Türk Dünyasının tarihî mirasına sahip çıkma hususunda iyi bir imtihan verdiği söylenemez. Ne yazık ki, kimi ihanet, kimi cehalet yüzünden pek çok tarihi eser ve yazmayı, batılılara kaptırmışız. Belki geçmişe nispetle daha iyi durumdayız ama hâlâ yürek yakan hâdiselerle sık sık karşılaşıyoruz. Bir de, Dede Korkut (r.a.) gibi mümtaz, bilge, ârif ve zahid kimselerimizi yeterince tanımıyoruz. Bu nedenle de yeni nesle aktaramıyoruz. Mesela, Dede Korkut Destanı’nın nüshaları Türklerin değil de, Vatikan ve Almanya’nın elinde. Eski Türk yazmaları niçin Amerika’da, İngiltere’de, Rusya’da, Vatikan’da, Almanya’da veyahut Çin’de çıkıyor karşımıza? Üzücü bir durum ama hiç olmazsa şimdilerde Dede Korkut Destanı’nın bir el yazma nüshası artık elimizde. Üstelik bir de yeni hikâye var bu nüshada. Buyurun bu husustaki gelişmeleri birlikte okuyalım.
Geçen birkaç ay içinde iki kişi medya vasıtasıyla Dede Korkut’un üçüncü nüshasını bulduğunu ilan etmişti. Biri İran’da Dr. Mohammadzade Seddik, ikincisi Türkiye’de Prof. Dr. Metin Ekici. İki kişinin birbirine yakın zamanda aynı şeyi ilan etmeleri kafaları karıştırmıştı. Ama bizim bölge Türkmensahra- İran’dan da farklı bir haber geliyordu. Ömrünü el yazma nüshaları toplamakla geçiren Kümbetli hemşehrimiz Veli Muhammet Hoca’nın nüshayı bulduğu, orjinalinin elinde olduğu ve Seddik’ın da nüshanın fotokopisini ondan aldığı söyleniyordu.
Bir gece sosyal medya vasıtasıyla Seddik hocanın bulduğuyla ilgili bir haberin altına bir yorum yazıp gerçeği kısaca açıkladım.
Bir arkadaş “Neden bunu kendi sayfanda ilan etmiyorsun” dedi. Düşünmeye başladım. Artık iş ciddi boyuta gelmişti. “O zaman önce Veli Muhammet Hoca’nın kendi ağzından her şeyi duyayım, yanlış bilgi vermeyeyim” dedim.
Zaten Hoca ile eskiden tanışıyoruz. Beni arasın diye arkadaşlardan haber gönderdim. Hoca aradı ve bütün olanları bana anlattı. Yine de ihtiyatlı davranmak istedim. Kimsenin adını vermeden, kimseyi incitmeden kitabı bulan gerçek kişinin Veli Muhammet Hoca olduğunu yazmak istedim. Yazdım fakat iş bununla bitmedi ki. Her yandan sorular gelmeye başladı. Hâdise her yerde duyuldu ve herkes işin gerçeğini, aklına yatacak şekilde öğrenmek istiyordu. Nihayet Gerçek Hayat Dergisi’nin önerisiyle, Hoca ile ropörtaj yapmak, olan biteni bizzat Hoca’nın ağzından verip tartışmalara son noktayı koymak istedik.
Sayın Veli Muhammet Hoca, ilk başta bize röportaj vermeyi kabul ettiğiniz için size teşekkür etmek istiyorum. Türk dünyası Dede Korkut nüshasını gerçek bulan kişiyi tanımak istiyor. Sizi tanımakla başlayalım.
Evet, kendimi tanıtayım: Doğduğum yer İran Türkmensahra’sının merkezi şehri Kümbet. 72 yaşındayım. Elektrik mühendisiyim. Kendi branşım üzerine Danimarka’da tahsilimi tamamladım. Şimdiye kadar İran’ın değişik şehirlerinde birkaç fabrikanın müdürlüğünü yaptım. Kendi firmam var, dükkanlarım mevcut. İsmime dair bir hususa açıklık getireyim. Kırgızistan’da bir sempozyuma katılmıştım. Soyadınız nedir diye sordular. Hoca, dedim. Elbette hoca olduğunuzu biliyoruz, fakat soy adınızı lütfederseniz dediler. Aman Türkiye’de de bana böyle yapmasınlar. Hoca benim soyadım ve Türkmenler arasında saygı gören boylardandır. Hazret-i Ali’nin soyundan geldiğimiz söylenir.
Peki hocam, yine de siz bizim hocamızsınız… Bildiğimiz kadarıyla sizin el yazmalarını ve değerli kitapları topladığınız büyük bir kütüphaneniz var. Onun hakkında biraz bilgi alsak?
Bu kıvılcımı bende tutuşturan rahmetli babam oldu. Babam Abdıcan Hoca, büyük İslam âlimiydi. Mısır El Ezher Üniversitesi mezunuydu. 30 sene Kümbet şehrinin Cuma imamlığını yaptı. Çok bilgili bir insandı. Bir gün bana dedi ki:
“Sana bir vasiyetim var. Benim başladığım bir iş var ki neticeye getiremedim. Artık benim yaşım yüze yaklaştı, gözüme öbür dünya görünmeye başladı. Sende yüksek bir bilim yeteneği görüyorum oğlum! Sen bu işi tamamla. Biz komünistlerin elinden Türkmenistan’dan buraya Türkmensahra’ya kaçtık geldik. O dönemdeki dinî kitaplar ya zenginlerin veya din adamlarının elinde olurdu. O kitaplar dağıldı. Onları bir yere toparlayamadık. Sen onları toparlamaya çalış oğlum! Oradan kaçıp gelen insanlardan al ve bir yerde muhafaza et. Onlar bizim altın hazinemizdir.” O an babama bunu yapacağıma dair söz verdim.
Bunu ne zaman söyledi, kaç yaşınızdaydınız?
Yaşım 35 civarıydı. Yani 40 sene önce diyebilirim.
Ondan sonra karar verdiniz ve bu işe başladınız?
Evet, kültürümüze ait kitapları toplamaya başladım. İster Türkmenistan’dan gelen olsun, ister önceden Türkmensahra’da yaşayan olsun, nerede kimde eski kitap varsa onları elde etmeye çalıştım. Bedeli neyse verip satın aldım. Yani amacımız sadece kütüphane oluşturmak değildi, asıl amacımız eski kitapları korumaktı. Açıkçası, babam din adamı olduğu için benden daha çok dinî kitapları toplamamı bekliyordu. Ama bu işe başladığımda, Türkçe yazılan kitaplar benim ilgimi daha da çekmeye başladı. Belki Arapça bilmediğim içindir, o yüzden ağırlığı daha çok Türkçe kitaplara vermeye başladım. Bir de orada kendi dilimizi buldum, kendi edebiyatımızı buldum. Onlar bana daha da özel geldi. O yüzden tam da babamın gösterdiği yolda gidemedim.
Şimdiye kadar kaç kitap topladınız?
Ben sadece el yazmalarının peşindeydim. Bütün tanıdıklara söylüyordum, nerede el yazma varsa beni haberdar ediniz, pahalı da olsa alacağım diye. Allaha şükür, maddi durumumuz fena sayılmaz. Şimdiye kadar yaklaşık 150 el yazması bulabildim. Bu iş benim için artık bir aşk oldu. Hatta diğer Türk cumhuriyetlerine gittiğimde eski el yazmaları arar sorardım. Bulursam satın alırdım.
Sonra onları ne yapıyordunuz, üzerinde çalışıyor muydunuz? Yoksa sadece kütüphanede mi tutuyordunuz?
Açıkçası ben bir mühendisim. Kitapları birer birer inceleyip üzerinde uzmanca makaleler yazamam. Ben şunu yapıyorum. O kitaplardan fotokopi ve pdf alıp onları araştırmacılara dağıtıyorum. “Üzerinde inceleme yapın, araştırın ve yazdıklarınızı topluma takdim ediniz” diyorum. Birçok fotokopiyi araştırmacılara gönderdim. Hatta bazılarına kitapları yayınlamaları için maddi yardımlar ettim. Benim ismimi hiç vermeden kitapları kendi adlarına yayınlayanlar bile oldu.
Gelelim Dede Korkut’un üçüncü nüshasına. Nasıl buldunuz, bunun hikayesi nedir?
Onu da anlatacağım ama daha önce bahsetmek istediğim bir konu var.
Tabii ki, buyrun…
Ben eskiden Korkut Ata’nın sevdalısıyım. 4 sene önce özellikle Korkut Ata’nın kabrini ziyaret etmek için Kazakistan’a gittim. İlkin Aktav’a gitmeliydim, oradan tekrar üç saatlik uçak yolculuğum vardı, daha sonra araba ile yola devam ettik. Aktav’dan oraya gitmek çok zor. Çok da masraflı. Buradan iki kez Türkiye’ye gidip gelmişsin gibi masraf etmek lazım. Baykonur’dan 35 kilometre sonra ıssız bir yerde, Sirderya kenarında yatan Korkut Ata’yı gördüm. Vaziyeti görünce çok üzüldüm. Bildiğimiz sade bir toprak kabir var orada. Dilekleri olan insanlar üzerine paçavralar takmış. Çok bakımsız bir durumda. Ne anıtı var ne de bir duvarı. Öylesine perişan bir şekilde kaderine terkedilmiş. Oturup ruhuna dua ettim. Sonra bir Kazak gazetesine röportaj verip durumdan yakındım.
Gazete neşredilince Kazak yetkililer beni eleştirdiler. “Niçin gazeteye söyledin, bize söylesen olmaz mıydı” diye. Ama iyi oldu, ondan sonra oraya bakım yaptılar. Korkut Ata’nın ruhunu ben yanımda hissettim, sanki benimle yaşıyordu. Nitekim 3 yıl sonra el yazmasının izini sürerken yazma gelip sanki elime düştü. Olacak iş değildi, sanki Korkut Ata’nın ruhu onu bana yönlendirmişti.
Elinize geçtiği an onun Dede Korkut kitabı olduğunu anladınız mı?
Kitap elime geçince onun özel bir kitap olduğunu anladım. Öncelikle Türk dilinde olması ilgimi çekti. Güzel talik hattı ile yazılmıştı. Sonra bu kitapta destanların olduğunu anladım, ama ne destanıdır, kim yazmıştır, orasını anlayamadım. O yüzden kitabı çevremdeki arkadaşlara göndermek istedim.
Önce sayın hemşerim A-O’ya gösterdim, o kitabı ciddiye almadı. “Şaka gibi bir şeyler var içinde” dedi. 7-8 sayfasını M-S’ye gönderdim, ondan da bir kesin haber çıkmadı. Kanada’daki hocamız Y-A’ya gönderdim. Galiba ona pdf ulaşmamış. Sonunda adını hiç anmayan Türk Lehçeleri Doktora öğrencisi bir hemşerimize de gönderdim.
O hemşerimiz kitabı kendi bölümündeki arkadaşlarıyla incelemeye başlıyor. Birkaç gün sonra geceyarısı saat 2 de beni aradı: “Aman bu kitabı kimseye vermeyin, bu kitap Korkut Ata’nın yeni bir nüshası, hiç yerde bulunmaya bölümler var içinde” dedi. Kendisi bana kimseye söylemememi istedi. “Biz üzerinde çalışacağız” dedi.
‘Tamam’ dedim. Ama ben de sevincimi yaşayacağım. Resmi şekilde konuyu ilan etmedim, yüksek sesle duyurmadım, ama yakın arkadaşlara ve bilim insanlarına söylemeden de duramadım. Çok heyecanlanmıştım. Korkut Ata kitabının sonunda benim elime geldiğine inanamıyordum. Kabrine gidip dua ettiğim ve gazeteye konuştuğum için sanki Korkut Ata bana kitabını hediye göndermişti.
Doğrusu biz de bu haberi duyup çok sevindik. Şimdi şunu soracağım, acaba bu kitabın önceki nüshalardan farkı nedir?
Mevcut iki nüshadan biri Vatikan Müzesinde, diğeri Almanya Dresden müzesinde saklanıyor. Vatikan nüshasında giriş bölümünden başka 6 destan var, Almanya nüshasında giriş bölümünden sonra 12 destan mevcut. Bu nüshada ise daha öncekilerde bulunmayan bir 13. bölüm bulunuyor: Salur Kazan’ın yedi başlı ejderhayı öldürmesi. Onun yanında bir de küçük hikaye var. Kitap güzel talik hattıyla yazılmış. Büyük ihtimalle 15. Yüzyıla ait olan önceki nüshalara göre daha eski bir nüshadır. Araştırmacılar gelecekte bu durumu daha net ortaya çıkarırlar.
Hocam, biliyorsunuz iki kişi kitabı bulduklarını ilan ettiler. Biri İran’da: Dr. Mohammadzade Seddik, ikincisi Türkiye’de Prof. Dr. Metin Ekici. Eğer bu nüsha sizin elinizdeyse, o zaman onların elindeki nedir?
Açıkçası onlara ben verdim. Seddik’e fikir almak için birkaç sayfa göndermiştim. Metin Ekici ile ama Kazakistan’daki bir sempozyumda buluştuk. Ben daha önce söylediğim gibi, hiç bir yerde nüshayı bulduğumuzu resmen ilan etmedim. Çünkü kitap üzerinde çalışan arkadaş ile böyle bir karara varmıştık. Kitap yayınlandıktan sonra ilan edecektik.
Ancak ben bu konuya ilgi gösteren bilim adamlarıyla paylaşım yapıyordum. Yani gayri resmi olarak iletiyordum. “Aramızda kalsın” diyerek konuyu iletiyordum. Orada Metin Hoca ile de muhabbetimiz oldu. Hoca çok sevindi ve kendisine kitabın pdf dosyasını vermemi istedi. Yanımda arkadaşım Muhammed Gocok da vardı. Metin Hoca’dan hiç yerde yayınlamayacağına dair söz aldık. Hatta ben ne olur ne olmaz diye bir bölümünü ona eksik verdim. Fakat Türkiyede’ki basın aracılığıyla Metin Hoca’nın nüshayı Kazakistan Mangışlağından bulduğunu ve Türkistan nüshası adını verdiğini duyduğumda çok üzüldüm ve de çok şaşırdım.
O yüzden Türkiye’de ikamet eden bir Türkmensahralı olarak gerçeği yazmanı istemiştim. Onların ikisi de benden aldı. Biri nüshaya Karadağ adını verdi, diğeriyse Türkistan adını. Oysa nüshanın orjinali bende ve ben ona ‘Türkmensahra nüshası’ adını veriyorum.
Duyduğuma göre Metin Hoca, sizin adınız yazılırsa İran’da size zarar gelir diye adınızı saklı tutmuş.
Bu da duyduğum tuhaf sözlerden. İran’da tarihi kitap buldun diye seni takip eden kimse yok, seni tehlikeye sokan bir durum söz konusu değil. Türkmensahra’da biz Türkmen kitapları yayınlıyoruz. Türkmen gazeteleri de var. Bu sözler komik geliyor. Zaten bir süredir bizim bölgede bu kitabın bulunduğunu birçok kişi biliyor. Fakat Türkmensahra fazla tanınmayan, kenarda kalan bir bölge olduğu için sesimizi dışarıya fazla duyuramıyoruz. Elbette her yerin kendine göre sorunları var. Son günlerde araştırmacılardan biri kendi amacına ulaşamadığı için olayı İran Kültürel Mirası Kurumu’na bildirip kitaba sahip çıkılmasını istemiş. Kurum benimle temasa geçti ama ben kitabın yasal sahibiyim. Bu konuda bir sorun çıkacağını düşünmüyorum. Görüldüğü üzere başımıza ne geliyorsa maalesef bildiğimiz, inandığımız, görüştüğümüz insanlardan geliyor. Fakat kitabı herkesten gizli tutamayız ki.
Şunu sormak isterim. Yıllar boyu Türk dilindeki el yazmalarının peşinde olan ve onları toplayan biri olarak size göre Türk dünyası eski el yazmalarına sahip çıkabiliyor mu? Bu konuda söyleyeceğiniz bir şey var mı?
Maalesef Türk dünyası gerek eski şahsiyetlerine sahip çıkma gerekse eski el yazmaları koruma noktasında iyi not alacak durumda değil. Dede Korkut’un eski nüshaları niçin Türk dünyasında değil de Vatikan’da ve Almanya’da bulunuyor? Eski Türk eserlerini niçin Rusya’da, Almanya’da veyahut Çin’de buluyorsunuz? Zamanında o eserlere sahip çıkmamışız demek ki. Bu iş için aşk lazım, dert edinmek lazım. Büyük bir aşkla el yazmalarını takip etmek lazım. Belki ileride nice yeni eser karşımıza çıkar, Allah bilir.
Peki kitabın basılı halini ne zaman görebiliriz?
Aslında kitap çıkana kadar bundan söz etmek istemiyordum ama artık herkes merak etmeye başladı. Karakterine ve ilmine inandığım ve yukarıda da kendisinden söz ettiğim hemşerimize kitabı yayınlamak için yazılı izin verdim. Başka kimsenin kitabı yayınlamasını istemiyorum, hele izinsiz yayınlanmasına asla razı değilim. İnşallah çok yakın zamanda kitap yayınlanacak ve bu konudaki tüm meraklar giderilmiş olacak.