İran’da şah rejimine karşı ilk gösteriler Ocak 1978’de başladı.
Humeynli Ayetullah’ı bu tarihten itibaren görmeye başladık, gazetelerde ve ekranlarda.
Onun “ruhani lider” olduğu söyleniyordu. Bizlerse bu terimin ne olduğunu henüz bilmiyorduk ama onu, ak alnını daha da belirginleştiren siyah sarığıyla seviyorduk.
Sürekli hüzün halindeki çehresini çevreleyen sakalı, yakasız beyaz gömleği, gri yeleği ve siyah cübbesiyle bizlerde muhabbet doğururken, aynı görünümle Batı medyasında yeni devrimci Müslüman tipinin simgesi olarak korku salıyordu.
Şii idi Şii olmasına ama, son iki buçuk asırdır Batı tarafından itilip kakılan, sömürüye maruz bırakılan, kimi sülalelerin yönetimine uygun olarak tesis edilmiş ulus devletçiklerin, güvenlik esaslı (her an devrilme paranoyalı) keyfi uygulamalarına terk edilen İslam ümmetinin kurtuluş umudu olarak simgeleşiyordu aynı zamanda.
Yıl 1978’di ve yüreğimiz nice yıllardan sonra ağzımızdaydı; her yeni haberle titriyor; kimi zaman üzüntüyle, kimi zaman sevinçle kasılıyor ama her halükarda Humeynli Ayetullah’ın ayak seslerine ayarlı hale gelmiş kulaklarımızla, bir heyecan dalgasında yüzüyordu.
Dillerimiz ona “imam” demeye alışırken, onun Paris’ten İran’a ulaşan buyruklarıyla Tahran sokaklarının harareti yükselmeye başlıyor, şehit haberleri gündemin ilk maddesi haline geliyordu.
İlk kadın şehidin adı Süheyla idi. Adı, onun şehadetinden sonra doğan kızıma ad oldu.
O şehitlerin ruhlarından beslenen bir dirilişle, yoksulların kıyamına mekân olan sokaklar, Şah’ın zulmüne galip geldi bir süre sonra. Şubatın ilk günü İran’a dönen İmam, 1 Nisan’da İran’ın İslam Cumhuriyeti olduğunu ilan ederek, devrimin son noktasını koydu.
Son nokta!
Hayır, aslında o ilk noktaydı. Çünkü bin bir umutla gerçekleştirilen devrimin korunması yapılmasından daha da zordu. Hem modern zamanda bir İslam devleti kurmuş olmak, ümmetin yükünü de sırtlamış olmaktı. İmam ve devleti ümmetin beklentilerine cevap verebilecek miydi?
Sünni mezheplerle, mezhebi uygulamaları da ihtiva eden Şia tarikatı arasındaki büyük ayrımları giderecek kimi küçük adımlar attı İmam. Ümmetin mutmain olmadığı ama memnun kaldığı şeylerdi bunlar. Devamı bekleniyordu ancak, şu “devrimi korumak” dediğim büyük mesele her şeyin önüne geçince, yüreklerimiz yine ağzımızda sürdürdük bekleyişimizi.
1980’de Saddam’a İran’a karşı savaş açtırıldı. Bebek cumhuriyetin palazlanması istenmiyordu belli ki; devrimi gerçekleştiren neslin bir savaşla harcanması sağlanıyordu. 8 yıl süren bu savaş, Amerikan ambargosuyla daralan hayatı daha da kastı kavurdu. Mülkiyet ilişkilerini sorgulamaya zaman bulmayan (belki de maslahat gereği buna gerek duymayan) İran, mevcut halini de korumak kaygısıyla kendi içine dönmeye ve başka zulüm merkezleriyle anlaşmaya yöneldi yavaş yavaş.
İran’ın yeni müttefiki Suriye’de, Müslüman Kardeşler’e yönelik tedhiş ve zulüm programının en ağır darbesi olan “Hama katliamı”na karşı İmam’ın sergilediği o derin suskunluk, en az o menfur olay kadar üzdü Müslümanları.
Bu nedenle artık İmam’a (İran’a) kırgın olsalar da, isimleri istihbarat fişlerine “İrancı” olarak kaydedilenler, yürekleri yine ağızlarında olarak izlediler İran’ı. Değil mi ki İran, halen siyah sarıklı, nurani sakallı, yüzü hüzünle gölgelenmiş İmam Ayetullah Humeyni’nin ülkesiydi ve İslam düşmanları ona karşı birleşmişlerdi.
İmam’ın vefatından sonra da dağılmadı İran’ın üzerindeki kara bulutlar. Bilakis İran, yeni dünya savaşını kendi sınırlarının dışında sürdürerek en az zayiatla (belki de en azami karla) sona ulaşmak için, yanlış ittifaklar kurmaya, Amerikan yılanı tarafından açık görülen her aralıktan sokulmaya devam etti.
Gelinen nokta ise malumdur.
İran’ın Türkiye ve Rusya ile birlikte hareket ederek, Suriye sorununu halletmeye yöneldiği, Kudüs’e silik soluk bir çıkışla da sahip çıktığı, kabile devletlerinin kimileri için bir baskı oluşturduğu zamanda iç kargaşaya sürüklendi.
Ve bizler yine yüreklerimiz ağzımızda İran’a bakıyoruz. Onun son yıllardaki hal ve hareketlerinden memnun değiliz ama onu kuşatan ve boğmak isteyen şer ehlinin, son tahlilde İslam’a düşman olduğunu biliyoruz.
Bu bakımdan İran, önemli bir güvenlik hattıdır. Bu hattın kaybedilmesi, Şia’ya olduğu kadar ümmete de zarar verecektir.
Daha net bir söyleyişle, İran’ın Şii bağnazlığı zaman içinde giderilme potansiyeline sahiptir ama İran’ın kaybedilmesi telafisi imkânsız bir durumdur.
İşte bu nedenle yine yüreklerimiz ağzımızda bekliyoruz.
İran’ın kadim devlet tecrübesine sahip olması, badireleri atlatma konusunda tecrübeyle donanması umudumuzdur.
Umudumuzdur, hal ve hareketleri, mevcut yönelişleri yanlış da olsa Müslümanların varlığı, şer güçlere karşı direnişleri ve dimdik duruşları…