Selanik’te önceden kilise olan Osmanlı döneminde camiye çevrilen ve maalesef halen kilise-müze olarak kullanılan Fetih Camiine gitmiştik. Orada bizi gören bir kadın, yapının restorasyonu ile uğraştığını bizimle Türkçe konuşarak kapısındaki Osmanlıca kitabeyi okumamızı istedi. Şevket abi duraklamadan okuyunca şaşırdı ve ‘Buraya gelen çok sayıda Türk’e sordum, okuyan ilk defa çıktı.’ dedi.
Yıl: 1974. 0 zaman Çapa Tıp’ta henüz 2. sınıfta öğrenciydim ve Vefa’daki İlim Yayma Yurdu’nda kalıyordum. Çevremizde sohbet edecek büyüklerimiz olduğunda ziyarete gider, onları dinler ve yararlanmaya çalışırdık. Yurttan bir arkadaş Şevket Bey’in 6 yılık sürgün ve hicret hayatından sonra çıkan af ile birlikte Türkiye’ye döndüğünü söylemişti. Hemen telefonunu buldum ve birkaç arkadaşla yanına gittik. O gün çok etkilendiğimi söyleyebilirim.
Döndüğümde sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Sadece sohbetinden etkilenmekle ilgisi yoktu bunun, üstad çay konusunda da iddialıydı ve çeşitli kaliteli çayları kendi tecrübesine dayanarak karıştırarak kokteyl yapardı. Personel demlik kullanarak, vakte uyarak demlerdi. Lezzetli, içimine doyulmayan içimlik çay ortaya çıkardı. Böylesine alışık olmayan bünyem, çayı fazla da kaçırınca bu duruma düşmüştüm. İşte o gün 45 yıllık dostluğumuzun temeli atıldı. Hemen her hafta yanına gider, sohbetinde bulunurdum. Çoğu zaman yalnız olurduk. Acıktığımızda tavada tereyağını eritir, yumurta kırar, beraber yerdik. Öylesine de mütevazı idi.
Neden sohbetine devam ettiniz derseniz o kadar çok şey sayabilirim ki:
Dediğim gibi gururlu, kibirli değildi. Her sorumuzu sabırla dinler, akıl dolu mantıklı cevaplar verirdi.
Yaşantısı ile yazdıkları böylesine uyumlu insan bulmak zordur. Yazdığını yaşardı, yaşadığını yazardı. Bir defasında bana, “6 yıllık sürgün hayatımda (ki bunun çoğu Almanya ve Fransa’da geçmişti) bir vakit namazı bile çok şükür kazaya bırakmadım” demişti.
Parada malda mülkte kesinlikle gözü yoktu. Peygamber Efendimizin (sav) “Dünya hayatı bir yolcunun ağaç gölgesinde bir süre dinlenip yola devam etmesi gibidir” sözünü tekrarlardı. Evi bile yoktu. Ancak bir kısmı yazma eserlerden oluşan binlerce ciltlik kitapları, antika eşyaları vardı ve bir gün kiracı olduğu evden çıkması istendiğinde devamlı oturacağı bir ev almaya mecburiyetten karar verdi. Yine Hz. Ali’nin (ra) “Sağlığım yerinde, bugünlük yiyeceğim de var. Benden daha mutlu kim olabilir ki?” mealindeki sözünü söylerdi. Gerçekten de öyle yaşardı.
14 asırlık geleneksel yol olan ehlisünnete son derece sıkı bağlıydı. İmam Rabbani, Abdülkadir Geylani, Mevlana Rumi, Bahaeddin Nakşibendi, İmam Buhari, Ahmet Yesevi, Mevlana Halidi Bağdadi, İmam Gazali, Şeyh Şamil, Abdülkadir Cezayiri ve benzerlerinin yolundan giderdi. Öyle ki, mezheplerin kolaylıklarının alınması veya birleştirilmesi gibi teşebbüslere karşıydı. Son devir Osmanlı ulemasından Zahidi Kevseri’nin, “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür” sözünü kendine düstur edinmişti.
Teorik bir takım kültürel konulardan ziyade hayata ve yaşamaya yönelik tavsiyelerde bulunur, namaz ve sahih itikat sahibi olmaya çok önem verirdi. Bunu da yanına gelen gençlere telkin ederdi.
Verdiği randevulara son derece sadıktı. Saat 9.45 mi dedi, tam o saatte gelirdi.
Kendisiyle o kadar çok hatıram var ki, bazılarını anlatmak istiyorum:
Bir gün çıkarmakta olduğu Büyük Gazete için Tayfun isimli bir arkadaşımıza yazı işleri müdürlüğü teklif etmişti. Kendisine ‘hemen kabul etme, düşün ve ehli olanla istişare et öyle karar ver’ diye eklemişti. Arkadaşımız kiminle istişare edeceğini düşünürken ona ‘Hadi gel İskenderpaşa Camiine Mehmet Zahid Kotku Hazretlerine gidelim. Ondan daha ehil birini düşünemiyorum’ dedim. Beraberce gittik, namaz çıkışı kapıda bekledik. Mübarek insan bizi görünce yanımıza geldi. Kendisine Şevket Bey’in teklifini söyledim. Cevaben ‘Bizim Şevket mi?’ diye sordular. Evet deyince mübarek aynen şöyle dedi: “Ne güzel, ben olsam hemen kabul ederdim.”
Selanik’te önceden kilise olan Osmanlı döneminde camiye çevrilen ve maalesef hâlen kilise-müze olarak kullanılan Fetih Camiine gitmiştik. Orada bizi gören bir kadın, yapının restorasyonu ile uğraştığını bizimle Türkçe konuşarak kapısındaki Osmanlıca kitabeyi okumamızı istedi. Şevket abi duraklamadan okuyunca şaşırdı ve ‘Buraya gelen çok sayıda Türk’e sordum, okuyan ilk defa çıktı’ dedi.
O kadar geniş ve derin kültürü vardı ki, hayran olmamak elde değildi. Bulgaristan ve Makedonya’da Kiril alfabesini, Özbekistan’da Rus alfabesi ile yazılmış afiş ve tabelaları gayet kolay okuyor ve anlamını söylüyordu.
Yine bir defasında Fatih Vezneciler’de Vakıflara ait eski bir tekkede Rahmetli Ali İhsan Yurt ile çok lezzet aldığım karşılıklı ilim irfan deryası sohbetlerini unutamıyorum.
Zeyrekhane’ye çay-kahve içmek ve sohbet etmek için gitmiştik. Orada Çetin Altan ile karşılaştık. Şevket Bey’i görünce yanına geldi ve hâl hatır sorarak sarıldı. Şaşırmıştım.
Mardin’e gittiğimizde Kasımiye Medresesinde FETÖ’cülerin üç din mensuplarının sırat köprüsünden geçerek temsili cennete girdikleri seremonisi yaptığı mekânı görmek istemişti. Bu hadise onu çok üzmüştü.
Bir yere giderken çevreyi inceler, bizim göremediğimiz ayrıntıları ve ilginçlikleri görürdü.
Kesinlikle çok geniş kültürü ve vizyonu vardı. Bir dediğini tekrarlamaz ve değişik konularda müthiş bilgiler paylaşırdı. Bize ise onu hayranlıkla dinlemek düşerdi.
Kimsenin aleyhine konuşmazdı. En ters kişinin bile olumlu yönlerini görmesini bilirdi. Gıybet ve dedikodu yapılmasına müsaade etmez, bundan hoşlanmazdı.
Şevket Bey’deki iman ve ibadet aşkı da hep canlı idi. Sorularla araştırmaya, öğrenmeye teşvik ederdi.
Kendisi az yerdi. Bizim de yemeğe düşkün olmamızı istemez, fazla yediğimizi görürse ikaz ederdi. Bir defasında Bulgaristan Plovdiv’de (Filibe) sabah kahvaltı için lokantaya indik. Dr. Ali Akben ile şöyle bir plan kurduk: Önceden o görmeden zengin açık büfede bir şeyler yedik. Sonra hiç yememiş gibi Şevket ağabey ile tekrar sofraya oturduk. Kibar bir şekilde az miktar kahvaltılık alıp gelince hemen, ‘Siz daha önce yemişsiniz. Yoksa böyle az yemezsiniz’ deyip hilemizi anlamıştı.
Hiç akrabası yoktu. Yalnız yaşardı. Felç veya yatalak olup zor durumlara düşeceğinden korkardık. Ancak onu Yüce Rabbim kendi ihtiyaçlarını görecek haldeyken ve zihni son ana kadar berrak iken yanına aldı. Üstelik vefatından önce birçoğu paha biçilemeyen yazma eser olmak üzere on binlerce ciltlik kitaplarını, değerli antika ve hat eserlerini Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Kütüphanesine bağışladı.
Yaşayışıyla, evindeki sanat eserleri veya kitaplara verdiği değerle çok önemli bir aydındı. Bir fazilet, ahlak ve erdem adamıydı. Kendisini her zaman örnek bir şahsiyet olarak gördüm. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.
Yazımı son makalelerinden alıntıladığım bir paragraf ile bitirmek istiyorum:
“Cenab-ı Hak bize akıl, akl-ı selim, ilim irfan, müspet ve faydalı kültür, İslâmî vizyon nasip etsin. Aksi takdirde işimiz çok zordur. Tembel tembel armut piş ağzıma düş diye beklemeyelim. Aklımızı geliştirmenin, kültürümüzü artırmanın, ilim irfan sahibi olmanın yollarını arayalım, bulalım, gereken dersleri üstadlarından alıp öğrenelim, ne yapmak gerekiyorsa onları yapalım.”