Şerif Hüseyinler kaybetmeye mahkumdur

”Büyük savaşın ikinci yılı dolarken 10 Haziran 1916 günü Mekke’de çıkan isyan, sadece Hicaz karakteri taşımıyordu. Her anlamda bir Arap isyanı idi. Bütün Arap topraklarının bağımsızlığını amaç edinmiş, bir milletin dirilişini, parlak geçmişine geri dönüşünü hazırlayacak yeni bir Arap devleti kurmayı hedeflemişti. İsyanın liderleri tarafından tasarlanan bayrak, tamamen bu yüce amacı sembolize eden dört renkten oluşuyordu. Bu bayrağın her bir rengi, geçmişte dünyanın süper gücü olan Arap İmparatorluğu’nun muhteşem devirlerini hikâye ediyordu. Suriye, Irak, Filistin ve Hicaz gibi Arap dünyasının farklı bölgelerinden gelen adamlar – ki aralarında sadece Müslümanlar yoktu, Hristiyanlar da vardı – bu isyana katıldılar ve üzerlerine düşen görevi yerine getirdiler.” – Arap Milliyetçisi Satı el Husri

Aslen Suriye’nin Halep şehrinden, ticaretle uğraşan zengin bir ailenin çocuğu olarak Yemen’in San’a kentinde dünyaya gelen Satı el Husri, inandığı ve hizmetini sunduğu Mekke Şerifi Hüseyin’in ailesiyle birlikte coğrafyamızda yaşanan türbülansı anlama noktasında anahtar şahsiyetler zümresindendir. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın hem Suriye, hem de Irak’ta dizinin dibinden ayrılmayan Satı el Husri, Arap milliyetçiliğinin simge isimlerinden birisi olarak bilinir. Oysa bu zehir gibi Arap milliyetçisi, kendi coğrafyasından binlerce kilometre uzakta Makedonya ve Kosova’da Osmanlı imparatorluğu adına kaymakam sıfatıyla idarecilik yapmış, Darüşşafaka müdürlüğüne getirilmiş, hiçbir vakit itilip kakılmamış hatta tabiri caizse el üstünde tutulmuş, elit bir Osmanlı vatandaşıdır. Benzerliğe bakın ki efendisi Şerif Hüseyin ve evlatları da böyledir.

Satı el Husri, ünlü komünist Mehmet Ali Aybar’ın dedesi olan ve II. Abdülhamit’i tahtından indirmek için Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nun kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa’nın kızıyla evlidir. İşe bakın ki, efendisi Şerif Hüseyin de Tanzimat Fermanı’nı ilan eden, Türk batılılaşma tarihinin dönüm noktası olarak kabul edilen Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın kızı Adile Hanım’ı eş olarak almıştır. Görüldüğü gibi Arap oldukları için dışlanmamışlar bilakis her ikisi de önemli ailelerin kızlarıyla evlenmiş, İstanbul yüksek sosyetesinde yer edinmişlerdir.

Bu detayları niçin yazıyoruz? Osmanlı, kendisine isyan eden bu adamları hiçbir zaman ötekileştirmemiş, bağrına basmıştır. Bunu göstermek için.

Şerif Hüseyin İngilizlerle pazarlık halinde

Şerif Hüseyin, Mekke’de Osmanlı adına yerel idareci olarak bulunuyorken diğer yandan İngiltere’nin Ortadoğu topraklarındaki en yüksek idarecisi Mısır Yüksek Komiseri Sir Henry McMahon ile mektuplaşarak kendi devletine karşı düşmanla işbirliği imkânlarını araştırıyordu. Hüseyin’den McMahon’a ulaşan 14 Temmuz 1915 tarihli mektupta İngiltere’den şu talep ediliyordu: Sınırları güneyde Aden limanı hariç Arap yarımadasını kuşatıp kuzeyde Adana ve Mersin’e dek ulaşan, batıda Akdeniz’e, doğuda ise İran’a dek yayılan kocaman bir coğrafyada kurulacak Arap Hilafeti’ne destek vermesi. Buna mukabil İngiltere ne alacaktı? Ekonomik olarak büyük bir ayrıcalık sahibi olacak, her ne talebi olursa yerine getirilecekti. Yani Şerif Hüseyin İngiltere’ye diyordu ki, “Bana bir devlet bahşet, ben de istediğin ne varsa sana sunayım.”

İkili arasında mektuplaşmalar bir müddet devam edecek hatta İngiltere hükümeti Şerif Hüseyin’in taleplerini kabul ettiğine dair bir de harita yayınlayacaktı. Şerif Hüseyin, halife olacağını vaat eden sözlere, kendisine verilecek topraklar olarak yayınlanan haritalara kanıp 10 Haziran 1916’da zamanın Mekke’deki Ecyad Kalesi’ne saldıracak ve Osmanlı’ya karşı isyan bayrağını açmış olacaktı.

Peki, bu isyan sonucunda İngilizlerle el ele veren Şerif Hüseyin ve etrafındaki Satı el Husri gibi Arap milliyetçileri istediklerini elde edebildi mi? Elbette hayır. Arap hilafeti fikri zaten ölü doğmuştu, İslam dünyasında hiç kimse hatta Araplar bile Şerif Hüseyin gibi bir haini halife olarak görmeye tahammül edemedi. Binlerce yıllık baba yurdu Mekke ve bütün Hicaz bölgesi Suudilerin eline geçerken İngilizler Hüseyin için kıllarını bile kıpırdatmadı. Bıyık altından kıs kıs gülmekle yetindiler.

İhanetin ağır bedeli

Kıbrıs’ta zorunlu ikamete mecbur edilen Şerif Hüseyin, 1931 yılında oğlunun krallık yaptığı Ürdün’e sığındı ve burada hiçbir unvanı olmadan, sıradan bir vatandaş olarak can verdi. Hüseyin’e vaat edilen topraklar bir bir Şerif ailesinin ellerinden alındı. Suriye’yi söz vermişlerdi, Sykes – Picot ile el altından Fransızlara bağışladılar. Suriye kralı ilan edilen Hüseyin’in oğlu Faysal canını zor kurtardı. İmdadına Gertrude Bell yetişti. Faysal’ı alıp Irak kralı ilan etti. Peki, Irak krallığı Faysal’a yaradı mı? Hayır. Babasından az zaman sonra İsviçre’de beklenmedik bir şekilde hayatını kaybetti. Kalp krizi dendi ancak şüpheler bir türlü giderilemedi. Yerine oğlu Gazi geçti. O da 1939 yılında, babası gibi genç bir yaşta esrarengiz bir trafik kazasına kurban gitti. Krallık için geride tek oğul, henüz dört yaşındaki II. Faysal’dan başka varis yoktu. Daha çocukken bir darbe onu İngiltere’ye kaçmaya mecbur etti. Geri döndü ancak reşit olana dek idareyi eline alamadı. 1953 yılında reşit olup tahta geçen II. Faysal, Şerif Ailesinin tipik bir üyesi olarak çok hırslıydı ancak onun da ömrü istediklerini yapmaya yetmedi. Sadece beş yıl tahtta kalabildi. 1958 yılındaki darbe esnasında öldürüldü. Cesedi Bağdat sokaklarında teşhir edildi. Bir rivayete göre daha sonra köpeklere yedirildi.

Şerif Hüseyin’e söz verilen hilafetten bugün bahis bile geçmiyor. Topraklara gelince, ailenin elinde sadece Ürdün var. Onu da Churchill’e borçlu oldukları söylenir. Rivayete göre Churchill şöyle demiş: “Bir Pazar günü Kahire’de yemek yiyorken bir kalem darbesiyle Ürdün’ü ben yarattım.” O vakitler Koloniler bakanı olan Churchill, yemekli toplantıda Ortadoğu haritasını çiziyorken hapşırmış, elindeki kalem kayınca bugünkü Ürdün devletine ilham veren sınırlar kendiliğinden oluşmuş. Zaten Şerif ailesine daha önce verilmiş bir söz de var. Uyanık Churchill “Hicaz’ı Suudiler aldı. Suriye’yi de biz vermeyeceğiz. Hiç olmazsa şu uyduruk Ürdün onların olsun” demiş.

Şu bayrak meselesi

Yeri gelmişken bayrak meselesine de değinmek lazım. Satı el Husri ne demişti, bir hatırlayalım.

“İsyanın liderleri tarafından tasarlanan bayrak, tamamen bu yüce amacı sembolize eden dört renkten oluşuyordu. Bu bayrağın her bir rengi, geçmişte dünyanın süper gücü olan Arap İmparatorluğu’nun muhteşem devirlerini hikâye ediyordu.”

Bu romantik anlatıma göre bugün Suriye, Irak, Ürdün, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve hatta Filistin bayraklarına ilham veren Arap isyanının bayrağı bizzat Arap liderlerince tasarlanmış. Acaba öyle mi? Arap isyanının yüzüncü yıl dönümünü kutlamak için kurulan internet sitesinde bayrağın tarihçesine dair sayfayı tıkladığımızda niçin boş bir sayfa karşıladı hep bizi? Gerçi şu anda ilgili sayfaya erişmek bile mümkün değil. Bakın bu bayrak hakkında şöyle bir iddia var.

“Bu bayrak, Arap isyanını daha da kızıştırmak için, Araplık duygusunu körüklemek amacıyla İngiliz diplomat Sir Mark Sykes tarafından tasarlanmıştır.”

Kaynağın adını da verelim. William Easterly tarafından kaleme alınan “Beyaz Adamın Ağır Yükü” isimli kitabın 295. sayfasında geçiyor bu iddia. Mark Sykes ismi sanırım çoğumuza tanıdık geliyor. Ortadoğu coğrafyasını sömürgecilere peşkeş çeken meşhur Sykes – Picot anlaşmasına adını veren Sykes yok mu, işte bu adam.

Sykes bayrağı gölgesinde Osmanlı’ya dil uzatanlar

15 Temmuz darbe girişiminde FETÖ’ye 200 milyon dolar gönderip Türkiye düşmanlığını tescilleyen Muhammed bin Nahyan ve kardeşi, Medine kahramanı Fahrettin Paşa’ya dil uzatan Abdullah bin Nahyan gibilerine şaşmamak gerek. Mark Sykes’ın çizdiği bayrağın gölgesine sığınan şahıslar bunlar. Yüz yıldır Ortadoğu’yu lime lime eden İngilizlere bir kere olsun “Arap başkentleri Londra’dan yönetilemez” diyemeyen ama utanıp sıkılmadan “Arap başkentleri Türkiye tarafından yönetilemez” diyecek karakterde adamlar. Bugünün Şerif Hüseyin’i olmak için can atıyorlar. Öyle olsun! Sonları tıpkı onun sonu gibi olacak. Şerif Hüseyin gibiler kaybetmeye mahkumdur çünkü.

Benzer konular