Balkanların suskun tarihi

2 milyondan fazla olduğu tahmin edilen rakamlarıyla büyük bir göç dalgasına neden olan Balkan muhacirlerin acıları neden hiç konuşulmaz? Bu sorunun izini sürdük. Balkanların kaybedilmesinin 103. yılındayız ve orada yaşayan Müslüman nüfus, Türkiye dış politikasında yaşanan en ufak bir değişikliği bile derinden hissediyor. Ama o büyük acılarını anlatmakta sessizler.

“Sofya Kozloduy Sokak’ta bulunan Hak ve Özgürlükler Hareketi ofisinin giriş kapısına, kesik domuz kafası asıldığı bildirildi.”
2 Ocak tarihli bu iki satırlık haber, Bulgaristan’da azınlık olarak yaşayan Türklerin alıştığı olaylardan biri. Her gün bir caminin, vakfın kapısında ya da evinize girerken, iş yerinizi açarken sizi bir domuz kafası, paçası, iç organları karşılayabilir.

Fay hatları bir türlü yerine oturmayan coğrafyanın Müslüman azınlığı her an bir saldırı ihtimaline karşı tetikte.

Hayatın burada ne kadar uzun zamandır bıçak sırtında olduğunu anlamak için 1800’lerde Karadağ’ın milislerini dağ yasasına bakmak yeter:
“Eğer bir korkak bulunursa, silahları derhal alınacak ve yaşadığı sürece artık bir daha hiç silah taşıyamayacak. Ebediyen şerefsiz sayılacak, hiçbir iş yapamayacak. Bir önlük giydirilecek ona, böylece onun göğsünde bir erkek kalbi çarpmadığı anlaşılacak…”

Osmanlı İmparatorluğu’nun parça parça kaybettiği Balkanlarda neler yaşandı? Balkan tarihi uzmanı H. Yıldırım Ağanoğlu, bu sorunun yanıtı vermek için, üç yüz yıllık bir tarihi ele almak gerektiğini vurguluyor:
“Üsküp’ün 1689’da Avusturyalı General Piccolomini tarafından yakılmasından sonra yaşanan göçleri de eklersek, 300 yıllık kesintisiz bir süreçten söz etmek mümkün. Mora Yarımadası’nda 1820’de başlayıp 1828’de Yunanistan’ın ilanıyla sonlanan isyanlar sırasında 20 bin Müslüman katledildi. Öyle ki, o dönem adaya giden yabancı gazeteciler askerlerin atlarının dizlerine kadar Müslüman kanına battığını anlatır.”

Ağanoğlu’nun 300 yıl geriden başlattığı tarih, 1912’ye geldiğinde, Osmanlı’yla beraber Müslüman kimliğiyle özdeşleşen bu topraklarda büyük bir değişim yaşanıyor. Bu değişimin rakamlarını da Dr. Erhan Türbedar’ın notlarına bırakalım:
“Türk tarihçiler özellikle Birinci Balkan Savaşı’nı, Balkanlar’daki Müslüman nüfusun sistemli katledilişinin bir savaşı olarak hatırlıyor. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki varlığına son vermek isteyen Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan, Rusya’nın aracılığıyla aralarında anlaşıp, Ekim 1912’de Osmanlı’ya savaş ilan ederek Birinci Balkan Savaşı’nın yaşanmasına neden oldu. Balkan Savaşları’nın arifesinde Osmanlı devleti iç sorunlar ve dış baskılarla derin bir kriz içindeydi. Bu nedenlerle yeterlince hazırlanamadan savaşa giren Osmanlı’nın yenik düşmesi adeta kaçınılmazdı. Birinci Balkan Savaşı’na son veren antlaşma 30 Mayıs 1913’te Londra’da imzalandı. Osmanlı Devleti’nin gerisinde bıraktığı geniş toprakların paylaşılmasında Balkanlı müttefikler arasında anlaşmazlık ortaya çıkınca, İkinci Balkan Savaşı’nın temelleri atıldı. Bulgaristan’ın 29-30 Haziran 1913’te Sırbistan ve Yunanistan’a saldırmasıyla başlayan İkinci Balkan Savaşı, 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması ile sona erdi. Osmanlı Devleti Balkanlar’da sadece ağır toprak kaybına uğramadı. Balkan Savaşları, bölgede yaşayan Türk ve diğer Müslümanlar üzerinde büyük bir kıyımın gerçekleşmesine de yol açtı. Aslına bakılırsa, 1912’de Osmanlı’ya karşı savaş açan Balkanlar’daki ittifak güçlerinin başlangıçta duyurdukları hedefleri, kısa sürede Müslüman nüfusun katledilmesi ve mallarının talan edilmesi eylemlerine dönüşüverdi.”

Rakamlar da Balkanlarda yaşayan Müslümanların sistematik bir kıyıma uğradığını doğruluyor. Türbedar, Rus siyasetçi ve yazar Troçki’nin gazetecilik yazıları eşliğinde sayılar veriyor:
“Justin McCarthy’nin verilerine göre, Balkan Savaşları öncesinde, Arnavutluk hariç Osmanlı’nın Avrupa’daki bölümlerinden alınan topraklarda 2,3 milyon Müslüman yaşıyordu. Balkan Savaşları sonrasında bu rakam yüzde 61 oranında eksilerek, 1,4 milyona geriledi. McCarthy’nin tesptilerine göre bu süreçte 632.408 Müslüman öldü, 812.771’i ise Anadolu’ya göç etti. 1914’e Carnegie Vakfı’nın kurduğu bir uluslararası soruşturma komisyonunun hazırladığı raporda, Balkan Savaşları sırasında Müslümanlar üzerinde yapılan mezalimin sistemli bir politikanın ürünü olduğu sonucuna varılıyor. Aynı raporda, Müslümanların ev ile köylerinin küle dönüştüğü ve silahsız masum insanların katledildiği belirtiliyor. 1912’nin sonbaharında Kievskaya Mysl isimli gazeteye muhabirlik yapmak üzere Balkanlar’a gönderilen Rus Marksist teoriysen Lev Troçki de, Balkanlar’daki Müslümanlara karşı uygulanan zulme dair bulgularla karşılaştığında şoke olmuştu. Nitekim Troçki Müslümanların amansız öldürüldüklerini, Müslüman köylerinin yakıldığını, Müslümanlara ait değerli eşyaların sistematik bir şekilde yağmalandığını yazdı. Troçki’ye göre Müslümanlara yönelik katliamlar ve Müslüman köylerinin yakılıp yıkılması münferit olaylar değil, milli politikaların belirlediği sistemli eylemlerdi.”

Yaşanan olayların neticesi zorla Hıristiyanlaştırılan nüfus. Resmi rakamlara göre bugün Balkanlar’daki Müslümanların toplam sayısı yaklaşık 8 milyon 250 bin civarında ve bölgenin toplam nüfusunun yüzde 12’sine karşılık geliyor. Oysa Osmanlı nüfusuna ilişkin kapsamlı bir çalışma yapan Kemal Karpat’a göre, 19. yüzyılın ikinci yarısında Müslümanların Balkanlar’daki nüfusa oranı yüzde 43’lerde.

“Selatin camilerin avluları insan dolu”

Selanik Üçüncü Ordu’daki göreviyle Balkan Savaşları’nı yakından gören Ömer Seyfettin’in, hikâyeleri dışında, anıları da tanıklığının izlerini taşıyor. Yazar “Yolda uzun bir muhacir kafilesine tesadüf ettik. Oh ne felaket! Kadın, çoluk, çocuk tam beş bin ev imiş” diye not düşmüş.

Savaşın zorunlu muhacirlerini vardıkları durakta da sefalet bekliyor. Bunun tanıklığı da Münevver Ayaşlı Dersaadet kitabında:
“Bir taraftan hasta ve bozgun halinde askerler, diğer taraftan evlad-ı fatihan, panik halinde, öküz arabaları ve yaya olarak bir bohça, bir de küçük evlatçıkları, tatlı ve güzel, sarı saçlı, mavi gözlü Rumeli çocukları İstanbul’a hicret ediyorlardı. Payitahtta yer kalmamıştı. Gelen birçok muhaciri Selâtin camilerine yerleştirmişlerdi.”
Günlüklerde, romanlarda, tarihçilerin kitaplarında okunabilen bu satırların sahipleri, yeni topraklarına yerleştikten sonra o katliamlar, baskılar, zorlamalar neredeyse hiç yaşanmamış gibi tarihe gömüldü. 1989’da zorla ismi değiştirilen Bulgaristan’da yaşayan Türkler ya da 1992’de başlayan Bosna Savaşı geçmişte yaşananları hatırlatmasa, bu yüzyıllık suskunluk bozulur muydu? Bu acıları yaşayanların sessiz kalması neye bağlanabilir?

“Kayıtlara kayıtsızız”

Bu soruyu Mustafa Armağan, Avni Özgürel ve H. Yıldırım Ağanoğlu’na sorduk. Üçü de, savaş sonrası gelen neslin yaşananları unutma eğiliminde olduğu fikrinde birleşiyor.
Mustafa Armağan “bir argümanımız olabilmesi için bunu bir mesele haline getirmiş bir entelijansiyamız olmalı” diyerek acıların kayda geçmediğini vurguluyor:
“Genel olarak bir zaafımız var: Acılarımızı kayda geçirmiyoruz, kitaplaştırmıyoruz, kalıcı hale getirmiyoruz. İstiyoruz ki bunları çok hızlı şekilde unutalım ve yeni düzene adapte olalım. Balkan kökenli insanların Türkiye’ye gelişleri sadece Özal döneminde -kısmen de olsa- mesele haline geldi. O da Soğuk Savaş’a rastladığı için, ideolojik çatışmanın bir parçası olarak gündeme geldi. Devamında Bulgaristan’la belli bir uzlaşmaya varılınca o meselenin de üzerine gidilmedi.”
Argümanların azlığı kadar, sözlü tarih çalışmalarının yapılmış olmaması da bir eksiklik. Avni Özgürel de bu eksikliğin tarihin doğru aktarılmasına engel olduğunu “Kimse gidip o insanlara dertlerini sormadı” sözleriyle özetliyor.

Bundan sonra kayıt altına alınması mümkün mü? Bu sorunun cevabı Mustafa Armağan’da:
“Ölüp giden bir tarih var. Bir havuz oluşturulması gerekiyor. Sosyolojide kuraldır, bireye isim bile sorsanız, aldığınız cevap toplumsaldır. Oradan başlayarak, aldığınız cevabın toplumsal bağlamını da öğrenmiş olursunuz. Kayıtlara kayıtsızlığımız genel bir mesele, onun dışında mağduriyete uğrayan etnik kimliklerin sınırları da bu soruna ekleniyor. Kendi yaşadıklarını bizzat kendileri unutturmaya çalışıyorlar.”

“Neler yaşandığını ancak hayal ediyoruz”

Halide Edip Adıvar’ın Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri kitabında yer verdiği Sırp askerin mektubu çarpıcı:
“Sevgili dostum, sana uzun uzun yazmaya zamanım yok ama sana burada olan utanç verici şeyleri anlatabilirim. Olanlar beni ürkütüyor ve kendime sürekli olarak insanın nasıl bu acımasızları yapacak kadar barbar olabileceğini soruyorum. Bu korkunç. Sana daha fazla anlatmaya cesaret edemiyorum (zamanım olsa bile ki yok) ama Luma (Arnavutluk’ta, aynı adı taşıyan bir nehir boyunca uzanan bir bölge) artık yok. Cesetler toz ve külden başka bir şey yok. Tek bir insanın, kelimenin tam anlamıyla tek bir insanın kalmadığı 100, 150, 200 haneli köyler var. Onları kırklı ellili gruplar halinde topluyoruz ve son kişiye kadar süngülerimizle delik deşik ediyoruz.”

Avni Özgürel, Bulgaristan’daki Türklerin yaşadığı baskıları anlatan Belene belgeselini hazırlarken tanık olduğu hikâyelerin benzer olduğunu anlatırken, “yaşananların tahayyül gücümüze emanet” olduğu fikrinde:
“Bizim sadece ağıtlarımız var. Yazılı kültüre alışık değiliz. Kadınlar tecavüze uğrasa da anlatmaz. Başkaları anlatabilir ama bizim kadınlarımız anlatamaz. Anadolu’daki Yunan işgalinde de benzer şeyler yaşandı. Hangisinden duyabilirsin? Sadece öyle şeyler olduğunu biliyoruz. Bu hikâyelerin üstünü örtmeye eğilimli bir halkız. Yoksa Balkan faciası büyüktür. İstanbul Sultanahmet Meydanı, Sirkeci çevresi insan yığınıydı. Trenlerle, kağnılarla gelmiş ve camii avlusuna çökmüş insanlar. Yer yok yurt yok yiyecek şey yok, çoluk çocuk. İlk defa kadın dernekleri o zaman kuruldu. Sarayın hanımları da bu derneklere katıldı. Ama bunları bilmiyoruz. Neler olmuş olabileceği senin tahayyülüne emanet. Ama kişisel tarihler yok. Bunu yazmaya bizim tarihçilerimiz de niyetlenmemişler. Sadece tecavüzden ibaret değil, yaşadıkları başka türlü şeyler de var.” Kültürümüzde zaten anlatmamak var.”

Mustafa Armağan’ın bu yoruma yaptığı katkı, gelenlerin tutunma gayreti görüşü:
“Özellikle Balkanlardan gelenler çok çalışkan, üretken insanlar. Yerleştikleri ülkeye karınca gibi dalıp kendilerini yeniden doğuruyorlar deyiş yerindeyse. En basit işlerden başlayarak kısa zamanda büyük işadamları haline geliyorlar. Dolayısıyla yaşadıklarını kayda geçirecek zaman da olmuyor. Muhtemelen Balkanlardan gelenlerin dertlerinin kayda geçirilememesinin esas sebebi, geldikleri ülkeye kısa sürede adapte oluşları.”

“Bu zorunlu bir göçtür”

H. Yıldırım Ağanoğlu göç kavramının yaşananları karşılamadığını söylüyor. Yaşanan katliam, baskı ve zulmün ardından insanların topraklarını bırakmak zorunda kaldığını, gönüllülüğün olmadığını hatırlatıyor.
Ağanoğlu 1927’de yapılan ilk nüfus sayımındaki 13 milyon nüfusun, yarıdan fazlasının Balkanlar, Kafkasya ve Kırım göçmenlerinden oluştuğu bilgisi eşliğinde devam ediyor:
“1 milyon 250 bin insan hayatını kaybetti ve 1 buçuk milyon kadar da göçmen nüfus oldu. Balkan Harbi’yse, bu sefer sadece göçle değil tüm toprak kaybıyla neticelendiği için 600 bin insan can kaybına uğradı, 400 bin kadar muhacir de Anadolu’ya geldi. Bu rakamın çok yüksek olmasının da sebebi bulundukları kasabalarda da öldürülmüş olması. Göç o kadar acı bir süreç ki, insanlar hatıralarında dışarda bırakmak istiyor.”

Gelenlerin varlıklarını kaybetmesi, yeni kurulan cumhuriyetin onlara yardım yapmakta yetersiz kalması, uyum sorunları, acıların aktarılması erteleyen nedenler olarak öne çıkıyor. Peki, sözlü kültürde bunun karşılığı yok mu? Ağanoğlu’na göre var:
“Rumeli türkülerinde acı sevince karışır. Sözler çok acıdır ama o türküyle oynarlar. Niye anlatmazlar? Niye durumlar düzelince konuşulmaz? Benim genel olarak şöyle bir tespitim var, birinci nesil anlatmayıp toprağa kök salmaya çalıştı, ikinci nesil ağacı büyüttü, üçüncü nesil meyve veriyor.”

Balkan muhacirlerinde eksiklik olarak ortaya çıkan sorun mübadeleyle Yunanistan’a giden Rumlarda yaşanmamış:
“Mübadele konusunu ele alalım, buradan giden Rumlar var. Orada hemen dernekleşip Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’ni kurdular. Ses kayıtları alıp bu kayıtları 300 bin sayfa gibi bir arşive döktüler. Türkiye’de 3 bin sayfa bilgi yoktu. Hâlâ baktığınızda 10 bin sayfa yoktur. 300 bin sayfa nerede, 10 bin sayfa nerede? Bunun bir sebebi de sözlü kültürün yazılı kültüre ağır basması. Sözlü olarak belki nenelerden torunlardan aktarıldı. Göçle ilgili bir şeyler yazılması da yine 1980’leri buldu. Bulgaristan’da isimler zorla değiştirilmeye başlanınca, bizimkiler de artık bunları kayıt altına almaya başladı.”

Mehmet Akif Ersoy yaşanan mağlubiyetlerin ardından Bülbül şiirini yazıp, “Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı/Seraba Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!” diyor. Şiire “Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş” dizesiyle giren acılardan bize kalansa şu satırlar:

“Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!”

Benzer konular