Adını koyalım ki çağırması kolay olsun

Şunu kabul edelim; Cumhurbaşkanımızın, ‘güncelleme’ şeklinde özetlenebilecek son çıkışı öyle ‘günübirlik’ bir şey gibi durmuyor. Üzerinde düşünülmüş, tasarlanmış ve öyle sanıyorum ki, bundan sonraki politik seyri büyük ölçüde değiştirecek düzeyde bir çıkış arayışı şeklinde okumanın daha yerinde olacağını düşünüyorum.

15 Temmuz sonrası büyük bir ivme ile toplumun bir anlamda ‘din yorgunu’ haline getirilmeye çalışıldığını epeydir zaten gözlemliyoruz. FETÖ, ekran hocaları, merdiven altı yapılar, gerçekten iyi niyetle faaliyet içerisinde oldukları halde ama dünyayı ama sosyolojiyi ama siyaseti okuma konusundaki yetersizlikleri ile birlikte yaptıkları konuşmaların bütünden koparılmış kısımları üzerinden köşeye sıkışan isimler ve güya tam da bunların karşısına konuşlanarak karşı tarafta bilinçli/bilinçsiz üretilen malzemeyi ustalıkla işleyen profesyonel bir kesim eliyle yürüyen bir süreç bu.

Siyaset mekanizması, işte bu, yerelden uluslararası boyuta kadar çok kullanışlı hal alan din yorgunluğu problemini çözmek zorunda olduğunu düşünüyor kanaatimce. Problemi yerelden uluslararası boyuta kadar şeklinde tanımlıyor olmamın bütünsel bir karşılığı var. Kadın hareketleri, farklı cinsel kitleler üretme çabaları, gençlik üzerinden yapılan hesaplar, kalıplaşmış insan hakları söylemleri, biçim değiştirmenin arifesindeki devlet mekanizmaları, küresel değişimler, sermaye hareketlilikleri, yeni istikamet almış toplumsal hareketlilikler hem yereli hem de uluslararası boyutu olan durumlar halindedir artık. Bugün tartışmaların odağına yerleştirilmeye çalışılan din de işte tüm bu sorunlu alanlara dair hem fiili hem de potansiyel olarak bir söze sahiptir. Bu yüzden din yorgunluğu çok kullanışlı bir silah olarak birilerinin elinde bulunmaktadır.

Bugün iktidarda bulunan hareketin başat itici motor kuvvetinin dindarlık olduğunu söyleyebiliriz. Lakin bu dindarlık sosyolojisini aşan bir durum ile karşı karşıyadır bugünkü iktidar.

Kimi yapıların, kendisi ile bugünün siyasetini ve siyasetçilerini özdeşleştirerek, bugünün siyasi liderleri adına konuşma cüretini kendinde bularak, üretilecek siyaset biçimine yön vermeye talip olarak, dış siyasette alınan aksiyonları abartılı bir şekilde överek ya da eleştirerek söz söyleme hakkını tekeline alarak bir süredir aksiyon aldığını görüyoruz. Ben, bu aksiyonun bizatihi kendisinden ziyade aksiyonun dozunun siyaset mekanizması için bir sorun oluşturduğunu düşünüyorum.

Biraz detaya indiğimizde, bu şekilde aksiyon alan hareketlerin siyaseten, sosyolojik olarak, insanın/insanlığın sorunlarına ilişkin olarak elle tutulur bir önerilerinin olmadığını görürüz. Bu üzerinde bir hayli düşünülmesi gereken bir husustur.

İktidardaki siyasi hareketin, bile isteye ya da istemeyerek/farkında olmaksızın ürettikleri din yorgunluğu ile birlikte kendisinin büyük ortağı algısına oynayan bu yapılardan uzak durma gayreti söz konusudur.

Öte yandan, bana kalırsa, bugünkü iktidar, bu yapıların siyaset üretme hususundaki yetersizliklerinin farkındalığıyla aksiyon almaktadır.

Dışarısı açısından bakıldığında ise, uluslararası düzlemde teröre yardım ve yataklık suçlaması ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğu bir dönemde olduğumuzu söyleyebiliriz. Hatırlayacak olursak, FETÖ, ana muhalefet partisi başta olmak üzere neredeyse tüm muhalefet partileri, uluslararası arenanın büyük hesapçı aktörleri Suriye’deki sürecin başından beri bunu gündemde tutmaktadırlar.

Uluslararası alanda ise İslam algısı üzerinden yorulmuş topluluklardan bahsedebiliriz. Müslüman halkların ağırlıklı olarak bulunduğu ülkelerdeki yönetimlere nazaran bir umut olarak öne çıkan Türkiye’nin uluslararası arenada yürütülmesi gereken kamu diplomasisinin de önem arz ettiği yeni bir durumla da karşı karşıyayız bugün. Uluslararası kamu, Taliban, El-Kaide, DAEŞ, savaşmak durumunda kalmış diğer Müslüman gruplar, diktatörler, darbeler üzerinden öğretilen bir İslam algısına maruz kalmış durumda.

Mısır’ın Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin vs. geldiği çizgi öyle boş bir çizgi değil uluslararası sistem açısından. Türkiye içine düşürüldüğü pozisyon itibarı ile bu yeni örgütlenen ‘Müslüman Devletler’ karşısında konumlanmış durumda. Yani uluslararası toplumda yerleşik algı şu; bunlar bile ‘demokrasiye’, ‘insan haklarına’ koşuyorken Türkiye ne yapmaya çalışıyor?

Uluslararası güçlü bir aktör olarak, tüm bu süreci de yönetmek zorunda olan bir Türkiye var artık. Bu yüzden, mesela İhvan-ı Müslimin, Cemaat-i İslami, ya da Ortadoğu’daki kimi Selefi yapılar ile kurulacak ilişki biçiminin de nasıl olması gerektiği sorunsalı ile de karşı karşıyayız. Elbette, terör ile, öyle ya da böyle terörle özdeşleşmiş yapılar ile korunması gereken mesafe diye bir şey de var.

Bütün bu ifade ettiklerim, evetlediğim ya da reddettiğim hususlar olarak değil bir anlama çabasının ürünü olarak okunmalıdır.

Daha evvel karşı karşıya olmadığımız ve bu yönüyle yeni tecrübe etmekte olduğumuz yeni bir süreçteyiz. Bu sürecin tüm taraflara yüklediği ciddi yükümlülüklerin var olduğu gerçeğinden söz edebiliriz. Herkesin yükünün ağır olduğu bu dönemde meselenin en ayartıcı tarafının ise görünür alanda olma hususu olduğunu görmek boynumuzun borcu olduğunu düşünüyorum.

Bir diğer açıdan bakacak olursak, gürültüsü çok ama toplumsal karşılığı az olanlardansa, toplumsal tarafta yüksek potansiyeli haiz, lakin görünür alanda pek de olmayan kitleler siyasetin asıl hedefi gibi duruyor bugünkü tabloda. Bu da ‘artı bir’ oyun önem kazandığı siyaset arenasında oldukça doğal bir reflekstir.

Son yıllarda Müslüman topluluklar arasında görünür alanda sıkça gördüğümüz kimi yapıların, hormonlu ve içi boş bir balondan müteşekkil durumlarına tanıklık eder durumdaydık. Bu balona nefes veren çok sayıda aktör olduğu muhakkak. Zaman zaman siyaset mekanizmasının da söylemsel olarak nefes verdiği bu balonun başkalarınca patlatılması ihtimalinin belirdiği bir dönemde siyaset mekanizmasının inisiyatif alıyor olmasını anlayışla karşılamak icap eder.

Bütün bu süreci yönetmek adına siyaset mekanizmasının ürettiği söylemin ‘yerli ve milli’ söylemi olduğunu da unutmayalım.

Karşı karşıya olduğumuz bu yeni durumu bizi acıtsa da uzun uzadıya enine boyuna konuşma zorunluluğumuz var. Bu konuşma biçimi herhangi bir yere, mevzie, cepheye konuşlanarak olmamalı. Bir ad koyma çalışmasıdır bu; adını koyalım ki çağırması kolay olsun babından.

Bu noktada en önemli şey şudur; ‘din budur’ demeye kimsenin hakkı yoktur. En fazla, dinden benim anladığım ve uyguladığım budur demelidir görünür alana talip olan hocalar. Yoksa bu kavga bitmez. Ve Aliya’nın Bosna Hersek’teki geliyorum diyen çatışmayı önlemek adına ‘hepimiz daha az Boşnak daha az Hırvat daha az Sırp’ olabiliriz dediği şeyi bir başka yönüyle uygulayabiliriz bu ve bundan sonraki süreçte.