2019’a bir asırlık yük – Siyaset

En iyi demokrasi Suriye’de, en demokrat kişi Sisi

Hepimize, “demokrasi” kelimesinin eski Yunancaya ait “demos” ve “kratos” kelimelerinin birleştirilmesiyle üretildiği masalı ezberletildi. Dahası ülkelerimizin başında krallar, sultanlar vardı ve bunlar devletlerine ihanete yanaşmıyorlardı. Dünyada herkesi bir demokrat yönetecekti. Biz sandığa gidip, rey vererek bizi yönetecek kişileri seçecektik. Böylece demos=halk kratos=iktidara yükselecekti. Böyle demişlerdi herkese. Bunun için yıkıp, yerine 50’den fazla ülke kurmuşlardı Osmanlı’nın yerine. Yine bunun için değil miydi Çar’ın devrilip iktidarın Lenin’e teslimi?
İster aileniz, ister mahalleniz, ister şehriniz, isterse de ülkenizde demokrasiniz yoksa size uygun bir demokrasiyi mutlaka bulabilirlerdi. Ülkenizde batının çıkarlarına uymayan bir yönetici varsa acilen size “demokrat” bir yönetici gerekiyordu. Ya da siz, batının çıkarlarına uygun demokrasi ithal etmeliydiniz. Ya da onlar, size bunu ihraç edebilirlerdi. En son örneğini Afganistan, Irak, Libya gibi ülkelerde bizzat müşahede ettiğimiz demokratikleştirme fiilinde olduğu gibi milyonların kanı, yersiz yurtsuz bırakılmaları demokrasiye feda olsundu. Sadece bunlar değil petrolü de bu uğurda akmalıydı batıya doğru. Yeter ki demokrasi gelsindi.
Demokrasi yani halkın kendi kendine yönetmesi aşkına milletvekillerini, belediye başkanlarını, parti teşkilatlarını tepeden atayarak da en demokrat kişi olma şiltini size takdim edebilirlerdi. ABD’den gelen bir mektupla Rockefeller’in kulu, Sabetayist Kasım Gülek’in Bilecek (Ertuğrul)’ten milletvekili olarak bu şekilde tayin edilmesi demokrasimizi taçlandırıyordu.
Günümüz dünyasında emperyalist ülkelerin demokrasi yalanını, zayıf ülkelerde savaş ve kargaşa çıkarmak için kullandıklarını söylemenin abesliğini hepimiz biliyoruz. Demokrasi, şeytanlıklarına giydirilmiş bir maskeydi. Zira Birleşik Arap Emirlikleri gibi emirliğiniz, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi krallığınız, Umman gibi sultanlığınız, Suriye ve Mısır gibi demokrasiniz varsa hiç sorun değildi. Ama Tayyip Erdoğan gibi olmaya kalkarsanız işte o zaman 27 Nisanlar, 17/25’ler, Geziler, 15 Temmuzlarla terbiye edilmeyi hak ederdiniz!
Müslüman avına çıkar, ülkenizi talan eder, kaynaklarınızı şeytanîlere yönlendirdiğiniz müddetçe en iyi demokrasi sizde, en iyi demokrat da sizsiniz. Mısır’ın başına getirilen ‘son firavun’ lakaplı Sisi, batının en iyi demokratı, rejimle Mısır’ın başına gelen Mursi ise ömür boyu hapiste kalması gereken bir “diktatör” değil mi? “İyi ki demokrasi var, yaşasın demokrasi, kahrolası demokrasi!” Seç beğen al!

Kudüs-ü Şerif’in işgali tam gaz

Dünyanın en kadim şehirlerinden olan Kudüs-ü Şerif bugün özelde Ortadoğu, genelde ise dünya meselelerinin merkezinde yer alır. Son din İslam’ın yanı sıra, muharref Musevilik ve Hıristiyanlığın da mukaddes saydığı mekânların Kudüs-ü Şerif’te yer alması, şehrin tarih boyunca çok özel bir ehemmiyete ve dolayısıyla da çok sayıda savaşa sahne olmasına yol açar. Müslümanların ilk kıblesi ve Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in Miraç yolculuğuna çıktığı yer olan Mescid-i Aksâ’yı bağrında taşıyan bu eşsiz şehir, Hz Ömer (r.a.) devrinde Medine merkezli İslam Devleti’nin, 1517’de ise Yavuz Sultan Selim Han ile birlikte Osmanlı’nın hâkimiyetine geçer.
Tarihe ‘Balfour Deklarasyonu’ olarak geçen ve İngiltere Dışişleri Bakanı Yahudi Arthur Balfour’un imzasını taşıyan rezil ihanet belgesi ile “Yahudi vatanı” ilan edilen Filistin’in bir parçası olan Kudüs-ü Şerif’i 1917’de İngilizler işgal eder. İsrail’in 1948’de şehrin batısını, 1967’de de doğusunu işgal etmesiyle Kudüs’ü Yahudileştirme faaliyetleri büyük hız kazanır.
İsrail-Filistin çatışmasındaki en temel meselelerden biri şüphesiz Kudüs’ün statüsüdür. İsrail Meclisi 1980’de kabul ettiği sözde kanunla, Kudüs’ü doğusu ve batısıyla İsrail’in “birleşik başkenti” ilan eder. Böylece Doğu Kudüs’ün ilhâkı şeklindeki gayri meşru fiille statü değişikliğine gidilmeye çalışılır. Ancak uluslararası toplum, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaz.
İsrail 1967’deki işgalinden bu yana, Doğu Kudüs’te yüzbinlerce işgalci Siyonist için iskân alanı oluşturur. Bu yerleşimler, BM tarafından hukuk dışı ilan edilir. Ardından da bazı ülkeler, Kudüs’teki büyükelçiliklerini Tel Aviv’e taşır. Ta ki, ABD Başkanı Donald Trump’ın İsrail büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaya karar vermesine kadar. 2018 tarihinde ABD elçiliğinin Kudüs’e taşınmasının ardından, kukla ülkeler olan Guatemala ve Paraguay da taşır.
Amerika’nın 2017’de “Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma” kararının ardından, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) da İstanbul’da toplanarak, ABD’nin kararını reddeden ve “Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti” olduğunu ilan eden, ‘İslam ülkeleri zirvesi İstanbul Deklarasyonu’nu yayınlar. BM Güvenlik Konseyi (BMGK) kararının ABD tarafından veto edilmesi üzerine de konu, BM Genel Kurulu’na taşınır. Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğu gerçeği, BM Genel Kurulu’nda da ABD’nin tehditlerine rağmen 9’a karşı 128 oyla kabul edilir. Oylamada 35 ülke ise çekimser kalır. Siyonist Yahudi rejimin işgali altındaki Kudüs yaramız, özellikle de Körfez ülkeleri ve Mısır’ın ihanetleri üzerinden bir süre daha kanamaya devam edeceğe benziyor.

Suudi cinayetleri

2018 yılında dünya kamuoyu, gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’nda öldürülüp parçalandığının ortaya çıkmasıyla sarsıldı. Ancak bunun, Suudi yönetiminin ilk cinayeti olmadığı herkesçe biliniyordu. Sayı kesin olarak bilinmese de, Suudi veliaht prensi Muhammed bin Selman’ın muhalif olarak isimlerini listelediği, bunlardan 80’nini öldürttüğü iddia ediliyor. Trump’ın Yahudi damadı Kushner ile özel bir arkadaşlık kuran MbS’nin bu ilişkiyi kullanarak Suudi rejimi muhaliflerini öldürebilmek için Trump’tan onay aldığı kaydedilmişti. Kaşıkçı’nın da bu listelerden birinde yer aldığı söyleniyor.
MbS daha önce de kraliyet ailesinden prensleri kaçırtarak, Suudi Arabistan’a geri getirtmişti. Prens Türki bin Bender Paris’e kaçarak, Suudi rejimini eleştiriyor ve reform çağrıları yapıyordu. 2015 yılında ortadan kaybolan prensten bir daha haber alınamadı. Prens Suud bin Seyfünnasır da 2015 yılında sırra kadem bastı. Suudi yönetimini eleştiren pek çok prens, kralın tahtan indirilmesi gerektiğini söylemelerinin ardından ortadan kayboldular.
MbS’nin Suudi Arabistan içinde de prensleri bir gece operasyonuyla kıskıvrak yakalatıp, uzun süre esir ettiği ve haraç almadan da bırakmadığı düşünülürse, muhaliflerini Avrupa ülkelerinden kaçırıp vahşice katlettirmesi çok da şaşırtıcı değil. Sırrı çözülse de Kaşıkçı cinayetinin muhakemesi 2019’a kalan konulardan biri.

İnsan hakları masalı

İslam, insanların can, akıl, mal, din ve nesil emniyetlerinin sağlanmasını emreder. Bununla da yetinmeyerek tevhidi bir şekilde kâinatta bütün varlıkların haklarının muhafazasını şart koşar. Batı ise bu temel hakları, insan, kadın, çocuk, yaşlı, engelli, hayvan hakları şeklinde tasnifleyerek kendi menfaat ve gizli hedefleri doğrultusunda paramparça eder.
Yine İslam tarihine baktığımızda Hz Peygamberin Veda Hutbesinde, günümüzün insan hakları masallarının çok ötesinde bir mahiyet taşıyan insan, aile, toplum ve bütün insanlığı içine alacak şekilde hak ve özgürlüklerin kayıt altına alındığı görülür.
İslam medeniyetinde dil, ırk, renk, cinsiyet ayrımı yapılmaksızın bütün insanlar eşittir. Batının insan hakları beyannamelerinde savunduğu esaslardan çok daha ileri ve insan vicdanını tatmin eden hak ve hürriyetler, tarihimizde hep uygulana gelmiştir. Günümüzde insan hakları deyince; güçlünün hakkının korunduğu, zayıfın hakkının olmadığı bir dünya çıkıyor karşımıza. ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’nin ne kadar evrensel olduğu ise her zaman tartışılan konuların başında geliyor.
Birleşmiş Milletler (BM)’in kuruluş amacı, adaleti ayakta tutmak, haksızlık karşısında haklının yanında yer almak, insan haklarını tesis etmek ve dünyanın kan gölüne dönmesini engellemekti. Savaş şartları altında kurulan Birleşmiş Milletler mevcut yapısı ile günümüzde insan haklarına ve barışa katkı sağlamaktan çok uzak. Maalesef BM, büyük devletlerin çıkarına göre müdahale yapan, kararlar alan ve zulümler karşısında sükût eden bir teşkilata dönüştü ya da zaten bu amaçla kurulmuştu. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” sözü bu durumu ortaya koymaya yetiyor.
Özellikle son yıllarda dünya devletlerine insan hakları ihlalleri konusunda ders vermeye ve AİHM kılıfıyla yargılamaya kalkan Avrupa; ırkçılıktan inanç hürriyetine, kimyasal saldırılardan sömürgeciliğe kadar birçok insanî suçla aslında kendisi bütün temel hakları ihlâl ediyor. Avrupa’nın Suriyeli sığınmacılara karşı uyguladığı gayrî insanî ve ahlaksız uygulamaları da iddia ettiği insanî değerler konusunda ne kadar ikiyüzlü olduğunu gösteriyor. Bir masal olarak dünyaya yutturulmak istenen insan hakları kavramı, gelişmekte olan ülkelere karşı manipülasyon aracı olarak kullanılıyor. Bugün gelinen noktada insan hakları, şeytanî düzenin devamı için terbiye aracından başka bir amaç taşımıyor.

Boğazlar meselesi

İstanbul ve Çanakkale boğazları stratejik konumları nedeniyle tarih boyunca devletlerin çıkarlarının çarpışma noktası ve bölgeye hâkim olmak isteyen güçlü devletlerin hedefi oldu. Tarihte Boğazlar ile ilgili bilinen ilk mücadele, Yunanlılar ile Truvalılar arasındaki ‘Truva Savaşı’ydı. Bu dönem içinde zaman zaman Boğazları ele geçirme girişimleri oldu. Rusya’nın sıcak denizlere inme isteği, 1774 yılında Rus gemilerinin İstanbul Boğazı’nı kuşatma girişimi ile görünür hâle gelmiş, bu politika Büyük Petro ve Çariçe II. Katerina zamanında da devam etmişti.
Elbette Boğazları isteyen tek ülke Rusya değildi. Fransa da gözünü İstanbul’a dikmişti. Ancak diğer devletler buna karşı çıkıyordu. “Kale-i Sultaniye Antlaşması” ile Fransa engellenmiş olsa da, İngiltere kısmen söz sahibi olmuştu. Daha sonra İngiltere, Fransa, Rusya, Prusya, Avusturya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 1841 yılında imzalanan “Londra Boğazlar Sözleşmesi”yle, Boğazlar’ın bütün devletlerin savaş gemilerine kapalılığı, ticaret gemilerine açıklığı kabul edilerek, Boğazlar’dan geçiş rejimi uluslararası bir nitelik kazanır. Ancak Osmanlı da, Boğazlar’dan geçişi dilediği gibi belirleme hükümranlığını kaybeder.
Kurtuluş Savaşı ile birlikte Lozan Antlaşması imzalanır. Barış dönemlerinde Boğazlar’dan ticaret gemilerinin ve uçaklarının geçmesi serbest olurken, savaş gemileri ve uçakları içinse sınırlama getirilir. Daha sonra imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazların tam hâkimiyeti Türkiye’nin eline geçer. Ancak bir takım kısıtlamalar getirilir. Bu sözleşmenin süresi 20 yıldır. 20 Temmuz 1956’da sözleşmenin süresi biter. Sözleşmeye göre 18 yıl sonra taraflardan biri isterse sözleşmeyi bitirme talebinde bulunabilecektir. Ancak o günden bu yana süre her 20 yılda uzatılarak bugüne kadar gelinir.
Hassas dengeleri olan bu antlaşmadaki herhangi bir değişiklik bütün ülkeleri etkilediği için hiçbir devlet iptal talebinde bulunmak istemez. Şu an Montrö anlaşması, ‘Kanal İstanbul’ projesi çerçevesinde yeniden tartışılıyor. Kanal İstanbul yapılsa bile sadece İstanbul Boğazı’na seçenek oluşturacak, gemilerin Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi’nden geçiş rejimi ise Montrö Sözleşmesi kapsamında korunacaktır. Montrö sözleşmesinin süresi ise 2036 yılına kadar uzatılmıştır.

Tek düşmanı İslam olan NATO’yu  bekleyen son

Güya Komünizm’e karşı kurulmuştu. Bu nedenle ‘Kuzey Atlantik İttifakı’ kısa ifadesiyle de NATO adını vermişlerdi ona. 1949 yılında 12 ülke tarafından Washington’da imzalanan “Kuzey Atlantik Antlaşması” çerçevesinde hayatiyet kazanmıştı. Birçok ülkenin dahil olmasıyla 29 üyeye ulaşan uluslararası askerî bir kuruluş hâlini aldı.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kutuplaşan ya da öyleymiş gibi gösterilen dünyada, soğuk savaşa karşı bir alternatif olarak güçlenen kolektif güvenlik konsepti NATO, Birleşmiş Milletler ile özdeşleşmişti.

“Herhangi bir üye devlete yapılmış saldırı tüm üye devletlere yapılmış sayılır ve ortak saldırı planı (gerekli görülürse) kararlaştırılır” şeklindeki meşhur beşinci madde, Türkiye söz konusu olduğundan bir türlü işle(til)medi. Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan Kardak Kayalıkları Krizi ve Türkiye’nin Kıbrıs çıkarması konularında NATO hep Yunanistan’dan yana tavır aldı. Ne de olsa dindaşlarıydı ve Türkiye’nin büyüme ve gelişmesi endişe vericiydi.

Öte yandan CIA ile birlikte darbe kurgularının ve gladyo yapılamalarının merkezi durumuna gelen NATO, 15 Temmuz sürecinde de Türkiye’den kaçıp NATO üyesi ülkelere sığınan teröristlerin iadesi, Suriye’de konuşlanan terör odaklarına NATO üyesi ABD’nin silah yardımı yapması gibi gelişmelerinde de Türkiye’ye karşı düşmanca bir tavır içinde oldu. Bu yüzden de Türkiye’nin ayrılması ve ihracı başlıklı gündemler kulisleri meşgul etti. Diğer bir husus ise Türkiye’nin kendini savunacak füze sistemlerini temin etme konusunda bile Türkiye’yi yalnız bırakmasıydı.

Mesela Irak ve Suriye’nin kuzeyinden Türkiye’ye yönelmiş terör tehdidini bertaraf etmede Türkiye’ye destek vermedi. Hatta çoğu kez teröristlerin hâmisi oldu. Hayli yıpranmış olan NATO’ya son darbeyi ise ABD başkanı Trump vurdu. Üye ülkelerin ödemeleri üstlenmesi çağrısı bu askerî birlikte de derin çatlak meydana getirdi, ya da zaten var olan çatlağı büyüttü. Artık tek düşmanı İslam olan NATO’nun ecelinin geldiği bile konuşuluyor. Bunun gerçek olup olmadığını ise gelecek on yıldaki gelişmeler belirleyecek.

Türkiye’nin füze anlaşmaları

Türkiye öteden beri NATO çatısı altında savunma hakkını kullanabilmek için ‘patriot füzelerini’ talep ediyordu. Suriye’den gelen tehdit üzerine kısa bir dönem sınıra konuşlanan füzeler, batının destek verdiği Gezi kalkışmasının başarılamamasının ardından, sökülüp götürüldü. Herhangi bir kriz anında savunma amacıyla istediği Patriot füzeleri verilmeyen Türkiye, savunma sanayinde bağımlı olmamak gerektiğini açık bir şekilde görmüş oldu.

2013 yılında hava savunma sistemini kurmak üzere Çin firması CPMIEC ile FD2000 füzelerinin alımı üzerine anlaşıldı. Türkiye daha önce bu teknolojileri batıdan almak istemişti, fakat bu talebi karşılık bulmamıştı. Bu karara, ABD ve NATO sert tepki gösterdi. Bu tepkiler sürpriz de değildi. Beklenmedik bir şekilde Çin ile yapılan anlaşma 2015 yılında iptal edildi. İptalin, Çinli şirketin teknoloji transferini reddetmesi ve Çin füzelerinin NATO savunma sistemine entegre edilemeyecek olması nedeniyle gerçekleştiği açıklanmıştı.

Bu gelişmelerin ardından bu kez 2017 yılı sonunda Rusya’dan S-400 alınması gündeme geldi. Türkiye 2,5 milyar dolar karşılığında, 2 ad. S-400 sistemi ve 4 adet batarya için imza attı. Tahmin edilebileceği gibi, Amerika ve NATO buna da tepki gösterdi. Avrupa ülkeleri Rusya ve Türkiye’nin ilişkilerinin güçlenmesinin ardından hayata geçen anlaşmayı ‘Türkiye’nin NATO’dan kopuşu’ olarak değerlendiriyordu. ABD ve NATO kanadından birbiri ardına provokatif açıklamalar geldi. Ancak Türkiye bu açıklamalara ‘anlaşma sorunsuz bir şekilde devam ediyor’ diyerek cevap verdi.

Türkiye’nin S-400’e olan ilgisinin ana nedeni, ABD Kongresi’nin silah alımı için çıkarttığı zorluklardı. Ancak S-400 anlaşmasının ardından Amerika S-400’lere alternatif olarak patriot tipi füze savunma sistemlerini satmayı bile teklif etti. Bir hafta önce de ABD Dışişleri Bakanlığı, Senato’ya 3,5 milyar dolar değerindeki patriot hava ve füze savunma sistemlerinin Türkiye’ye satışının önünde bir engel olmadığını bildirdi. Türkiye ise hem S-400, hem de patriotlara sahip olmanın tadını çıkarmaya hazırlanıyor. Türkiye’nin kendilerine bağımlı olmasını isteyen batı, S-400 anlaşmasının da Çin ile olan anlaşma gibi iptal edilmesini ümitle bekliyor. İşte bu yüzden 2019’da da füze sistemleri yine gündemimizde olmayı sürdürecek.

Sınır istemeyen AB’den ayrılıyor

Bugün 28 Avrupa devletinin üye olduğu siyasi ve ekonomik işbirliğini temel alan bir örgüt olan Avrupa Birliği, 1950 yılında imzalanan anlaşmalar sonucunda ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alandaki işbirliklerini güçlendirerek doğsa da, BM gibi 2. Cihan Harbinin sonrasında ABD ve SSCB karşısında denge olarak temellendirilmişti.

Birleşmiş bir Avrupa hedefine demir çelik birliği, ardından da ekonomik topluluk maskesi giydirildi. Birlik, Avrupa’nın Hristiyan kültürünün, siyasi mazisinin ve sömürü düzeninin uzantısı bir işlev görüyor. Bu nedenle hazmedememe ve Müslümanların kendilerini değiştirme ihtimaline karşı Türkiye’yi yarım asırdır oyalıyor.

AB, üye devletler arasında imzalanan anlaşmalarla bazı alanlarda karar alma ve düzenleme yetkisini üye devletlerce birliğe verildi. Dünyada bir benzeri daha olmayan, tüm üye devletleri ve vatandaşlarını bağlayan bir hukuk sistemi oluşturuldu. Ayrıca kişiler, mallar, hizmetler ve sermayenin Avrupa Birliği sınırları içinde rahatça dolaşımının sağlanması için bir iç pazar oluşturuldu.

1959 yılında kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğuna başvuru yapan Türkiye’nin oyalanması, ülkenin geleceği açısından hayırlı bir gelişme. Zira kabul edilmesi durumunda yaşanacak doku uyumsuzluğunun iki taraf açısından da yıpratıcı olacağı kesin. Türkiye bunu idrak etmiş olmalı ki, artık süreci pek de umursamıyor.

Öte yandan İngiltere’nin birlikten ayrılma macerası devam ediyor. İngiltere örneğinin devam edeceğine de kesin gözüyle bakılıyor. Dünyada şehir devletlerine dönme girişimlerini yürüten, ülkeleri parçalayıp devletçikler üretmeye çalışanların kendilerinin nasıl birlikte kalacağı da ayrı bir merak konusu.

Mülteci meselesi gibi sıkıntılarda birlik ile ortaklık sağlayamamak ise AB’nin en büyük açmazlarında biri. Birliğin bir yandan ülkelerin iç işlerine müdahil olması da bu tarz birliklerden ayrılıkları ve bu yapıların tartışılmasını kaçınılmaz kılıyor. Kendisini birlikler ile sınırlamak ve kalıba girmek istemeyen ülkelerin ayrılıklarını bir de bu zaviyeden okumak gerekiyor. Netice itibariyle AB’nin 2050’yi görmesini kendileri bile ön görmüyor. Bu yüzden Türkiye’nin bu bürokratik cehennemden ne kadar uzak kalırsa o kadar iyi olacağını unutmaması gerekir.

Atlantik-Pasifik kavgası

Kürevî güç merkezlerinin yeniden konumlandığı, sermayenin el değiştirdiği yeni süreçte Atlantik ve Pasifik arasındaki güç çekişmesine tüm dünya şahitlik ediyor. Dünyada güç dengeleri değişiyor. Özellikle son 15 yılda, Asya-Pasifik hattının yükselişi gözlenirken, Atlantik hattının dağılmaya doğru gittiğini söylemek yanlış sayılmaz.

80’li yılların başında Atlantik, ABD-AB beraberliği dünya mal ve hizmet üretiminin yüzde 52,4’üne hâkimken, Pasifik hattında Çin ve Hindistan’ın payı sadece yüzde 5,3’tü. Bugün baktığımızda ise Çin ve Hindistan’ın payı yüzde 25’e yükselmiş, ABD-AB’nin payı ise yüzde 39’a gerilemiş görünüyor.

Elimizdeki veriler Asya’nın yeniden yükseldiğini gösteriyor. Bunun farkında olan Rusya bu blokla ilişkilerini sıkı tutuyor. Türkiye ise gerek coğrafî konumu, gerekse dünya efkâr-ı umumiyesindeki ağırlığı ile bu değişim merkezinin tam ortasında yer alıyor. Her iki hatta yer alan ülkeler de Türkiye’nin bu durumunun farkında.

FETÖ, PKK, DEAŞ gibi terör örgütlerinin Türkiye’nin başına belâ edilmesinin sebeplerinden biri de bu. Türkiye’nin Pasifik hattındaki ülkelerle geliştirdiği işbirlikleri Atlantik hattındaki ülkeler tarafından hasetle izleniyor ve bu işbirliklerinin baltalanması için her türlü olanak devreye sokuluyor. Türkiye’nin artık kullanılan bir aktör değil de oyun kurucu olarak sahada olması engellenmeye çalışılırken, Türkiye’ye “Eğer Atlantik’ten ayrılırsan kurt kapar” gibi tehditlerle parmak sallanıyor.

Diğer taraftan ise ABD’nin başına Trump’ın gelmesiyle dengeler iyiden iyiye Pasifikçilerin lehine değişim gösterdi. NATO’nun zayıflaması, AB’nin parçalanma eğilimi göstermesi, Çin ve Rusya’nın yükselişi, FED’çileri yani Atlantikçileri tedirgin ettiği gibi 2019 ve sonrasında da hayli yoracağa benziyor. Bu işten belki de en kârlı çıkacak ülke Türkiye olacak.

Trumpizm

8Kasım 2016 tarihinde yapılan Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerine, Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak katılan iş adamı Donald Trump, ABD’nin 45. Başkanı seçildi. Seçim kampanyası döneminde Trump’ın seçileceğine kimse imkân vermiyor, gazeteler ve televizyon programlarında Trump’la dalga geçiliyordu. Ancak herkesi şok eden seçim sonucuyla Amerika’nın şımarık çocuğu Trump başkanlığını ilan etti.

Gerek şahsî, gerekse devlet ilişkilerini twitter üzerinden yürütmeyi tercih eden, siyasal ve kültürel gelenek ve kadroları aşağılayan Trump ilişki kurduğu herkese hakaret etti. İsrail dışındaki ülkeler de Trump’ın hakaretlerinden payını aldı.

Trump’ın Amerikan kültürünün DNA’sında zaten var olan popülist, ırkçı, milliyetçi kodlarla örtüşen vaatleri onu başkanlığa taşımıştı. Trump’ın ister yanında, ister karşısında olsun kendisine en küçük bir muhalefet göstereni ezmeye çalıştığı, yetkilerini, sorumluluklarını ve uluslararası teamülleri umursamayan, ırkçı, agresif, uzlaşma kültüründen uzak ve işkenceyi onaylamaya varan yaklaşımları ‘Trumpizm’ kavramıyla anılmaya başlandı.

Özellikle İslamofobik çıkışlar yapan Trump’ın oluşturduğu dalga, zaten Avrupa’da yükselmekte olan ırkçı, milliyetçi ve İslamofobik dalga ile birleştiğinde, Avrupa’da ırkçı siyasetin tırmanma hızını arttırdı. Giderek Avrupa’da Trump benzeri politikacılar ortaya çıkıyor ve rağbet görüyor. Bu da zaten parçalanma sürecine girmiş olan AB’nin sonunu hazırlıyor.

Batı’nın kendi içerisinde yaşadığı bu bölünmüşlük ve rekabet, Türkiye’nin son dönemde izlediği bağımsız dış politikasının başarılı olma şansını artırıyor. Trump ise Erdoğan’la Suriye hususunda anlaşarak yaptığı çıkışla da yeniden gündeme oturdu ve şaşırtıcı bir uzlaşma tavrı sergiledi. Bu yüzden de 2019’da da Trump’ı konuşmaya devam edeceğiz.

BM ipini çekecek yiğidi bekliyor

Galipler tarihi yazdığı gibi, müesses nizamları da kurarlar. 1. Cihan Harbi’nden sonra Versay Barış Antlaşması ile ortak bir müessese kurulma kararı alındı ve 10 Ocak 1920’de ‘Cemiyet-i Akvam’ ya da diğer adıyla ‘Milletler Cemiyeti’ kuruldu. Cemiyetin merkezi Cenevre’deydi ve ülkeler arasında yaşanabilecek meseleleri barışçı yoluyla çözecekti.

Filistin, İngiliz işgalindeydi ve Yahudi devletinin alt yapısı hazırlanıyordu. Lakin batıdaki Yahudiler Filistin’e gitmemek için direnmekteydi. Bunun bir yolu bulunmalıydı. Yahudi baronlar, Hitler’i harekete geçirdiler. Alman ordusundaki Yahudi subaylar ise fakir Yahudileri öldürüyor, Almanya’yı onlara dar ediyorlardı. Orayı terk edip Filistin’e göç edecekler için tüm imkânlar seferber edildi. Kamyonlar, gemiler tahsis edildi. İş bitti, Hitler’de yenildi.

Merkez, orduları ve ekonomileri per perişan olan Avrupa’dan Amerika’ya kaydırıldı. Bunun resmiyet kazanması için de 20 Nisan 1946’da Cemiyet-i Akvam lağvedildi. Güya başarısızdı. Bu kez merkezi New York’ta olan Birleşmiş Milletler kuruldu, patronluğu ise ABD’ye verildi. BM’nin ilk icraatlarından biri, Filistin topraklarını işgal etmiş olan İsrail’i tanımak oldu. Her şey yolundaydı ve müesses nizamın tesisi için yeni müesseseler in kurulması birbirini izledi.

ABD’nin yanı sıra İngiltere, SSCB, Fransa ve Tayvan’a da ayrıcalık tanınarak, Güvenlik Konseyi yani her birinin veto hakkı olan BMGK inşa edildi. Tayvan’ın üyeliği düşürülerek yerine Çin geçirildi. Dünyadaki bir mesele bu beşli çetenin hepsinin işine geliyor veya gelmiyorsa onaylar veya reddederlerdi. İçlerinden birinin işine gelmediğinde ise o veto hakkını kullanırdı. Tepkileri azaltmak için ise 10 ülkeye 2 yılda bir değişecek şekilde veto imkânı verilmeden BMGK üyeliği tanınmıştı.

Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” şeklinde formüle ettiği çıkışı ise Güvenlik Konseyi’nin konumunu iyice tartışmalı hâle getirdi. “BM reforme edilmeli, buna da BMGK’dan başlanmalıydı. Veto yetkisi en büyük sorundu. Daimi üyeler bu dönüşüme izin vermiyordu. Merkezin yerini değiştirmek işlevli hâle getirebilirdi!” Bu türden talepler hiç eksik olmuyor artık.

Dünya’da her 3 kişiden biri Müslüman olduğu halde bugüne kadar BM Genel Sekreterliği görevinde hiçbir Müslüman görev yapmadı. Dahası BM Güvenlik Konseyi’nde 5 daimi üye arasında hiç Müslüman ülke yok.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Eylül 2014 yılında BM Genel kurulunda, Güvenlik Konseyi’nin 5 dâimi üyesinin BM’yi etkisiz hale getirmesinin kabul edilemez olduğunu söyledi. Erdoğan her fırsatta BM’nin etkisizleştiğini ve değişmesi gerektiğini vurguluyor.

BM ile ilgili mühim noktalardan biri de, nerede bir işgal ve zulüm varsa ya onun onayı, ya da ilgisizliği olmadan olmamasıdır. Batının işgal ve zulümlerine payandalık eden BM’nin ipini çekme vakti çoktan geldi ve geçiyor. Ancak bir araya gelme becerisine sahip olmayan İslam İşbirliği Teşkilatı üyeleri arasında Türkiye’den başka bunu yapabilecek bir ülke yok. Ufukta da gözükmüyor. Bu yüzden Türkiye ve Erdoğan’a daha büyük bir mükellefiyet düşüyor.

Doğalgaz hatları savaşları

Yine 2018 yılında enerji en çok konuşulan konulardan birisiydi. Doğu Akdeniz’de aranan doğal gaz üzerinden ciddi tartışmalar ve gerginlikler yaşandı.

Enerji konusunda fiyat belirleyici olmak, en önemli konu. Bir yerden bir yere taşınacak doğal gazda tek ülkenin belirleyici olması mümkün olmuyor. En kısa yoldan enerjiyi taşımak Türkiye’yi bu konuda paydaş kılıyor. Avrupa’ya giden Akdeniz gazının Türkiye’den geçmesinden ise Yunanistan rahatsız.

Hazar Denizi bölgesinde bulunan büyük doğalgaz rezervlerinin Türkiye aracılığıyla diğer ülkelere iletilmesi noktasındaki ilk aşama, Trans Anadolu Doğalgaz Hattı (TANAP) ile gerçekleştirildi. Türkiye’nin doğalgaza olan ihtiyacının karşılanması hususunda da bu hattın önemi tartışılmaz. Türkiye için îtibarlı projeler olan doğal gaz boru hatları, bu enerjinin sadece taşınması değil, aynı zamanda yeniden fiyatlandırılması anlamında da büyük önem arz ediyor.

Enerji kaynaklarına sahip ülkelerin geçiş noktalarında bulunan Türkiye, birçok boru hattının açılışını
bu sene yaptı. Boru hatlarının topraklarımızdan geçmesinde iki önemli nokta bulunuyor, birincisi Türkiye’nin Avrupa’ya giden enerjiye merkezlik yapması, ikincisi de diğer ülkelerle diplomatik ilişkiler boyutu. Tabi burada Türkiye oyun dışı bırakılmak istenen en önemli aktör. Bölgeye savaş donanması getirerek Türkiye’ye gözdağı veriyorlar.

Yunanistan ve Rumlar, Mısır ve İsrail’in Türkiye karşıtlığını, Lübnan ve Libya’nın ihmalini fırsata çevirmeye çalışıyor. Doğu Akdeniz doğal gazında söz sahibi ülke sayısının çok olması ve konum itibariyle çekişmeli bir alanda bulunan bu gazın akıbeti, ilişkileri önemli ölçüde geriyor. Herkes kendi hakkından söz ederken adı anılmayan bir yer var: Filistin ve Gazze.

Bölgedeki siyasi meselelerin Türkiyesiz hali mümkün olmadığı gibi, alıcı ve satıcılar için de Türkiyesiz enerji dağıtımı imkânsız. Alternatifsizler mi? Elbette hayır! Fakat Türkiye dışındaki tüm seçenekler hem riskli, hem de çok pahalı. Türkiye enerjinin üreticisi olmasa da, dağıtım vanası görevini üstlenmeyi sürdürecek.

Ticaret yolu savaşları

Kara ve deniz ticaret yolları yüzyıllardır dünya ekonomi ve siyasetine yön verdi. Ticaret yolları arasında ilk olan İpek Yolu ve Baharat Yolu yahut benzeri yollar, gelişen teknoloji ile farklılaşmaya başladı. Havalimanlarının daha fazla işlev kazanmasıyla ticaret kısmen buralarda yoğunlaştı.

Ticaret için en kârlı ve en kısa olan yolu bulmak yıllar boyunca tüccarların en önemli konularından birisiydi. Yine 2018 yılında konuşulan yeni ticaret yollarından biri, Kuzey Buz Denizi olarak karşımıza çıktı. Bunun yanında Çin’in ‘Bir Kuşak Bir Yol’ ismiyle açıklanan ‘Yeni İpek Yolu’ da diğer bir ticaret yolu oldu. Yeni İpek Yolu projesi, 2013 yılında Çin lideri Xi Jinping tarafından açıklandı.

‘Kuşak kavramı’ projedeki kara yolları, demir yolları, petrol ve doğal gaz boru hatları ve diğer altyapı yatırımlarına atıf. Çin’den başlayan projenin, Orta Asya ve Moskova üzerinden Venedik’e kadar uzanması planlanıyor. Projede tek bir rota yok. Mesela, Afrin ve İdlib, Doğu Akdeniz doğalgazının ticarileşmesinin en ucuz ve en güvenli noktası. Diğer tüm ticaret yolları ve Irak petrolleri buradan Akdeniz’e açılacak.
Deniz ticaretinin önemi ayrıca ele alınarak, Kuzey Buz Denizi hattının elverişli hale getirilmesi için projeler yürütülüyor. Kuzey Buz Denizi ticaret hattı, Panama ve Süveyş Kanalını yerinden edecek gibi görünüyor. Çin’in yaptığı araştırmaya göre, iklim politikaları ve küresel ısınma seviyeleri böyle sürerse Kuzey Buz Denizi tamamen erimiş ve ticaret için kullanışlı hâle gelmiş olacak. Bu da Antartika’nın önemini bir kez daha gözler önüne seriyor. Türkiye’nin ise 3. Havalimanı ile ticaret yolu savaşlarına güçlü bir şekilde dâhil olması, geleceğin önemli gündemlerinde yer almayı sürdürecek.

Kraliçe’nin ‘ölüm’ meselesi

1952’de tahta çıkan Büyük Britanya Kraliçesi II. Elizabeth 21 Nisan 1926’de doğmuştu. Türkiye Cumhuriyeti’nden bile yaşlı olan Kraliçe’nin iktidarı ise 67 yıldır sürüyor. Dünyada yaşayan pek çok kişi gibi oğlu veliaht Prens Charles de sabırsızlıkla onun öldüğünü görmek istiyor ki tahta geçebilsin. Kim bilir belki 2019’da törenlerini görürüz.

Rusya’nın yeni yayılmacılığı

Komünist Sovyetler Birliği’nin dağılması ile güç kaybeden Rusya, eski ve kıdemli bir KGB ajanı olan Putin’in devletin başına geçmesi ile yeniden güç kazanmaya başladı. Henüz eski iktisadî gücüne erişemese de, toprak yayılmacılığını yeniden başlattı. Çin’le aynı siyasi ve iktisadî kulvarda iseler de, Rusya Çin’in iktisadî ve dolayısıyla siyasî nüfuzundan çok rahatsız.

Öte yandan Rusların sıcak denizlere inme hasreti dinmiş değil. Suriye’de yaşanan vahşete dâhil olmalarının nedeni de Akdeniz’de pay ve söz sahibi olmak. Mısır askerî darbesini de bu nedenle destekliyor. Selman’ın Kaşıkçı cinayetine sessizliği ve hatta desteği de bu yüzden.

Gürcistan’ı parçalayıp devletçiler üreten Putin, Ukrayna’ya ait olan Türk yurdu Kırım’ı kolay bir şekilde kendine ilhak etti. Ukrayna’nın doğusunu işgal altında tutuyor. Batısındaki eski SSCB üyesi ülkeleri de rahat bırakmıyor. Ermenistan’ın Karabağ’daki işgaline askeri ve siyasî destek veriyor. Tüm gelişmeler ilhak politikalarının Putin’in kolay lokma olarak gördüğü her noktada süreceğinin işareti.

Ulus ve şehir devletler modası

Eskiden şehir devletleri hâkimdi dünyaya. Sonra büyük devlet ve imparatorluklar çıktı. Büyük İskender uzun soluklu olmasa da dünyayı baştanbaşa ele geçirdi. Roma İmparatorluğu üç kıtadaydı. Ardından Osmanlı Medeniyeti devraldı büyük devlet rolünü.

Diğerleri gibi zulüm ve gözyaşı yerine huzur getiren Osmanlı’nın 20. Asrın başında dağılmasıyla yerine 50’den fazla devletçik kuruldu. Başlarına kuklalar yerleştirildi. Bu da yetmedi daha çok bölünerek yeni devletçikler üretildi.

Batılı filmler ve siyaset yorumcularını takip ettiğimizde büyük ve güçlü devletler büyük baronları ve şeytanîleri ürkütüyor. SSCB’yi Yugoslavya’yı dağıttıkları gibi ABD, Çin ve Rusya’yı da bölmek istiyorlar. Suriye’den bile üç devlet çıkarmak istediler. Yarım asırdır Türkiye’nin bölünmesi için çalışıyorlar. Muhtemelen sıra ABD, İspanya, İtalya, Almanya ve İngiltere’nin parçalanmasında. Bunları hallettiklerinde diğerlerini parçalamak zor olmayacak.

Dünyayı şehir devletçiklerine bölerek kolay lokma yapmanın peşindeler. Bu mesele dünyanın sürekli gündeminde olacak. En çok zorlandıkları veya zorlanacakları ise Yeni Türkiye olacak.

Benzer konular