AK Parti bize bir devlet borçlu

1648 Westfalya Antlaşmasını baz alacak olursak –ki öyledir- devlet, batılılar için yeni bir kavram sayılır. Teorik olarak ondan öncesinde bugünkü manada devletin var olmadığı Batının bir ön kabulüdür. Avrupa merkezli düşünüş biçiminin dışında cümle kurmayı becerememiş olanlar için de bu böyledir. Bu yüzden Endülüs’ü, Selçuklu’yu hiçbir zaman devlet olarak kabul etmezler. Hatta Osmanlı da bir devlet değildir onlara göre. Osmanlı sadece ve sadece uzun bir süredir devam edegelen bir ‘doğu sorunu’dur. Meraklısı bu konuyu ‘Eastern Question/Doğu Sorunu/Şark Meselesi’ gibi anahtar kavramlar yardımıyla enine boyuna araştırabilir.

Bir süredir Lozan üzerinden bir tartışma yürütülüyor. Cumhurbaşkanımızın da bu tartışmanın istikamet bulmasına yönelik müdahalesine tanık olduk. Kendisi bir anlamda ‘yenilgiyi kabul ediş’ olarak yorumladı Lozan’ı. Bu bir nevi meseleyi hezimet mi zafer mi sorusunun dışında tartıştırma niyeti barındırıyordu belli ki.

1648 ile birlikte kurulan ‘Uluslararası Devlet Düzeni’ kendi içerisinde yazılı olmayan ama bu düzen içerisinde yer alan devletlerce varlığı kabul edilmiş teamüller bütünü olarak adlandırabileceğimiz kurallar içerir. Bu kurallar ‘uygar’ dünyanın kendisi için ürettiği varlığına ilahi bir anlam yükleyerek iman ettiği kurallardır. Tartışılması dahi kabul edilemez. Uygar olduğu tartışılmaz Roma’da yaşayanların birbirleriyle, Roma’nın uygar olmayan barbalarla ve barbarların kendi aralarındaki hukuklarının ne olacağı hususu burada da devrededir. İşte bize ‘çifte standart’ gibi görünen şey tam olarak buradan yeşermektedir.

Bir de meşruiyet mevzuu var tabi. Yani kimin devlet olacağına, kimin kendileri gibi bir statüye sahip olacağına ‘devletler sistemini kuranlar’ karar verir. Onların meşru kabul etmediği bir yapı asla devlet değildir onlara göre. Ne demek istediğimi anlayamayanlar, Kosova neden devlettir de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti devlet değildir sorusunun cevabına bakabilirler.

Peki ya bir yapının artık devlet olduğunu kabul etmişlerse?

Bu durumda yeni devlet, uluslararası sistemin o görünür olmayan kurallarına iman etmiş demektir. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi sonrasında, Ortadoğu’da suni devletlerin üretildiği, Balkanlarda etnik kökene dayalı devletlerin kurgulandığı zamanlarda da bu böyledir, Afrika’da bağımsızlık piyangosu dağıtılan sömürge devletlerinde de… Zamanı biraz daha yakına taşıyacak olursak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan sözüm ona ‘bağımsız’ devletlerde de aynı anlayışla karşılaşırız. Bunların hepsinin, uluslararası devletler sistemine kabul edilmeleri bir çeşit görünmeyen anlaşmalar yolu ile olmuştur. Bu kendini reddedip, yenilgiyi kabulle başlayan bir süreçtir. Bu devletler için tarih devlet olarak kabul edildikleri yani meşruiyet kazandıkları andan itibaren başlar. Bir başka ifade ile tarihleri batılı zihne teslim olmanın tarihidir.

Ben Lozan’ın da bu minvalde bir yere oturmakta olduğunu düşünenlerdenim. Lozan’ın kutsallığı buradan ileri gelmektedir. Bu yüzden dokunulmazdır, bu yüzden ‘Eski Türkiye’yi temsil eden ‘kendi kendini sömürgeleştirmiş’ zihin yapısı ne zaman Lozan’a dokunulmaya kalkılsa ayağa fırlar.

Aslında yaşadıklarımız tam da bununla ilintili şeyler.

Ben ‘AK Parti bize devlet borçlu derken’ de bunlar çerçevesinden hareketle bir şey söylüyorum.

Yezîdî inancında bir anlayış vardır. Yezidînin etrafına daire şeklinde bir çizgi çekilmiştir, daire silininceye kadar onun içinde kalmak zorundadır. Onlara göre, bu daire şeytan emriyle çizilmiştir ve içinden asla çıkılamaz. Ta ki, o daireyi çizen gelip de o daireyi silene kadar o dairenin içinde kalmalıdırlar. Aynı bu şekilde bize de bir çerçeve çizmişler. Biz de, o çerçeveyi bize layık görenler bizim için yeni bir çerçeve çizene dek beklemek durumundayız. Eski Türkiye’nin yılmaz bekçilerine göre. ‘Çıkalım şuradan… yok aman ha’, ‘kendi çerçevemizi belirleyelim… ı ıh olmaz’, ‘kendi kurallarımızı, kendi hukukumuzu oluşturalım… ya saçmalamayın’. Tam olarak durum bu.

Ancak, toplumun taleplerine bakacak olursak, batılıların bizim için öngördükleri devlet yapısı, sistemiyle, bürokrasisiyle, kurallarıyla, yasaması, yürütmesi, yargısıyla artık bize dar gelmektedir. Toplumun bu yöndeki talebi siyaset mekanizmasını da bir başka dünyaya doğru yelken açmaya itmektedir.

Zaten AK Parti’yi iktidara taşıyan ve her seçimde bu iktidara güç üfleyen saik de buradan ileri gelmektedir. Bu talebe cevap verme eğiliminde ve iddiasında olan AK Parti iktidarındaki Türkiye’nin AK Parti’yi parti kapatma davalarıyla, e muhtıralarla, paralel devlet yapılanmalarıyla, gezi ayaklanmasıyla, 17-25 Aralık darbe teşebbüsleriyle, 15 Temmuz işgal girişimleriyle, Suriye’deki planlamalarıyla, içeride destekledikleri dinamiklerle, terör örgütlerine istikamet vermeleriyle sınanıyor olması tamamen bu talebe kayıtsız kalamayan bir yönetim anlayışının her geçen gün meşruiyet zemini bulmasından ileri gelmektedir.

Batılıların bizim için öngördüğü bir devlet biçimine itiraz etmek aynı zamanda uluslararası sisteme de itiraz etmek anlamını ihtiva etmektedir. Dünya beşten büyüktür sözü bunun izahından başka bir şey de değildir.

Batılıların istediği devlet biçiminden başka bir devlet yapısının nasıl bir müessese olduğu konusu uzun ve felsefi bir zemine oturtularak tartışılması gerekir. Buna dair örnekler bizim tarihimizde mevcuttur elbette. Tam da bu dönemde Anadolu Selçuklularının ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş hikâyesini Sultan Abdülhamit Han örneklemiyle beraber ve belki de daha da önceleyerek ele almak, büyük önem arz etmektedir. Daha evvel bir yazımda kurduğum cümleyi alıntılayarak bu tezimi desteklemek isterim; kurtuluş mücadelesinden ziyade kuruluş mücadelesidir verdiğimiz. Eğer kurtulduktan sonrası için kendinize ait bir kuruluş fikriniz mevcut olmazsa Lozan’lara, uluslararası sistemin kodifikasyonlarına mahkûm kalırsınız, bu böyledir.

Mesele hayli meşakkatli, lakin ‘peki ama nasıl bir devlet’ sorusunun bende şöyle basit bir karşılığı var; Mehmet Genç Hoca yıllar evvel Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezinde yaptığı bir konuşmasında –hatırladığım kadarıyla- şöyle diyordu; “Devlet hava gibi olmalıdır, varlığını göremediğimiz, hissedemediğimiz, kendisine dokunamadığımız ama onsuz yapamadığımız hava gibi.” Hem Selçuklu hem de Osmanlı tecrübesinde bu böyleydi. Yine öyle olsun inşallah.