Misafir edenin değil misafir edilenin Misafir’i

Suriye meselesinde sinemamız sınıfta kaldı. Savaşın 5. senesinden sonra filmler çekilmeye başlandı. Sayıları bir elin parmaklarını geçmez. Misafir her açıdan, her tercihiyle, kusuruyla, çabasıyla ve başarısıyla izlenmesi gereken ve hassasiyeti itibariyle ayrı yerde duran bir film.

İnsan bazen insanlığını sorguluyor. Aslında düzenli bir tazeleniş yöntemi olarak hep yapmak gerek bunu. Fakat bu çağda zor. Her birimiz müthiş bir bombardıman altında enaniyetimizi büyütmekle meşgulüz. Farkında olmasak da öyle… Sosyal medya, kişisel gelişim hikâyesi, herkesin her şeye kolaylıkla ulaşabiliyor olması gibi başlıca göstergelerle benliğimizi doyuruyoruz. İnsanız, zaaflarımız var. Normal bir manzara bu. Ama bazı şeylerin de farkına varıp teslim olmamamız gerekiyor. İnsanlığımızı sorgulama noktasındaki yegâne duvarımız da kendimiz. O halde işimiz zor.
Önümüzde, yanımızda, içimizde, gönlümüzde ve gözümüzde, göğsümüzde daha çok, yani her tarafımızda bir sorgulama imkânımız var. Adı Suriye…

Sinemamız Suriye sınavında sınıfta kaldı

7 yılı geçti. Gelen milyonlarca insan oldu. Gelmeseler de derdimiz olmalılarken, geldikleri halde derdimiz olmaları seneler aldı. Ensar olabilmeyi geçtik, modern manada misafir edebilmek bile zoruna gitti bir kısmımızın. Genelleme yapmamak, yiğide hakkını vermek gerek. Fakat aynı şekilde yiğitlikten uzak duranın da yaptığından utanması gerektiğini vurgulamak lazım.
İnsanlığımızı sorgulamanın, uyarı yapmanın en etkili yollarından biri sanat. Özelde sinema… Derdi olanın geniş kitlelere ulaşmasının hem estetik, hem de kalıcı yöntemi.
Peki, Suriye meselesinde sinemamız nasıl bir sınav verdi? Kelimenin tam manasıyla sınıfta kaldık diyebilirim. Savaşın 5. senesinden sonra filmler çekilmeye başlandı. Sayıları bir elin parmaklarını geçmez.

Misafirin ruh halini anlatıyor

İşte o elin parmaklarından biri Misafir. Geçtiğimiz sene Antalya Film Festivali’nde izlemiştim. İzleyici Özel Ödülü’nü almıştı. Geçtiğimiz günlerde de vizyona girdi. Suriye’deki savaşı, mülteci meselesini, misafir edip edememe hususunu, misafirliğin süresini ve kimsenin fikrini sormadığı misafirin ruh halini anlatmaya çalışan duygulu bir film. Önceleri dizi piyasasından tanıdığımız yönetmen Andaç Haznerdaroğlu’nun filmi birçok festival dolaştı ve ödüller aldı.
Konusundan biçimine kadar birçok açıdan ele alınması gereken bir film. Zira Suriye konusunu ele alan nadir örneklerden. Diğer taraftan, Andaç Haznedaroğlu’nun kamera arkasındaki serüvenin kopyası olan ve genel olarak sinemamızın bir yarası olan sorunsala da işaret ediyor.

Giden kim? Kalan kim?

Filmin hikayesinden başlayalım. Akrabalarını Suriye’deki savaşta kaybeden küçük bir kız… Neşe doludur. Savaş, küçük kardeşi hariç tüm ailesini alır. Artık kardeşi ile yapayalnızdır. Komşuları Meryem, Leyla ve kardeşini de yanına alıp Suriye’den çıkar. Hedef Avrupa’dır. Bunun için Türkiye’ye gelirler. Uzun bir yolculuktur. İstanbul’da yaşayan tanıdıkları mültecilerin yanına taşınırlar. Taşınmak dediysek, bir bodrumda kalan onlarca kişinin mekanı… Leyla, önünde sonunda evine dönmek arzusundadır. Annesini, ailesini, evini, oyunlarını özlemektedir. Sık sık dönme arzusunu yineler. Hatta dönmek için kaçar. Ciddi bir maceranın içine düşer. Meryem ise Leyla’ya annelik yapar. Esasında annesi de olur. Duygu bakımından gelinen nokta burasıdır. Sonra Avrupa’ya ‘kaçma vakti’ gelir. Botlarla denize açılacaklardır. Kim gider, kim kalır? Esas mesele bu değil. Bir yanıyla da mühim. Ancak vizyonda olan bir film için bundan daha fazla ayrıntı (spoiler) vermemek gerekir.

Misafir eden tanımı sorunlu

Misafir filminin ele alınacak noktalarından biri de hikâye ve senaryo. Tam da ismindeki gibi ‘misafirlik’ söz konusu. Türkiye’ye gelen ve bir kısmı artık geri dönmeyecek olan yüz binlerce Suriyeliyi değil, Türkiye’den Avrupa’ya geçmeye çalışan ve her an ülkesine dönmesi beklenen Suriyelileri anlatmış. Andaç Haznedaroğlu’nun hikaye ve yöntem noktasındaki iyi niyeti aşikar. Filmdeki duygu da tamamen bu. Hiçbir art niyet olmadan Türkiye’deki Suriyeli manzarası çizilmeye çalışılmış. Lakin filmde duyarlı Türk misyonunu “zengin, görgülü” (esasında Beyaztürk) bir kadını üstlenmesi, yine filmin arada kalmışlığıyla ilgili… Herkes biliyor ki esas olarak ‘Beyaztürk’ denen kesim Suriyelileri istemiyor. Haznedaroğlu bunu bir temenni olarak hikâyesine koymuş olabilir. Ya da ülkemizde az örneklerden bir yaşanmışlık da olabilir. Ama hikâyenin bütünü ve yaşadığımız hakikat düşünüldüğünde bu husus ‘sokağı’ değil de ‘sokağa uzaktan bakan’ı resmediyor. Sorun şu ki; uzaktan bakanı, uzaktan bakan olarak değil, uzaktan bakmaya ve bakılmasına bir yerden sonra müsaade etmeyen şeklinde anlatıyor. Yani misafir edilen değil de misafir eden tanımıyla ilgili bir sorun var.

Çocuk oyuncu kampta yaşıyor

Oyunculuklara gelince…
Arap ve Türk oyuncular birlikte rol alıyor filmde. Saba Mubarak, Rawan Iskeif, Homam Hout, Şebnem Dönmez, Yeşim Ceren Bozoğlu başta gelen isimler. Çocuk oyuncu Rawan Iskeif, filmde oynamadan önce mülteci olan bir çocuk. Ve ilginçtir, filmden sonra Yunanistan’daki mülteci kamplarında yaşamaya devam ediyor. Filmde genel olarak kıvamında bir oyunculuk ve tutarlı bir tercih söz konusu.

İzlenmesi gereken bir film

Her açıdan, her tercihiyle, kusuruyla, çabasıyla ve başarısıyla Misafir, izlenmesi gereken ve hassasiyeti itibariyle ayrı yerde duran bir film. Andaç Haznedaroğlu, “Bu film hayatımı değiştirdi” diyor. Antalya’da söyleşisine katılmıştım. Hakikaten çok belliydi. Toplamda 4 yılını alan bu film, Haznedaroğlu’nun hayata ve sinemaya bakışını etkilemiş. Sinema tam olarak da bu aslında. Üreticisini ve izleyicisini geniş sorulara ve sorgulamalara sevk etmeli.

***

Malum hikâyeleri, malum yöntemlerle anlatmayalım

Misafir filmi ve Suriye konulu filmlerle alakalı çok çok ama çok çok mühim bir noktayı daha işaret etmek isterim…
Suriye’de yaşananlar fazlasıyla içinde olduğumuz bir durum. Gösterilerin başladığı ilk günden bugüne kadar ülkede yaşanan her şey gözümüzün önünde. Dünyanın en aşikar ilk savaşı. Öyle görüntüler geliyor ki, bu savaşın dışında kalmayı başarabilmek ayrı bir meziyet ve ciddi bir insani zaaf…
Tam da bu sebepten ötürü Suriye ile ilgili hayata geçirilecek sinema projeleri “ne olduğunu anlatmak” maksadının çok ötesinde olmalı. Ne olduğunu biliyoruz. İlla da bu husus anlatılacaksa da yöntem olarak alışılmamış şeyler kullanılmalı. Ya çok çok iyi ve büyük bir yapıma imza atacaksınız ya da üst düzey bir sanat filmi yapacaksınız. Aksi takdirde filmin izlenme ihtimali azalıyor. Sadece izlenme değil, kalıcı olma imkanı da yok oluyor. İkisinin arasını yapabilmek önemli esasında. Sanat filmiyle konvensiyonel sinema arasında olan ve seyirlik olduğu kadar sanatsal kıymeti de üst seviyede olan çalışmalar yapabilmek çok mühim. Sanat eserinin geniş kitlelere ulaşabilmesi açısından hayati derecede ehemmiyet arz ediyor bu durum. Çünkü sanat birileri için yapılmaz. Aynı şekilde sanat sadece sanat olsun diye de yapılmaz. Toplumsal fayda, estetik ve içerik göz önünde bulundurulmalı. Esasında ‘tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar” tartışmasına benzer. İçinden çıkmak zor. Yaklaşık 100 yıldır sinemanın sanat oluşu konuşulur ve tartışılır. Tarihin her kritik virajında sinemaya dair ve sinemanın içinde yeni yol arayışları belirir. Bunlara kuram, teori, akım, anlayış denir. Yöntemler de buna göre değişir. 50-60 yıl önce keskin çizgilerle birbirinden ayrılan kuramlar bugün her biri bir filmde karşımıza çıkacak duruma gelmiştir. Sinemada yöntem artık herkesin her sanat akımını üretebileceği aşamadadır.
Neyse, buraya çok dalmayalım. Demem o ki, Suriye ile alakalı bir film yapılacaksa bu meyanda bambaşka şeyler ifade etmeli. Önermesi ve yöntemi basit olabilir. Ama illa da farklı olmalı. Malum hikâyeleri, malum yöntemlerle anlatmanın pek bir ehemmiyeti yok. Hollywood ayarında büyük prodüksiyon yapıp, dünya dağıtım ağını elinizde tuttuğunuz için milyonlarca kişiye izletip amacınıza ulaşmak gibi bir çareniz yoksa, elinizde bir tek seçenek kalıyor. Farklı, tutarlı, etkili, estetik yönü ve duygusu güçlü bir iş çıkarmak… Bu iki seçeneğin dışındaki çalışmalar sinema tarihinin peliküllü şeritlerinde kaybolmaya mahkûmdur.

***

Dizi ve sinema arasında bir yerde

Filmin senaristi ve yönetmeni Andaç Haznedaroğlu uzun zaman diziler yönetti. ‘Her Şey Aşktan’ ve ‘Acı, Tatlı, Ekşi’ filmlerinde de Haznedaroğlu’nun imzası var. Yönettiği dizilere ve filmlere baktığımızda Andaç Haznedaroğlu’nun ‘gişe’ ya da ‘konvansiyonel’ sinema dediğimiz tarzda üslubu olduğunu söyleyebiliriz. Filmlerindeki içerik de biçim de bu minvalde oluyor. Ancak Misafir, Haznedaroğlu’nun filmografisinde ayrı bir sayfa gibi. Diğer filmleri ve dizi çalışmaları gibi merkezde durmuyor. Festival sinemanın kodlarına daha yakın. Sanat sineması da denen yöntemin çemberine doğru yol alıyor. Fakat orada duramıyor. Filmin içerik ve biçim açısından dezavantajı bu. Ne gişe filmi, ne de festival. Bu konuda kendi özeleştirisini gayet net yapıyor aslında Haznedaroğlu. “Türkiye’de sinema, dizilerin devamı gibi yapılıyor” diyor. Çok yerinde bir tespit. Popüler olanın her mecrada birbirini beslemesi noktasının çok ötesinde bir durum. Zamanla bu hal, tekelleşmeye varacak ya, neyse… Andaç Haznedaroğlu’nun Misafir’i, kendi tespitinde yer alan bir iş oluyor. Yine kendisi şöyle diyor: Dizileri bıraktıktan sonra senaryo ve biçim noktasında kendimi sinemaya adapte edebilmek için 4 yıldır uğraşıyorum. Yine gayet net bir özmanzara çizmiş. Bu tespiti yapıp, sinemada yol alabilmek için çabalamak saygı duyulacak bir durum. Misafir filmi, yöntem ve işleyiş açısından dizi ile sinema arasında bir yerde durmuş. Haznedaroğlu’nun sinema serüveninin geçiş noktasının ürünü diyebiliriz. Sonraki eserlerinin yekpare sinema yolunda olması temennisiyle…

Benzer konular