Bir yazarın hayali: Kanaat ekonomisi

Kanaat Ekonomisi’nin temelinde toprağa inanç ve yeniden yüzümüzü ona döndürme arzusu vardır. Toprak aynı zamanda kanaatkâr bir nizamın da adeta öğretmenidir. Kutlu’nun kanaatten kastı, modern ekonominin çarkını döndürmek için başvurduğu “tasarruf tedbirleri”nden farklıdır. O, bu kavramın kalbine, bir müminin dünyaya karşı göstermesi gereken kulluk iradesini yerleştirir.

Bir borsa düzeninin içinde yaşıyoruz. Ve bu düzende her gün bazı kavramlarla yatıp yine onlarla uyanıyoruz: Borsa endeksi, FED, uluslararası piyasalar, merkez bankası tahvilleri, gayrisafi milli hasıla, kur paritesi ve daha niceleri. Bu kavram ve tanımlardan bir kısmının ne anlama geldiğini bilmesek de, her birinin hayatımızla, maişetimizle yakından ilgili olduğunun farkındayız. Ama artık kapitalizmin sırtını tüketime dayadığını, bütün yöntemler kullanılarak insanların tüketmeye sevk edildiğini, ekonomik refahın koşullarından birinin “daha fazla tüketmek” anlamına geldiğini biliyoruz. Özellikle gelişmiş ülkelerde hayat bir tüketim modeli haline gelmiş bulunuyor. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerdeyse, kâh mahcup bir edayla, kâh açık bir dille “tüketen insan”ın yeri genişletilmeye çalışılıyor.

KARA SABANDAN KARA BORSAYA…

Türkiye’nin sadece siyasi değil, bir de ekonomi tarihi var ve bu ikisi birbirini her açıdan belirleyen bir mahiyete sahip. Biraz geriye gidelim: Osmanlı İmparatorluğu ile hasımları arasında, pek de konuşulmak istenmeyen bir fark vardı. Düşmanları uzun zamandır bir sanayi ülkesi idiler ve güçlerini de buradan almaktaydılar. Batının sanayi gücü, sömürgecilik de dâhil belli bir düzen içerisinde işlemekteydi. Hammaddenin kolay ve düşük fiyatla tedariki, imalatı, ucuz iş gücü ve ürünlerin pazarlanması bu düzenin gözle görülür parçalarıydı. Üretim araçlarını elinde tutan burjuva, ulus devletlerin politikaları üzerinde etkili olmaya başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu, çok da kıymeti olmayan birkaç imalathane dışında herhangi bir sanayi tesisine sahip değildi. Açıkçası, hala daha toprağa dayalı olarak yaşayan bir kara saban toplumu, demir çelik üreticilerine karşı savaşmaktaydı. İmparatorluk yıkıldığında da ondan geriye çoğu dağlık arazilerden oluşan şimdiki ülke kaldı. Cumhuriyet yönetimi, nasıl bir dünyada iş başı yaptığının farkındaydı; bir yandan toprak reformunu deneyerek ve makineleşmeyi teşvik ederek tarımı güncellemeye çalışıyor, diğer yandan da devlet desteğiyle de olsa milli bir sanayinin gelişmesi için çaba sarf ediyordu. İzmir İktisat Kongresi bu çabanın ilk örneğidir. Cumhuriyet Tarihinin bütün idareleri bu iki cepheli kalkınma modelini güçleri yettiğince uygulamaya çalıştı. İlk dönemde özellikle demiryolu yapımına verilen önem de yine bu kalkınma modelinin bir parçasıydı. Üretim, ulaşımdan bağımsız düşünülemezdi. Demir çelik fabrikaları, barajlar, santraller, eski Türkiye’nin abideleriydi. Menderes dönemi ve sonrasında Amerika’nın telkiniyle, demiryolu merkezli ulaşım arzusunda ve kimi askeri – sanayi yatırımların inşasında bir politika değişikliği göze çarpar. Evet, ülke Marshall yardımı almış ve Milli Şef döneminin sefaleti biraz hafiflemiştir. Ama bu dönemde demiryolu birincil ulaşım tercihi olmaktan çıkmaya başlamış, yerini karayolu almıştır. Türkiye yaklaşık 70 yıl sonra AK Parti iktidarı döneminde demiryolu inşasına gecikmiş olarak yeniden hız vermek zorunda kalacaktır. 12 Eylül darbesine gelinceye kadar birkaç siyasi badire daha atlatılmış, burjuvazi istenildiği gibi gelişememiş, birkaç sanayi yatırımı dışında batıya bağımlılık devam etmiş ve “batının doğudaki karakolu” soğuk savaşın bittiği yıllarda tıpkı Osmanlı Devletinin yıkılışında olduğu gibi hala tarım merkezli bir ülke görüntüsünü sürdürmüştü. Bu haliyle bir bakıma kendine de yetiyordu. Öyle ki, 12 Eylül darbesiyle “soğuk savaş sonrası dünya koşullarına” uyarlanmaya çalışıldığımız yıllarda Türk halkının hala yüzde sekseni köylerde ve kazalarda yaşamaktaydı. Bugün bir bakıma Özal döneminde verilen kararların şekillendirdiği bir ülkede yaşıyoruz. Tarım toplumundan sanayi toplumuna gecikmiş bir geçiş hamlesi, köylerden kentlere göç ve toprağın ikinci plana itilmesi, turizm sektörünün gelişmesi, serbest piyasa koşullarının oluşturulması vs. Bütün bunların, küresel sermayenin iştahlı beklentileri olduğunu bilmek için de kahin olmaya gerek yok. 2000’li yıllara geldiğimizde tarımı zayıflamış ama sanayisi de istenilen ölçüde gelişmemiş, borçlu, tüketim heveslerini utangaçça artırmaya çalışan yarı liberal, yarı kapitalist, yarı devletçi, yarı askeri vesayetçi bir düzen içerisinde, rotası NATO ve ABD tarafından sıkça değiştirilen bir ülkemiz vardı. Bülent Ecevit hükümetini sarsan yazar kasa krizi ve İMF’nin lütfen verdiği mütevazı krediler, bu dönemin manzara resimleridir. AK Parti hükümetleri döneminde Türk ekonomisi birden canlanmaya başladı: Dış yatırımlar artıyor, borsaya sıcak para giriyor, Türkiye turizmde dünyanın sayılı ülkelerinden biri haline geliyor, yollar gözden geçiriliyor ve şehirlere göç halen daha devam ediyordu. Şehirler son on beş yıldaki göreceli refahın işaretlerinden geçilmiyor artık: Birbiri ardınca başlayıp biten inşaatlar, büyük alış veriş merkezleri, otomobil ve lüks tüketim eşyalarındaki artış, marka zincirleri, çeşitlenen ürünler vs. Ve şimdilerde bir sanayi devrimi gerçekleştirmeden tüketim toplumuna dönüşmüş olmanın siyasi, sosyal, ekonomik cepheleriyle yüzleşmeye çalışıyoruz. “Kara saban”dan, hiç anlamadığımız bir biçimde bir gecede çöküveren “kara borsa” çağına adeta ışınlanmış durumdayız.

BİZİM BİR EKONOMİ MODELİMİZ OLMAYACAK MI?

Tarıma sırtını dönmüş ama sanayisini de küresel piyasalarda Pazar kapacak kadar büyütememiş olan bir ülkede, sıcak para denizi her dalgalandığında ya da dalgalandırıldığında krizler kaçınılmaz hale geliyor. Herkesin tv dizilerindeki gibi yaşamak istediği, tüketimin kışkırtıldığı ve pek çok insanın kredi kartı borçlusu olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Sonunda zemin sarsılmaya, makro ekonominin dalgaları mikro ekonominin ince duvarlarına çarpmaya başlıyor. Ve doğal olarak, “krizden çıkmak için bile daha fazla tüketim öneren bir düzene karşı, yeni bir düzen kurulamaz mı?” sorusu tartışılıyor. Bu soruyu soranlardan biri de yazar Mustafa Kutlu oldu. Kutlu, Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde tüketime dayalı ekonomiyi eleştiren pek çok yazı kaleme aldı ve “Huzursuz Bacak” adlı kitabını adeta bu meseleye hasretti. Hem “Huzursuz Bacak”ta, hem diğer bazı eserlerinde hem de köşe yazılarında Kutlu’nun sürekli tekrar edip durduğu bir de çözüm anahtarı vardı: “Kanaat Ekonomisi.” Bu kavram, muhafazakâr ve dindar çevreler tarafından hemen benimsendi ve öyle ki Cumhurbaşkanı bir konuşmasında esnaftan “kanaat ekonomisi”ne dönmeleri temennisinde bile bulundu.

KUTLU’NUN KANAAT EKONOMİSİ

Nurettin Topçu’nun rahle-i tedrisinden geçen ve özü itibariyle “Anadolucu” bir fikriyata sahip olan Mustafa Kutlu’nun “kanaat ekonomisi”, geliştirilmesi ve içinin doldurulması başta Mustafa Özel gibi ekonomistlere havale edilmiş bir taslaktır. Bu teklifin bir metafizik, bir de fiili cephesi olduğu söylenebilir. Metafizik cephesi, Allah tarafından mükemmelen yaratılmış kainat ve dünyayla barışık, tabiata, cümle varlıklara saygılı ve insan doğasına uygun hikmetli bir hayata işaret eder. Bu metafizik arka plan, Kutlu’nun metinlerinde çokça ve sıkça dile getirilmiştir. Kanaat Ekonomisi’nin fiili cephesi ise bizzat yaşadığımız hayata ilişkimiz bağlamında inşa edilmiştir. Şehirlerde, üst üste evlerde, hırs ve eşyaperestlik içinde, hep tüketime dayalı bir hayat yaşanmaktadır. Hava bozulmuştur, su bozulmuştur, insan bozulmaktadır ve egemen dünya nizamı gücünü bu arızalı hikâyeden almaktadır. Kanaat Ekonomisi’nin temelinde toprağa inanç ve yeniden yüzümüzü ona döndürme arzusu vardır. Su ve ekmek, hayatımızın olmazsa olmazıdır ve bunları da bize toprak verir. Toprak aynı zamanda kanaatkâr bir nizamın da adeta öğretmenidir. Öyleyse yüzümüzü büyük Anadolu’ya, köye, toprağa ve tarıma dönüp, yeniden “kendine yeten” bir ülke ve halk olabiliriz. Şehirlerde de tüketime değil kanaata yönelmeliyiz. Kutlu’nun kanaatten kastı, modern ekonominin çarkını döndürmek için başvurduğu “tasarruf tedbirleri”nden farklıdır. O, bu kavramın kalbine bir müminin dünyaya karşı göstermesi gereken kulluk iradesini yerleştirir. Peki bu sistemin mekanizması nasıl işleyecektir? Hem de içinde yaşadığımız tüketim, borsa ve iletişim çağında. İşte bunu da ekonomi alimleri geliştireceklerdir.

“KANAAT EKONOMİSİ” MÜMKÜN MÜ?

Mustafa Kutlu’nun “Huzursuz Bacak”tan itibaren sıkça adres gösterdiği bir kişi vardır; ekonomi profesörü Mustafa Özel. Özel’den böyle bir eser yayınlamasını arzulamış, Özel de yaklaşık on yıl önce Anlayış Dergisi’nde Kutlu’nun “kanaat ekonomisi” hakkında bir makale kaleme almıştır. Makale’nin sonunda Özel bazı imalarla da olsa, “Kanaat Ekonomisi” kitabını yazacağını ilan eder. Derginin Aralık 2008 tarihli sayısında “Krize karşı kanaat ekonomisi“ başlığıyla kaleme alınan makalenin son paragrafı şöyledir: “Kut­lu’ya söz: Al­lah’ın iz­niy­le Ka­na­at Eko­no­mi­si’ni ya­za­ca­ğım. Ora­da me­lek­ler as­li bir yer tu­ta­cak. Şey­tan da ola­cak ta­bi­i, o da bir me­lek­ti çün­kü! İçin­de şey­tan ol­ma­yan bir ik­ti­sat ki­ta­bı, hat­ta her­han­gi bir ‘ha­yat bil­gi­si’ ki­ta­bı yaz­mak müm­kün de­ğil. Ona uyup ya­sak mey­ve­yi tat­tı­ğı­mız gün­den be­ri kıt­lık pa­ra­dig­ma­sı ile ya­şa­ma­ya mahkûmuz. Ya­ni Al­lah bi­ze ne ka­dar ni­met bah­şe­der­se et­sin, gö­zü­müz doy­maz! Eko­no­mi bu doy­maz­lı­ğın bi­lim­sel ifa­de­si­dir. Tan­pı­nar’ın na­sıl acıy­la kıv­ran­dı­ğı­nı gör­mü­yor mu­yuz?” Bu satırlardan, Özel’in, tarihi melek – şeytan diyalektiği içinde değerlendirdiğini; geçmiş hiçbir döneminde insanın gözünün doymadığını ve ekonomiyi de zaten bu “gözü doymazlığın bilimi” olarak gördüğünü anlıyoruz. Öyle görünüyor ki Kutlu’nun “kanaat ekonomisi” ile Mustafa Özel’in “kanaat ekonomisi”ni karşılaştırmak için biraz daha beklememiz gerekecek. Kulaklarımda Mustafa Kutlu’nun Mustafa Özel’e açtığı telefonlar çınlıyor: “Şu kanaat ekonomisi ne zaman yazılacak…”

Benzer konular