Haritayı ters çevir ve Afrika’ya çık!

 

Herkesin bahanesi var, senin yok

günahlı bir gölgenin serinliğinde

biraz bekleyebilirsin, daha sonra

burada kalamazsın, başa dönemezsin

ama dön

Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!

Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!

Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!

(İsmet Özel-Of Not Being a Jew)

Afrika’ya ilk seyahatimi 2006 yılında Nijerya’ya gerçekleştirdiğimde beni, Afrika’ya başka amaçlarla gidenlerden biraz farklı kılan şey bizim Ömer Muhtar, Fethi Gemuhluoğlu, Nuri Pakdil, Malcolm X, Ali Mazrui, İmam Harun, Cardiff Marney, Barney Desai, Ahmed Bello, Ahmet Kavas ve Hakan Albayrak’tan haberdar oluşumuzdu. Yine de gerçekçi olmak lazım gelirse Afrika’dan haberdar değildik biz. Çünkü en azından kendi adıma söylemem gerekirse ben Afrika’ya hakkıyla temas etmiş değildim o güne kadar.

Nijerya’nın ticari başkenti Lagos’ta bir caminin avlusundaki şadırvana oturup da abdest almak için kollarımı sıvamaya başladığımda Afrika kıtası kadar kocaman bir buzdağının ansızın erimekte olduğunu da görmüş oluyordum. ‘Selamunaleykum’ dediğinizde ‘aleykumselam’ ile mukabele edilene kadar dünyanın tüm diğer beyazlarından ayrı bir yere konduğunuzu da söylemeliyim.

Simsiyah çocuğunun başının Müslüman bir beyaz tarafından okşanıyor oluşu, büyüklerinden dinlediği hikayelerin hiçbirinde yeri olmayan bir durumdur siyah bir anne için. Aynı ezanla namaza çağrılmanın, namazda Fatiha suresini bitiren imamın ardından bütün cemaatin aynı anda amin demesinin bir başka topluluk için karşılığı da yoktur. Sevgili Ulvi Alacakaptan Uganda seyahatinde bir siyah Ugandalıya sarılırken Ugandalı’nın kendisine “daha evvel hiçbir beyaz bize sarılmamıştı” dedikten sonra birdenbire “A pardon sarılmıştı ama boğazımıza sarılmıştı” cümlesini söylemek durumunda kalışını anlattığında farklı bir gerçeklikte yaşıyor olduğumuzu anlamıştım.

Hakan Albayrak bize ‘Zengin Afrika’ terkibini öğrettiğinde Afrika’ya dair özenle seçilmiş fotoğraf kareleri gelmişti gözümün önüne. Yaşadığı herhangi bir hadiseyi Allah’ın “Yaradan Rabbi’nin adıyla oku!” emri gereğince tanımlamaya çalışan bir Müslümanın kendisine sunulan görüntülerin arkasındaki hakikate ulaşmak için çok fazla bir şey yapmasına da gerek yok aslında. Çünkü meseleleri yaratan Rabbin adı ile okuyor olmak meseleyi tam da kalbinden yakalamak demektir.

Afrika çarpar adamı. Afrika’daki hiçbir şey o bildiğiniz gerçekliklerden değildir. Öfkesi de, sevinci de, hesap soruşu da farklıdır. Modern hesaplar tutmaz buralarda. Siz ne kadar ondan yana olursanız o da o kadar sizdendir. Bu yüzdendir belki, Afrika’ya gidip de bütün bir kıtanın sorunlarını çözebileceğinize dair inanca bürünüşünüz. Ama her seferinde bütün bir Afrika’nın avucunuzdan kaymış da geri gelmek ister gibi size bakmakta olduğunu düşünürsünüz. Bu da sizin hanenize yazılmış bir eksidir işte.

Afrika bir on beş yıldır yeniden gündemimizde olan yerin adıdır. Sancılıdır bu süreç. Herkes çok şey bilir Afrika’ya dair çünkü. Çokça fakir, çok tembel, çokça sömürülmüş, çokça köle ve bütün bunları çokça hak etmiş bir kıtadır Afrika onlar için. Zira Afrika çokça Allah’ın belası bir yerdir. Tam bir emperyal, tam bir sömürgeci, tam bir oryantalistçedir ilk tepkiler. Afrika dediğinizde artık prim yapmayan, gişe iddiası olmayan bir filmde rol almak isteyen kişi muamelesi görüsünüz. Abartmıyorum hayır, Afrika açılımı çerçevesinde o dönemki Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül Tanzanya’ya gittiğinde küçük görülmüştür mesela. Yardım kuruluşlarımız kurbanlarını oralarda kesmek istediklerinde “ne işimiz var bizim oralarda” kalıbı önünüze konur, hatırlayın.

Afrika dünyanın büyük bir kısmıdır oysa. Birbirinden farklı yüzlerce kavim, birbirine hiç benzemeyen yüzlerce dil vardır bu kıtada. Ama bütün dünya için Afrika tektir. Hiçbir ülkenin, hiçbir kavmin, Afrikalı hiçbir insanın tek başına bir hükmü yoktur dünya nezdinde. Oysa ne bir Pigme benzer bir Hausa’ya ne de bir Tuareg benzer bir Hutu’ya. İçlerinde olduğunuzda fark edersiniz, her biri ayrı bir dünyadır. Eğer bunu fark ederseniz kalbinize dokunmasına izin vermiş olursunuz Afrikalının.

Bütün bunların üstüne Afrika ile kurulacak ilişki biçiminde karşımıza çıkabilecek bir soruna dikkat çekmek isterim.

Her ne kadar bazıları birazdan izah edeceğim gelişmeyi 1980’lere kadar geri götürse de 1990’ların ikinci yarısı ile birlikte Türkiye’de yaşayan ve kendisini Müslüman olarak tanımlayanların dünyaya açılımına şahit olduk. Bugüne kadar sadece çeşitli materyaller yolu ile elde edilmiş enformasyon şeklinde gelişen ve elle dokunulur bir yanı olmayan ve bu yönüyle kısmen hayali olarak gelişen diğer coğrafyalar ile irtibat kurma biçiminde birebir temas etme yönüne doğru bir değişiklik yaşandı. Doğrusunu isterseniz bu yeni iletişim biçimi aslında Türkiye’de yaşayanların kendisini yeniden keşfetmesi anlamını da ihtiva etmektedir.

Bu yeni süreçte, kendisinin ve dolayısıyla imkanlarının farkına varan insanımızın gittiği yerlerde kullanacağı üslûp çok önemlidir. Genelde kullanmaya yatkın olduğumuz ‘ağabey’ edası özellikle Afrika’da büyük bir yanlıştır. Bu, “sen bilmezsin ben bilirim”, “senin için iyi olanı ben düşünürüm” tarzı yaklaşımlar Afrikalıların yeni tanıklık edecekleri bir şey değildir. Tam aksine sömürgeciliğin başlangıcındaki kurulmuş cümleler birebir olmasa da aynı eksenden hareketle kurulmuş cümlelerdir. Ne yazık ki, son zamanlarda bölge ile kurulan diyalog biçiminde üstten bir dil kullanarak başlanmış tüm çalışmalar ölü doğmuş durumdadır.

Israrla, geçmişine sağır, geleceğine kör bir şekilde Afrika’da bulunuyor olmak başkalarınca kurulmuş cümleleri kullanma mecburiyeti anlamına gelir. Bizim Afrika’da bulunma mecburiyetimiz, Afrika’nın da yakın zamana kadar en acı şekliyle tecrübe ettiği hegemonyanın dışında bir dil geliştirmeye aday tek unsur oluşumuzdan ileri gelmektedir. Bu dil, üslûp ya da usul bizim tek başımıza tesis edeceğimiz bir şey değildir. Bunu tek başımıza yapabileceğimizi iddia etmek kendi etrafımıza kendi ellerimizle bir nevi ‘yezidi çemberi’ çizmemiz anlamına gelir. Bu, ancak, insanın insan olarak kalabilmesine olanak tanıyan değerler sistemine sadık kalınarak yapılabilir. Bu sistem ise lokal değil tam aksine evrenseldir. Ve iddia ediyorum, bu sistem özellikle bu dönemde Afrikasız olmaz.

Ne demek istediğimi bir örnekle ifade etmeye çalışayım. Bir kurban bayramında IHH vesilesi ile Nijerya’nın ticari başkenti Lagos’da kestiğimiz kurbanların bir bölümü ile yemek pişirtmiş ve pişirttiğimiz yemekleri yaşlılar evinin sakinleri ile paylaşmaya hazırlanıyorduk. Akşam olmuştu. Onlarca kapıyı çalarak her bir odanın sakinine hazırladığımız yemekleri servis edecektik. Daha ilk kapıyı çaldığımızda içeriden gelen ümitsiz ve ne söylemekte olduğu belli olmayan sese “sizin için yemek getirmişler” cevabını veren görevliye “iyi tamam bıraksınlar kapının önüne” şeklinde soğuk bir cevap veren ihtiyar için belki de şu sorduğu soruya gelen cevap bambaşka bir dünyadan gelen haber niteliğindeydi; “Hangi kiliseden geliyor bu yemekler?” “Kilise’den değil amca bu yemekler, Türkiye’den, Süleymaniye’den, Müslümanlardan” cevabını veren arkadaşımız Selim Şevkioğlu’na ansızın dönen ihtiyarın canlanmış bir şekilde hesap soruşu hiç mi hiç aklımdan çıkmıyor; “Şimdiye kadar neredeydiniz?”

İlk bakışta oldukça romantik bir hikaye gibi duran bu hadise aslında bir imkandan bahsetmektedir. Bize hitaben “şimdiye kadar neredeydiniz?” sorusunu yönelten o ihtiyar aslında kendisini de işin içine katarak yani kendisi ile birlikte bizden bahsetmekteydi. O olmayınca biz, biz olmayınca da o olmuyor çünkü ve bunu en iyi bizden ziyade o biliyor. Bizler yabancılaşmamış, özgüveni yerinde, ayaklarını bastığı kadim alanın farkında olarak yani kendimiz olarak çıktığımızda Afrika’nın karşısına şunu fark ediyoruz; Afrika bizi çok iyi tanıyor.

Afrika’da olmak zorundasın. Çünkü Afrika’ya gitmen demek kendine gelmen demektir. Öyleyse haritayı ters çevir ve Afrika’ya çık!