşinden koşmaya devam mı edecektir?
Kanaatime göre, 24 Haziran seçimlerinde AK Parti iktidarı (lideriyle ve meclisiyle) devam edecektir.
Lakin, 25 Haziran sabahından itibaren AK Parti’den beklentimiz, 2023 ve sonrasını adaletle, liyakatle, ferasetle kurgulayacak hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn, metîn bir kadro yapısıyla karşılaşmaktır. Zira bu memleket Kalb-i Selim, Akl-ı Selim ve Zevk-i Selim ahengini artık fazlasıyla hak etmektedir.