- Dünya Savaşının bitip Mondros Mütarekesinin imzalanmasının ardından Osmanlı toprakları İtilaf Devletlerinin işgaline açık hale gelmişti. Memleketi içinde bulunduğu durumdan kurtarabilme adına ortaya atılan manda fikirleri Paris Barış Konferansı sonrası gündeme gelmiş, bazı aydınlar vatanın İngiliz ya da Amerikan himayesinde bir noktaya kadar kurtulabileceğini çözüm alternatifi olarak görmüşlerdi. Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ancak bu yolla sağlanabileceğini düşünen aydınlar devletin işgalci güçler karşısında daha fazla direnemeyeceği kanaatindeydiler. Bunun yanında 8 Ocak 1918 yılında Amerikan Başkanı Thomas Woodrow Wilson’ın Amerikan Kongresine sunduğu on dört maddelik barış programı da Osmanlı aydınları için bir kurtuluş reçetesi olarak görülüyordu. Bu kurtuluş umudu İstanbul matbuat hayatında da kendine yer buldu. Yenigün, Vakit ve Yeni Gazetede Wilson İlkelerine olumlu atıflarda bulunan ve İtilaf devletlerinin işgal planlarına karşı bu ilkelerin kurtuluş siyasetimizin merkezine yerleştirilmesi gerektiğini savunan yazılar yayınlandı. Vakit gazetesinde Ruşen Eşref; “İstanbul için” başlıklı yazısında şunları ifade ediyor:
“… Wilson yeni dünyadan ihtiyar kıtaya taze bir fikir getiriyor. Onun fikri nihilizm ile karışık lüzumundan fazla gürültülü bir istiklal fikri olmaktan çok hali istikbale geçirecek daha pratik daha curcunasız daha herkesin işine elverişli bir geçiş devresi fikridir. Her millet mukadderatına hâkim olacak, dini ve milliyeti her saldırıdan uzak olarak serbest bulunacak… Eğer bu nazariye beşeriyet sürüsünün son cılız kuzularını yutmaya yeltenen sinsi ve ihtiyar kurt masalı değilse çok a’lâ. O vakit herkes ihtirasını bir taraf gömüp bu yeni mefkûrenin muzaffer olmasına çalışmalı…”
Ruşen Eşref, herkes ihtirasını bir tarafa gömsün derken neyi kastettiği aşikâr.
Wilson kurtarıcı olarak görüldü
Wilson ilkelerinin bizi ilgilendiren en önemli maddesi 12. maddeydi. Buna göre Osmanlı coğrafyasında, nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bölgelerde Türk egemenliği güvence altına alınmalı; imparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişimleri sağlanmalı; Çanakkale Boğazı uluslararası güvenceler altında tüm gemilere ve ticarete sürekli olarak açık hale getirilmeliydi. Bu ilkeyi -her ne kadar azınlıkları ümitlendirmesine rağmen- bir kurtuluş parolası olarak savunan mütefekkir ve muharrirlerde, Türk topraklarının tamamına yakınını kaybetmektense az bir zararla kurtulmak için en uygun yolun Amerika veya İngiltere gibi büyük devletlerin himayesine geçici de olsa girmekten yana bir fikrin oluştuğunu görüyoruz (aynı fikir önce azınlıklar arasında yayılmıştı). Wilson Prensipleri Cemiyetinin de bu saikle kurulduğu ortada.
Cemiyetin kurucu kadrosu arasında yer alan Halide Edip, Yunus Nadi, Refik Halit, Celal Nuri, Ali Kemal, Necmeddin Sadık, Mahmut Sadık, Ahmet Emin gibi isimler mutat üzere yaptıkları toplantılarda şu naif kararlarda mutabık kalmışlardı: “Efkârı umumiyesinin bir kısmında, hakkımızda güvensizlik ve kötü duygu bulunan İtilaf Devletleriyle Amerika’ya itimat telkin edilmesi, dışardan siyasi ve iktisadi istiklalimizin sağlanması, yabancı sermayenin memlekete siyasi değil, iktisadi bir temel üzerinde girmesi, iç işlerimize müdahale etmek alışkınlıklarına karşı kuvvetli bir engel vücuda getirilmesi, izzeti nefsimizi yaralayacak murakabe ve vesayet teklifleri ileri sürülmesine mahal bırakmaksızın sırf kendi ihtiyaçlarımız ve kendi arzularımız noktasından haysiyetimize uygun ve İtilaf Devletleriyle Amerika için kabul edilmeye elverişli bir milli programla ortaya çıkılması.“ Cemiyet bunun dışında idari alanda ıslahat yapacak Amerikalı uzmanlardan oluşan bir heyetin barış görüşmelerinden önce çalışmalarını başlatmak ve atılacak bu adımı da mutlaka İtilaf Devletlerine bildirmek istiyordu.
Wilson Prensipleri Cemiyetinin programında saltanatın ve meşruti yapının korunmasına dikkat çekilmişti. Ayrıca bunun yanında her çeşit seçimler için azınlıkların haklarını muhafaza etmek de temel esas olarak kabul edildi. Milliyeti ne olursa olsun hukuk âlimlerinden oluşacak bir heyetin adliye teşkilatında ıslah yapması öngörüldü. Polis ve jandarma teşkilatının, içerisinde yabancı uzmanların da olacağı müfettişlerin kontrolünde düzenlenmesi ayrıca hapishanelerin yeniden yapılandırılması da cemiyetin programında yer aldı. Yerel idareler konusunda ise her vilayette geniş salahiyetlere haiz bir müfettişle muhtelif sahalardaki mütehassıslardan kurulmuş bir ıslah heyeti bulunacak ayrıca vilayetlerin kendi başlarına gelişmesini mümkün kılacak bir mahalli idare sistemi oluşturulacaktı.
Gazetelerde cemiyet haberleri
Wilson Prensipleri Cemiyetinin kuruluşundan sonra İstanbul gazetelerinin bir kısmında menfi yazılar yayınlanmaya başladı. Sabah, Serbesti ve Minber’de çıkan yazıların ortak noktası Amerika’daki yönetim sistemi ile saltanat idaresinin çelişeceği ve bu durumun himaye gerçekleşse bile ileride sorunlara neden olacağı yönündeydi. Gazetelerde cemiyete karşı çıkanlar arasında İngiliz himayesinin daha iyi seçenek olduğunu ifade edenler de vardı. Vakit gazetesi Amerikan mandasını savunurken “Amerika’nın tarafsızlığı, coğrafi olarak bizden uzak olması, ekonomik çıkarlar sağlama peşinde olmayan bir davranış içinde bulunması, ortaya koyduğu prensiplerle kendini bütün medeniyet âlemine karşı bağlamış olması ve dışarıya gönderilebilir sermayeye sahip olması” gibi fikirleri öne sürmüştü. Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin oğlu olan Ahmet Muhtar Bey İkdam gazetesine yazdığı “Ya Batılılaşırız, Ya Mahvoluruz” başlıklı yazısında; “Batılılaşmaya karar vermek ve kararımızın ciddiyet ve metanetini en büyüğümüzden en küçüğümüze, hükümetimizden halkımıza kadar asar ve delail-i kaviyye ve mütevaliye ile izhar ve ispat eylemek lazımdır” diyerek Wilson Prensipleri Cemiyeti ile paralel düşündüğünü ifade etmişti.
Netice itibarıyla memleketi bir şekilde işgalden kurtarmanın yollarını arayan ve manda fikrine en azından bir süreliğine sıcak bakan aydınlar düşüncelerini fiiliyata taşıyamasa da kurdukları cemiyet çatısı altında Türk kamuoyunu bir hayli tesiri altına almışlardı. Cemiyetin içerisinde yer alan Halide Edip, Yunus Nadi, Celal Nuri gibi isimlerin daha sonra Anadolu’ya geçerek milli mücadeleye destek olmaları ise taşıdıkları fikirlerin samimiyeti konusunda bir ipucu mahiyetinde.