Edebiyat, sanat, din, felsefe, siyaset gibi birçok alanda konuşmaların, tartışmaların yapıldığı çayevi ve kitapevi gibi mekânlar, vaktiyle birçok insanın uğrak yeriydi. Sadece o şehirde yaşayanlar değil, şehir dışından gelenler de bu mekânlara uğrar, sohbetlere katılır, tartışmalara şahit olur, yeni insanlarla, yazarlarla, şairlerle tanışırdı. Edebî ve fikrî mekânların bıraktığı izlerin gönüllerden asla çıkmayacağını en iyi bilenler müdavimleri hiç kuşkusuz. Bir dönem fikir tartışmalarının olduğu, okumaların yapıldığı, ortamlara ev sahipliği yapan bu mekânlar, Köksal Alver ve Duran Boz’un editörlüğünde İz Yayıncılık’tan çıkan Mekân Hikâyeleri kitabında, bizzat müdavimlerin kaleminden çıkan yazılarla bir araya getirildi. Biz de bu güzel ve keyifli kitaptan yola çıkarak dönemin mekânlarını onların müdavimlerine sorduk.
Ali Emre
Bir “zemin kat” birlikteliği olarak Beyaz Saray
Beyazıt semtindeki Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı, birçok yönüyle, sıra dışı bir mekândı. İstanbul’un kalbi yahut beyni sayılabilecek bir yerdeydi; Beyazıt Camii ve Meydanı, Edebiyat Fakültesi, Kapalıçarşı, Sahaflar, Divanyolu, Cağaloğlu, Sultanahmet, İstanbul Üniversitesi Merkez Binası, Kütüphane, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Süleymaniye gibi önemli yapı ve yerlerle çevriliydi etrafı. Yayıncılığın, fikriyatın, kültür ve sanatın da kalbinin attığı bir mekândı burası. Doğal bir mektep demek daha doğru belki de. Süreç içinde, kendi kendine oluşmuş bir “zemin kat birlikteliği”. Bir tür “kitap kalesi”, kitaptan bir sur; harcı da burcu da kitaplardan müteşekkil bir yayın istihkâmı, kardeşliği. 90’ların sonunda kapanan bu mekân, hiç değilse belli bir dönem kitap ve sohbet meraklısı birçok insanın uğrak yeri olmuştur kuşkusuz. Birçok insanda bir anısı, bir karşılığı, bir izi vardır bu mekânın.
Ben, 80’li yılların ortalarından sonra gördüm Beyaz Saray’ı. Üniversite öğrencisiydim. Esnafı öyle cimri, açgözlü, suratsız değildi. Birkaç kitap alıp da paranız yetmediği için gözünüz başka bir kitapta kaldığında, hâlden anlayıp o kitabı da size hediye edenler yahut “Onun da parasını sonra verirsin.” diyenler de çıkardı. Tanışıklık artınca veresiye yazanları da görürdük elbette. Beyazıt Meydanı’ndaki bazı protestolara, eylemlere birlikte gittiğimiz ağabeyler, amcalar da vardı aralarında sonuçta. Kardeşlik, dostluk ölmemişti ve “dava bilinci” dediğimiz şey de ete kemiğe bürünerek, kendine özgü reflekslerle gelişerek hayat buluyordu. Beyaz Saray, o yıllarda, birçok gencin, İstanbul’da okuyan Müslüman genç kız ve erkeklerin bir kitaplık düşüncesine ulaştıkları, bu düşünceyi keskin bir şekilde eyleme döktükleri yerdir aynı zamanda. Öğrenci evleri hatta yurtlarda kalanların bile kendilerine kitaptan bir dünya kurmalarına yardımcı olmuş ve çevrelerini bu anlamda titreştirmelerini, etkilemelerini sağlamıştır Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı. Başka özellikleri, başka katkıları da vardı elbette bu çarşının. Sadece yayın dünyasını, kitapları, dergileri değil ülkedeki ve dünyadaki gelişmeleri de duyabiliyor, öğrenebiliyor, takip edebiliyordunuz burada. “Ayaklı kütüphane” diye nitelenebilecek insanların yanı sıra “ayaklı gazete” diye adlandırılabilecek malumatfuruş kitapseverler de eksik olmuyordu. Bugünün sosyal medyasının yerini tutuyordu bu çarşı adeta.
***
Ali Ayçil
İyi kitabın müjdelendiği şehir Erzurum
Erzincan’da lisede küçük bir kasabada öğrenciydim. Kasabamızda kitapevi yoktu, okulumuzun kütüphanesi vardı. Gerçek bir kitapeviyle Erzurum’da tanıştım. Bir değil, birden fazla kitapevi vardı ve hepsi capcanlıydı. İstanbul’dan düzenli bir şekilde o kitapevlerine kitaplar geliyordu. Bizim de kitap beklemek gibi bir huyumuz vardı. Arada bir kitapçıya gider, “Yeni kitap geldi mi?” diye sorardık. Bazen kitapçı ellerini iki yana açar; yüzünü biraz buruştururdu. Ondan sonra “Ben de bekliyorum ama henüz gelmedi arkadaşlar” deyiverirdi. Ardından isimlerimizi alır, o kitabı alacakların bir listesi oluştururdu. Aslında o dönemler kitabı az sayıda insan değil, çok sayıda insan okurdu.
Kitapevinden aldığımız kitapları ise genelde çayevlerinde okurduk. Erzurum’daki çay evlerinin bir kısmı, aynı zamanda sivil üniversite diyebileceğimiz birer okuma, tartışma, sohbet etme mekânlarıydı. Bu tür yerlerde üniversite öğrencileri, akademisyenler, sivil halktan insanlar, memurlar bir araya gelirler. Hem siyaset hem din hem sosyoloji hem sanat konuşurlardı. Buralar o dönemde üniversiteden daha fazla şey öğretirdi. Mesela bizim, Erzurum’da Murat Paşa Camii’ne yakın bir yerde “Hasret Çayevi” adında oturduğumuz bir mekân vardı. Herkes ikindiden sonra okulundan, işyerinden ya da ticarethanesinden çıkar gelirdi. O çayevinde Yunan felsefesinden Kuran-ı Kerim tefsirine, edebiyattan arkeolojiye pek çok meseleyi bir masa etrafında konuşurduk. Tabi bizim sohbetlerimizin bir ortağı da Erzurum çaylarıydı, çok çay yapılırdı. Bu sohbetler genelde diyalektik sohbetler olurdu. Herkesin böyle söz birliği ettiği sohbetler değil, kıran kırana tartışmalar olurdu. Çok farklı fikirler paylaşılırdı. Doğrusu o sohbetlerde eksikliğimizi gidermek için de, evlerde çılgınlar gibi kitap okurduk. Sabahlara kadar kitap okuduğumuzu biliyorum. Yayın dünyasını çok iyi takip ederdik. Herkes birbirine yeni çıkmış çok iyi bir kitabı adeta müjde verir gibi haber verirdi.
En son Erzurum’a gittiğimde Türkiye’nin aslında ne kadar çok değiştiğini aradan geçen uzun yıllar sonra gördük. Bizim mekânlarımızın büyük bir kısmı ortadan kalkmış, varlığını devam edenlerde yaşam biçimi değişmiş. Artık öğrenciler kafelere, daha lüks mekânlara gidiyorlar. Bizim mekânlarımızsa işsiz kahvehanelere dönmüş. Okuma kültürü o mekânlarda devam etmiyor artık. Keşke bir şekilde devam etseydi. Fakat sadece Erzurum’da değil, Anadolu’nun başka şehirlerinde de İstanbul’da da artık o mekân kültürünün ortadan kalktığını görüyoruz. Nitekim Türkiye’nin kültürel merkezi olarak kabul edilen Sultanahmet Cağaloğlu’nda bile kitapevlerinin kapanmasıyla beraber o toplaşma, tartışma mekânlarının son bulduğunu söyleyebiliriz.
***
Duran Boz
Çay, şiir, edebiyat
1970’li yılların ortalarında Kahramanmaraş’ta Uzunoluk Caddesi’nde, “Halis Çayevi” vardı. O Halis Çayevi’ne Kamil Aydoğan, Ali Karaçalı, Ökkeş Aydoğan, Ahmet Bülbül, Mehmet Nalbant, Atıf Bedir gibi arkadaşlarla gelip giderdik. Burada bir yandan güncel konuları tartışırken diğer yandan da sanat ve edebiyat yazmak-okumak üzerine sohbetler gerçekleştiriyorduk. Bu arkadaşların her biriyle yeni çıkmış dergilerin her bir sayısını, ilk elden okuyarak şiirleri, denemeleri, köşe yazıları bazen sesli bazen de kendi aramızda konuşarak anlamaya kavramaya çalışırdık. 1978 Maraş olaylarına dek “Halis Çayevi” böyle bir işlev gördü. Sonrasında dağıldı. Burada oturacak çok geniş bir alanı olmamakla birlikte çay evini işleten ustanın bize karşı göstermiş olduğu nezaket, orada bir araya gelmemize mutlak surette katkı sağlardı. Başka şehirlerden gelen arkadaşlarla da bu çay evinde buluşurduk. Sözgelimi İsmail Kıllıoğlu, rahmetli İbrahim Sarı gibi ağabeylerle, zaman zaman oturup çay içerdik. Dışardan gelen arkadaşlar vasıtasıyla da ülke gündeminden de haberdar olurduk. Tabi bu şimdiki gibi sosyal medya hayatımıza girmemişti. İletişim araçlar bu kadar yaygın değildi. Dolayısıyla bireysel haber almalar bizim bilgilenme kaynakları arasında yer alıyordu. Halis Çayevi’nin bizim kendi aramızda ünsiyetin gelişmesinde çok katkısı var. Ben o günleri çok özlüyorum. Merkez dağıldı artık.
O günlerde Maraş’ta “Kültür ve Yardımlaşma Derneği” vardı. Şehre gelen herkesin yolu buradan geçerdi. Rasim Özdenören, rahmetli Erdem Beyazıt, Mehmet Akif İnan buralarda devam ederdik. Daha sonra Milli Türk Talebe Birliği (MTB) içerisinde yer almaya başladı. Şu an buradan baktığımda Maraş’a belki de o günün zor şartları içerisinde bundan hızlı taşınıyordu dergiler, kitaplar. Şimdi sadece kitapçılardan isteyerek adeta zorla getirilmesini sağladığımız dergilerin, kitapların akışı o gün bugünden çok daha rahattı.
***
Necati Mert
Ne aldıysak bize benzemeyenlerden aldık
1973 Mayıs’ından beri kitapçılık yapıyorum Adapazarı’nda. Kitabevim, kimi kitapları bulmakta zorlanan, özellikle sol kesimden öğretmenlerin uğrak yeri oldu. Ansiklopedi furyasıyla kitabevimin başlangıçtaki imajı unutuldu. İlk kitabımdaki hikâyelerden birkaçı benden beklenmeyen hikâyeler miydi, çevremin dikkatini çekti. 12 Eylül Dönemi’nde Evren Konseyi’nin kimi uygulamaları, yasakları, “Bunun için de darbe yapılmaz ki!” dedirtecek cinstendi, buradan intibahla başörtüsünün yanında yer aldım, giderek bürokrat solculuğuyla da arayı açtım. Haddimi bilerek söylüyorum, kitabevim başlangıçta farklıydı, 80’li yıllarda farklıydı, bugün yine farklı. Şöyle ki dükkân değil “mekân”. Bizden çok sonra bizim çarşıda kuruculuğunu 2000’li yıllarda kimini bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olarak göreceğimiz birkaç akademisyenle akait gözeten gençlerin yaptığı “İhvan Kitabevi” de mekândır. Bir çeşit “okuma evi”ydi, kapandı. Yenicami’nin kıblesinde, şimdi yerinde yeller eser bir kahvehane vardı, Rahmi Sak’ın işlettiği, orası da mekândı. İhvan’dakilere benzer okuma, dinleme ve sohbetler orada da rahmetli Selahattin Şimşek’in etrafında olurdu. O kahvede birkaç akşam bulundum, güzel akşamlardı. Ancak benzerlerin toplaşması bana her zaman sıcak gelmiyor. Ben benzerlerimden değil, benzemezlerimden aldım ne aldıysam. İnsan, benzeriyle konuşmuyor, kendini tekrarlıyor. Ama benzemeziyle konuşuyor; eleştirmek için eleştirilmeyi göze almak lazım çünkü. Bu da kelimeye, dile, düşünceye dikkati gerektiriyor. Yeter ki taraflar konuşmak istesin. Kitabevimin bugün de farklı olduğunu söyledim ya, farklılığı bu işte: Yaş, meslek, diploma, düşünce, inanç, mezhep ayırmaksızın okuyan, okuduğunu paylaşan herkese açık olması. Eski çarşı içlerinde de var böyle yerler; ‘Yer’den olmuş mekânlar. Çoğu çay ocağı; bazısı iskemleleri dışarıya çıkarmış, yayılmış, sohbet koyu… En şöhretlisi, “Furkan”. Eski mekânlar, dükkânın sahibiyle vardılar, sahibi göçtü mü mekân da bir zaman sonra unutuluyordu. Çay ocakları, çarşı içlerindeki dükkânlar, cami avluları kadim mekânlar, oralarda hâlâ buluşuluyor. Lakin onların yerini giderek vakıflar, dernekler, kültür merkezleri almakta.
***
Mustafa Ökkeş Evren
Şadırvan ve Sami Ağabey
İskenderun’dan Adana’ya 1995’de taşındım. Taşınmamın ikinci haftasında güzel bir insan ve güzel bir mekânla tanışmıştım. Tanıştığım insan Abdülaziz Tantik, mekânsa Ulu Camii’nin medresesi Şadırvan’dı. Şadırvan, darbe ve deprem zamanları hariç, okuyan, yazan, düşünen, konuşan, derdi ve kaygısı olanların, tarikat ve tasavvufçuların, edebiyatçıların bazı yerel cemaatlerin çalışma, buluşma ve muhabbet alanıydı. 70’li yıllardan bu yana edebiyat, felsefe, sanat, din ve siyaset üzerine konuşmaların ve tartışmaların yapıldığı bir yerdi Şadırvan. Şadırvan’ın değişmeyen demirbaşı 37 yıllık çaycısı Ramazan’dı. Ramazan, Bingöllü ve Zaza’dır. Sabah namazıyla beraber açar çay ocağını. Şadırvan ondan sorulurdu. Şadırvan’ın ikinci demirbaşı ise Sami Gül’dür. Adeta konuşan bir kütüphane. Şadırvan bir mektepse onun hocalarından birisi de Sami ağabeydi. Ne zaman Şadırvan’a gitsem muhakkak etrafında çok sayıda kitapsever toplanmıştır. Nice öğrenci, öğretmen, şair öykücü, ressam, hat ve ebru sanatçısı, akademisyen, siyasetçi bir yığın insanın ruhu Şadırvan ruhuyla hemhal oldu. Orada farklı insan tipleriyle karşılaştım. Bizim grubumuz da vardı, grubumuzda şair, yazar, ülkücü insanlardan oluşuyordu. Adana’ya davet edilen Türkiye’de tanınmış birçok sanatçı, yazar, şair mutlaka Şadırvan’a götürülür, çay-simit ikram edilir. Rasim Özdenören, İsmet Özel, Mustafa Yazgan, Mehmet Akif İnan bu isimlerden birkaçı. Ne acıdır ki yıllarca Şadırvan’ın havasını soluyan, suyunu çayını içenler artık oraya gitmiyor. Dışarıdan gelenler de Şadırvan’a uğramıyor. Bu çok acı bir şey.