Ağlak adamların özgül ağırlıkları

Ağlamak, insani bir haslettir.

Allah korkusunun, sevmenin, hicranın, firkatin, özlemenin, vuslatın, müteessir olmanın, zaferin, yenilginin, zulmün, acının, acizliğin… kalpte, gönülde yaktığı ateşin dışa vurumudur.

Ağlaklık ise, deyim yerindeyse ağlamanın suyunu çıkarmaktır.

Bu yanıyla “ağlaklık”ın, sözlüklerde geçen “ağlamaklı olmak” şeklindeki tanımı yanlış, en azından eksiktir.

Ağlaklık, dokununca ağlama huyunun samimiyetsizliğe tebdil edilmiş şeklidir.

Örneğin ihtiyaç belirtirken ağlayıvermek, kendi adına ya da bir kurumu temsilen yardım toplarken, gözyaşı yoluyla talebine ciddiyet katmaktır.

Bu samimiyetsizlik, en fazla halkın inanç, kültür ya da sevgi planında değer verdiği hususlarda tezahür eder.

Örneğin adamın vaaz etme nedeni yardım toplamaktır. Mübarek isimleri zikrederek ağlaması, her ağlayışında yaka cebinden çıkardığı kocaman bir mendille, acımasızca sildiği burnunu pörsümüş bir havuca benzetmesi, ağlaklığını öne çıkartarak, asıl yardım toplama maksadını geriye itmesidir.

O vaazı dinleyenlerin yürekleri dayanamaz nitekim böyle şeylere, ilgili kişiye acıyarak değil, ağlaklığı üzerinden yönelttiği merhametle paylaşıverir cebindekini onunla. Bu nedenle din istimarı ağlaklığın şanından, merhamet duygularının istismarı ise kârındandır.

Bu tanım ve değerlendirmemizi en güncel ağlaklık örneği üzerinden somutlaştıracak olursak:

-Dershanelerde yeni bir düzenlemeye gidileceği söylenir, adam başlar ağlamaya. Önce fedakar adam pozlarına yatarak, “alın, bu güzide müesseseler, sizin olsun” diye bir çıkış yapar, bakar ki durum ciddidir, “vay benim kırk yılda ördüğüm hırkayı kimler giymek istiyor” diye başlar feryada.

-Kendi aklınca ananas dağıtmaya kalkışır. “Dur bakalım, sen kimsin de kimin ananasını kime dağıtıyorsun mübarek” denilir, yine başlar ağlamaya.

-Darbe yapmaya kalkışır ama zoru görünce, eli ayağı birbirine dolaşır ve yine ağlaklığa sığınır.

Öyle çok ağlar ki, ağladıkça rezilleşir, rezilleştikçe sünepeleşir, sünepeleştikçe kendisine halk tarafından lakaplar takılır, bu defa da yeni lakaplarına ağlamaya başlar.

Her ağlak gibi onun da dizgini çekmez, freni tutmaz. Bu kez bedduaya sarılır ve varlığı giderek kötü sözlerin, şirretli kelimelerin, pis bir mendilin imgesine dönüşür.

Halk nezdinde bu imgesiyle yerleşik hale gelen adamın adını vermeme bile gerek yoktur. “Ağlak adam” dediğimizde onun “uzaktaki kara çukur” olduğunu herkes bilir zaten.

Verdiğimiz örnek de dahil ağlak adamların bir de özgül ağırlık sorunu vardır.

Nedir özgül ağırlık?

Bir cismin birim hacminin ağırlığıdır.

Malum, bir cismin yoğunluğu kütleye bağlı ve kütle de değişmediği için sabittir, özgül ağırlık ise cismin ağırlığına bağlı olduğundan, ağırlık değiştiğinde (yer çekimi ivmesi nedeniyle) o da değişir.

Elbette, “benim bir özgül ağırlığım var” diyen adam, şu zikrettiğimi özgül ağırlığı kastetmiyordur.

Bu kavramdan yararlanarak bulunduğu yerdeki (gruptaki, cemaatteki, partideki vb.) itibar ve nüfuzunu kastediyordur.

İtibar ve nüfuzu bu manada biraz açalım:
“Ben filan gruptanım ve o gruptakiler bana değer verirler” demek itibara, “o gruptakiler benim ağzıma bakarlar ve asla sözümden çıkmazlar” demek de nüfuza vurgu yapmaktır.

Bu yanıyla itibar ve nüfuz korunması gereken bir şeye dönüşür. Çünkü herkes onlardan yana nasiplenmek, onun üzerinden çıkar ilişkileri kurmak ve geliştirmek ister. Dolayısıyla itibar ve nüfuz talep edeni çok olan, hükmi bir durumdur.

Öte yandan rekabet özelliği taşımasıyla, başkalarınca yıpratılmaya, giderilmeye açık bir nazik kazanıma dönüşmektedir.

Ağlak adamların özgür ağırlık sorununun yerleştiği zemin de işte bu itibar ve nüfuzun kaygan zeminidir.

Bu konuda da yine “Uzaktaki kara çukur”un fiili durumunu örnek olarak verebiliriz.

Önceden itibar ve nüfuzun pekiştirilme biçimlerinden biri olan ağlaklıkla muteber iken, bunları kendi söz ve davranışlarıyla enflasyona uğratmasından sonra o kişinin itibar ve nüfuzunun da ayakaltına indiği malumdur.

Biz yine de onu bir kenara itip, bu konuda siyaset sahasında mebzul miktarda bulunabilecek örneklerden birine bakalım:

Geçende, PKK medyasında yer alan söyleşisinde, biri, yakın geçmişte 11 kişilik siyaset takımında yer aldığını, sonra antrenör (halkın seçtiği Cumhurbaşkanı) tarafından yedek kulübesine çekildiğini ve bilahare saha dışına atıldığını söylüyordu.

“Yana yakıla söylemek” deriz ya işte o tarzdan olarak, yani ağlaklık yoluyla söylüyordu bunları.

Haliyle bu sözlerinden hemen önce, bireysel davranmadığına, toplumsal ve çoğul bir düşünüşle sorumluluk sahibi olduğuna dair yaptığı vurgular kendiliğinden güme gitmekle kalmıyor, gemi battığında, lüks kamaralarda oturanların da batacağını belirtmekle, herkesten önce kendisinin lüks kamara hayatının bitirilmesine acıklı bir destan dizmiş oluyordu.

Sonrasında, ağlak adamlıkla özgül ağırlık sorununu bitiştirmemize neden olan “Paralellere karşı biraz insafsızca davranıldığı” yolundaki kanaatini patlatıveriyordu.

Bu arada, birdenbire bizim aklımıza geliveren “Uzaktaki kara çukur, alüfteden kimi korumuştu?” sorusunun sizin de aklınıza gelivereceğini sanıyorum, ama zikrettiğim sorunda bunun önemli bir karşılığı olmasa gerek.

Çünkü ağlaklık özgül ağırlığı kemiren bir olgu olmakla, aynı zamanda eksilen özgür ağırlığın bir sonucu olarak somutlaşıyor.

Haliyle burada ondan kaynaklanan olaylar değil, olgunun bizzat kendisi önemli hale geliyor. Diğer bir söyleyişle ağlak bir adamla, özgül ağırlığını kaybetmiş bir adam olay yönüyle değil olgu ve akibet yönüyle bir bitişme gösteriyor.

Buna bakarak verebileceğimiz hükmün ise, ağlak adamların, özgül ağırlıklarını gözyaşlarıyla ayaklar altına akıtan adamlar ya da özgül ağırlıklarını yitiren adamların, ağlaklık libasını giyinmiş olanlar şeklinde somutlaşması doğal hale geliyor.

“Ha Hasan kel, ha kel Hasan” kabilinden, birbirlerine geçme özelliğine sahip çifte olumsuzluğun olduğu yerde ise olumlu bir halden söz etmek akla ve mantığa aykırı olacağından, bu bahsi ağlak adamların gerçekte özgül ağırlıksız oluşlarıyla bağlamak da zorunluluk arz ediyor.