Düşünce tarihinin zirve isimlerinden, Avrupa Hümanizmi’nin kurucu babası Desiderius Erasmus bir keresinde şöyle yazmıştı: “Sic iugulare Turca, ut existas Christianus, sic deijcere impiu, ut exoriatur pius.” Mealen aktarmak gerekirse: “Hristiyanlığın bekası için Türkleri öldürmeli! Tanrısal iradenin yükselmesi için kötülüğü al aşağı etmeli!”
“Utilissima Consultatio de Bello Turcis Inferendo (Türklere Karşı Savaş Hakkında Faydalı Tavsiyeler)” adıyla 1530 yılında Basel’de basılan kitabının 34. sayfasında yer almıştı bu cümle. Hazret üşenmemiş, “Yüce İsa Efendimiz’in dinine karşı gelen kafirleri nasıl dize getiririz diye hindi gibi düşünmektense bari bir risale kaleme alayım, bizim de çorbada tuzumuz olsun” deyivermişti.
Unutulan/Unutturulan Kitaplar
Bugün pek fazla üzerinde durulmasa da, Erasmus, Augustine tarikatına bağlı bir din adamıydı aslında. Neredeyse bütün gençliği manastırlarda geçmişti. Zaten babası da bir Katolik papazıydı. Yazdığı yirmi civarında kitabın bir kısmını “Hristiyan Şövalye’nin El Kitabı”, “Bir Hristiyan Prens’in Eğitimi” ve “Amentü Açıklaması” gibi din eksenli kitaplar oluşturuyordu.
Günümüz insanına ne yazık ki sadece “Deliliğe Övgü”sü sunulmuş, başkaca ne yazmışsa hep arka plana atılmış, unutturulmuştur. Nitekim Zweig usta da “Rotterdam’lı Erasmus’un Zafer ve Trajedisi” adını verdiği biyografide aynı dertten muzdarip.
“İnkâra kalkışmayalım; bir zamanlar yüzyılının en parlak ve en büyük ününün taşıyıcısı olan Rotterdamlı Erasmus’un bugün neredeyse sadece adı var. Artık unutulmuş uluslarüstü bir dilde, hümanist Latincede kaleme alınmış sayısız eserleri, el değmeksizin kitaplıklarda uyumakta; bir zamanlar ünü dünyayı tutan bu eserlerin içinden sesini zamanımızda da duyurabileni hemen hemen yok gibi.”
Bu durumun tek istisnası, Reform hareketine kaynaklık eden meşhur “Yunanca Yeni İncil”i. Kendisi ölene dek Latin Kilisesi’ne bağlı kaldığı halde Luther ve King James İncillerine kaynaklık eden çalışması, bugün dünyada en çok okunan metinlerin başında geliyor.
Ya İhtida Ya Ölüm
Hakkını yemeyelim, Erasmus, mümkünse Türklerin Hristiyanlığa kazanılmasını öneriyordu ilk şık olarak. Mümkün değilse ne yapsın büyük hümanist? Avrupa’da o vakitler “çoğulculuk” diye bir kavram yoktu ki, önerebilsin. O da yağlı ilmiğin ucunu, parlak çeliğin soğuk ve keskin yüzünü öneriyordu doğal olarak.
Oysa o vakitler “Barbar Türkler”in imparatorluğunda Ermeni, Süryani, Kıpti, Rum, Bulgar, Sırp, Macar sayıları milyonları bulan Hristiyan, her biri kendi kilisesinde ibadetini rahatça gerçekleştiriyor, sıradan bir vatandaş olarak normal gündelik hayatına devam edip gidiyordu.
Lord Byron ve Batılı Savaşçılar
Yüzyıllar sonrasının bir başka hümanisti, büyük romantik şair Lord Byron da “Barbar Türkler”in zavallı Yunan ırkını ezmesinden büyük üzüntü duyuyor ve onları “özgürleştirmek” için Yunanistan’a koşuyordu. Şüphesiz tek değildi bu davasında. Avrupa’nın dört bir yanından gelen “Batılı Savaşçılar” onunla aynı safta duruyor, Türkleri Mora ve Attika’dan atmak için savaş naraları atıyorlardı. Bu macerayı kitaplaştıran William St. Clair’e kulak verelim:
“Yunan Savaşı’na katılanlar içerisinde en fazla sıkıntıyı daha ziyade 1822 yılının sonlarında gelenler çekiyordu. Daha önce gelenlere nazaran pek azı profesyonel savaşçı olduğu için en dokunaklı manzarayı bir çok açıdan bunlar oluşturuyordu. Almanya’dan “Yunan Cihadı”na gönüllü yazılanlar; katipler, öğrenciler, tacirler ve çıraklardı.”
Kahraman Byron Türklere Karşı
Lord Byron’a gelirsek, önce imaj çalışmasıyla başlıyordu işe. Missolonghi’de meşhur kırmızılar içindeki (Arnavut milli giysisi, ki bu ayrı bir yazı konusu) resmini yaptırdıktan sonra icraata koyuluyor ve ilk hamlesi 1822 yılında Mavrocordato’nun başarısız Epir harekatında Türklere esir düşüp canları bağışlanarak sürgüne gönderilen Arnavut Suliot’ları parayla geri getirmek ve onlardan bir ordu kurmak oluyordu. Kendini “Yunanistan Fatihi” olarak düşleyen Byron, disiplin nedir bilmeyen birkaç yüz kişilik bu orduya Missolonghi düzlüklerinde talimler yaptırıyor, karargah olarak sahilde tuttuğu evin içini konsepte uygun şekilde her çeşit silahla dekore ediyordu. Türklere karşı amansızca savaşıp bir kahraman gibi ölme fikri, gitgide içinde çözülmesi imkansız bir ukde halini almaktaydı. O günlerdeki ruh halini, 36. yaşına girdiği 22 Ocak 1824 tarihli şu şiirinde gözlemlemek mümkündür.
Lord Byron’un Şiiri
İşte kılıç ve bayrak!… Ve işte meydan!…
İşte şeref!… İşte şan!… Ey Yunanistan!…
Spartalı cengaver daha özgür değildi
Kanlı savaş kalkanı üzere doğan.
Bakadur – gerçi aramaya ne hacet –
Bir asker mezarını – ki senin için –
Gözüne kestir, bir köşeyi tayin et
Ve dinlenmeye çekil sonsuza değin.
Haçlı Ordusu İtirafı
Bu arada daha önceden başına geçmesi teklif edilen 200 kişilik Alman Lejyon’undan geriye kalan 26 kişiyi de yanına almış ve bunların 10’unu kendi özel muhafızı yapmıştı. Derken Epir hezimetiyle kesilir gibi olan “Batılı Savaşçı” akını, “Byron Ordusu”nun Avrupa’da duyulmasıyla tam bir patlama yaşıyordu. Öyle ki, 28 Şubat 1824 günü Lord Byron’un sağ kolu Kont Pietro Gamba günlüğüne şunları yazmaktan kendini alamıyordu:
“Bütün milletlerden adamımız var artık. İngilizler, İskoçlar, İrlandalılar, Amerikalılar, Almanlar, İsviçreliler, Belçikalılar, Ruslar, İsveçliler, Danimarkalılar, Macarlar ve İtalyanlar… Bir nevi minyatür Haçlı Ordusu!…”
Haçlı ordusu kurulmuştu kurulmasına ama ünlü şair savaş meydanını göremeyecekti. Lord Byron’un skandallarla dolu “Dolce Vita” hayatı (bu da başka bir yazı konusu), “Türklere karşı savaş” ideali uğrunda çıktığı yolu tamamlayamadan tükenecek; ordusunu kurduktan az sonra, steril olmayan koşullarda bir kan aldırma işlemiyle başlayan enfeksiyon sonucu ateşler içerisinde kıvrana kıvrana Missolonghi’de, İngiltere’den binlerce kilometre ötede can verecekti.
Lions of Rojava: Haçlı Ordusu’nun Yeni Adresi
Tıpkı bugün YPG/PKK saflarında Türkiye’ye karşı savaşmak için koşan diğer “Batılı Savaşçılar” gibi. Evet, dün olduğu gibi bugün de “Hümanist Batılı Savaşçılar” sahnede. Erasmus’un, Lord Byron’un, genlerine işlemiş “Türkofobi”nin izinden gidiyorlar.
YPG/PKK saflarına ilk katılan “Batılı Savaşçı”lardan biri olan Jason Matson, Yunan İsyanı’ndaki Lord Byron figürüne bürünmeye başlamış durumda. Örgütün ikonu ve “Batı’ya açılan kapısı” haline gelen Matson, “Lions of Rojava” adıyla kurduğu sosyal medya hesabı üzerinden bir propaganda aygıtı gibi çalışarak “Batılı Savaşçılar” toplamaya, “Barbar Türkler”e karşı tüm Batı dünyasını “Hümanist değerler adına” saf tutmaya çağırıyor.
Jason Matson kimdir diye şöyle bir göz attığınızda karşınıza çıkanlar nedense hiç şaşırtıcı değil. Facebook profil sayfasında kitap beğenisi Kitab-ı Mukaddes olarak görünüyor. Beğendiği iki sözden biri yine Kitab-ı Mukaddes alıntısı: “Bana güç veren İsa sayesinde herşeyi yapabilirim.” O, tam bir Haçlı savaşçısı. Zaten USA Today gazetesine verdiği röportajda da “Hristiyanlar boğazlanırken daha fazla seyirci kalamazdım” diyor.
DAEŞ oyunu
Konsept aynı gibi gözükse de daha ustalıklı bir senaryoyla karşı karşıyayız. Bu defa Türkiye doğrudan antagonist olarak hedef alınmıyor. “İsviçre çakısı” gibi her eline alanın bir şekilde işini gören DAEŞ olgusu var. DAEŞ öyle kullanışlı ki, kan donduran icraatlarıyla bir yandan “Sünni İslam” kavramının içini boşaltırken diğer yandan yeryüzünün bütün öfkesini bir mıknatıs gibi “Sünni İslam”ın üzerine çekiyor. Süreç içerisinde Türkiye hariç DAEŞ ile karşıt konumlanan her fikir, her hareket bir anda geçmiş günahlarından arınarak meşrulaşıyor, sistemin içinde kendine yer bulabiliyor. Türkiye ise DAEŞ’in bırakın Sünni, Müslüman bile olmadığını vurguladığı, hatta defalarca DAEŞ’i vurduğu halde kurgulanan “Sünni İslam algısı” üzerinden sürekli DAEŞ ile eşitlenmek isteniyor. Oysa DAEŞ, Küresel Haçlı Cihadı’nın öncü kuvveti olarak görevini icra ediyor. Bir yandan YPG/PKK’yı Türkiye karşıtı tüm güçlerin bileşkesi halinde konsolide ederken diğer yandan sürekli ona alan açıyor, Türkiye’nin kuşatılmasına zemin hazırlıyor.
Asıl hedef Türkiye
YPG/PKK ile DAEŞ, “Küresel Türkofobi” dalgası yaratıp Türkiye’yi “şeytanlaştırma” konusunda co-production yapan iki gayrimeşru kardeştir. Ebeveynleri tarafından kendilerine verilen iyi adam – kötü adam rollerini oynuyorlar sadece. Çıkan onca gürültü-patırtı arasında beliren tek gerçek ise haritanın kendisi: Türkiye’nin meşruiyet alanları gittikçe daralıyor.
Esed, YPG/PKK, DAEŞ, hepsi birer kullanışlı bahanedir. Bölgenin Türkiye’ye rağmen İran-Rusya ittifakına peşkeş çekiliyor olması tesadüf değildir.
Asıl hedef Türkiye’dir!
Hem de en başından, Erasmus ve Byron devirlerinden beri.