İstanbul’un son üdeba ve zürefâsından Şevket ağabey

Hiç şüphesiz İstanbul’un sayısı bir iki elin parmaklarını geçmeyecek son üdeba ve zürefâsından idi. Tanıdıklarını bir Türk el sanatını öğrenmeye teşvik ederdi, kendisi de gayet güzel ebru yapardı. Yaptığı ebruların bir kısmı Bedir Yayınevinin çıkardığı kitapların kapaklarında kullanılmıştır.

Efendim mevta kim olursa kimliği ne olursa olsun ardından hayırla konuşmak, kusurları varsa kapamak hususunda bizler özel bir dikkat/gayret sarf etmek zorundayız, buyruk böyle çünkü. Ancak söz konusu isim Mehmet Şevket Eygi gibi bir zat olunca zaten hayır ve iyilikten başka söz söylemeye hacet kalmıyor. Lâkin dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, vefatını müteakip şu günlerde onu tezyif edici öyle köşe yazılarına rastlıyorum ki adeta küçük dilimi yutacak gibi oluyorum; yok gericiymiş, yok ajanmış, falan filan.

Düşündüm de ya ben 34 sene boyunca aldanmışım, Şevket Eygi diye bir başka zâtı tanımışım ya da onlar Şevket beyi hiç tanımamışlar. Her neyse ‘kem söz sahibine aittir’ deyip bu tatsız bahsi burada kapatıyorum.

Şevket ağabeyi 1985 yılında birkaç arkadaş birlikte gittiğimiz Sultanahmet’teki evinde tanıdım. Ona hocam ya da üstadım demek çok daha uygun/layık olduğu hâlde nedense ben aramızda mesafe olsun istemedim ve ona ‘ağabey’ demeyi tercih ettim, açıkçası o da bu hitaba hiç ses çıkarmadı. Vefatına kadar abi kardeş dostluğumuz böyle devam etti.

Şimdi hadsizlik ya da münasebetsizlik sayılsın istemem sadece hislerimi ifade sadedinde söylüyorum, çok ama çok tatlı, haddinden fazla sevimli biriydi. Konuşması çok nazik, hâl ve hareketleri öyle zarifti ki, kendi hesabıma daha ilk günden müstesna biri ile tanışmış olduğumu anlamıştım.

Hiç şüphesiz o İstanbul’un sayısı bir iki elin parmaklarını geçmeyecek son üdeba ve zürefâsından biri idi. Onu yakından tanıyan hiçbir insanın ardından kötü sözler sarf edebileceğine inanmam, söyleyenler ancak onu tanımayanlardır.

Tekrar tanıştığımız ilk güne dönecek olursak; hoşbeşi müteakip kendisine bir kitap hazırlığı içinde olduğumuzu ve kütüphanesinden faydalanıp faydalanacağımızı sual ettik. Rahmetli asla kırıcı biri değildi, lâkin ortada ters bir durum varsa lafı eğip bükmeden söylemekten de çekinecek biri değildi.

Bizim sualimiz üzerine “Siz kitap yazacak değil, kitap okuyacak yaştasınız” deyivermişti. Şaşırmıştık, fakat bunu öyle bir tatlı söyledi ki, bizler kırılmak bir yana içten içe kendisine hak vermiştik. Bugün yirmi yaşında bir genç bana kitap yazdığını söylese her hâlde benim tepkim ondan daha ağır olurdu.

O günden sonra vefatına kadar evinin müdavimlerinden biri oldum. Hatta 89 yılında sahibi olduğu Bedir Yayınevinde bir altı ay kadar çalışmışlığım da vardır. Bu süre zarfında neredeyse her gün birlikte çalıştık, gezdik, yedik içtik. Hz. Ömer Efendimiz (r.a.) bir insanı tanımak ve hakkında kanaat sahibi olmak için onunla “komşuluk etmek, alışverişte bulunmak, seyahat etmek” gibi asgari üç şart lazımdır der. Bu üç hususta bir müştereklik yaşanmadıysa o kişi hakkında en iyisi susmaktır. Bütün bunları bu üç şartı sağlayan biri olarak, hakkında kanaat belirtebilecek biri olduğumu söylemek için anlatıyorum.

Efendim, Şevket Bey hakkında anlatılacak şeyler o kadar çok fakat buna muvazi bana ayrılan yer o kadar az ki, bu yüzden daldan dala atlayarak bazı kısa notlar aktaracağım.

Kendisi hem hatırşinas hem de çok vefakâr bir insandı, askerdeyken bile beni unutmamış, âlicenaplık göstermiş, bir mektup yazma lütfunda bulunmuştu. (…) Merhumun evi bir kütüphane fakat bir o kadar da antikacı dükkânı gibiydi. Oturma odasında İznik işi bir çiniden bir padişah fermanına, Hint kumaşı bir örtüden Roma devrinden kalma bir amforaya kadar her şeyi bulmak mümkündü.

Ancak bunlar büyük paralar harcanarak alınmış nadide parçalar değildi, zira kendisi har vurup harman savuracak kadar zengin biri değildi. Onun pek çok parçayı antikacılardan değil üç beş kuruşa eskicilerden topladığını biliyorum. (…) Evine misafir olarak gelenlerin boş bir yer bulup oturmaları için ya halı üzerine ya da koltuk üzerlerine kadar taşmış objeleri bulduğu boş bir yere kaldırmaları gerekiyordu. Ancak bu parçaları kaldırırken gerekli ihtimam gösterilmezse tatlı sert bir fırça yemeleri işten bile değildi. (…)

Sonraki yıllarda kaç kitabı olduğunu soracak kadar samimi olduğumda bana “75 bin civarı” demişti. Vefatından birkaç sene evvel kitaplarını Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesi’ne bağışlamıştı. (…) Yine rahmetli dakiklik konusunda çok hassastı. Saat 9’a randevu vermişse ne 9’u 1 geçe, ne 9’a 1 kala zil çalınmasını istemezdi. Çok defa o dakikaya uymak için sokak kapısı önünde beklemişimdir. Bunu elbette ona gücendiğim için değil, sadece bazı konularda hassasiyetini belirtmek için söylüyorum. (…)

Tanıdıklarını bir Türk el sanatını öğrenmeye teşvik ederdi, kendisi de gayet güzel ebru yapardı. Yaptığı ebruların bir kısmı Bedir Yayınevinin çıkardığı kitapların kapaklarında kullanılmıştır. (…) Son yıllarda seyrekleşse de vefatına kadar ru be ru görüşmeye devam ettik. Ancak son birkaç yılda ona yük olmamak için tek başına evine gitmeyi istemezdim. Umumiyetle ortak bir tanıdığın ardına takılmayı yeğlerdim. Çünkü kendisi ikram etmeyi çok sever, ardından etrafı toplamamıza, çıkan bulaşıkları yıkamamıza müsaade etmezdi. Bilmeyenler için söylemem gerekirse o bekâr biriydi. (…)

Hayatının mücadeleler içinde geçtiğini biliyorum. Ama eski hizmetlerini anlatmaya hevesli biri değildi, istikbal ile daha çok ilgiliydi. Hayatının nispeten daha düzenli olduğu 80’li yıllardan itibaren kendini insan kazanmaya ve yetiştirmeye vakfetmişi. Bugün meşhur veya değil pek çok yazarın, münevverin ve akademisyenin yetişmesinde mutlaka bir şekilde emeği geçmiştir. (…)

Son olarak birlikte çalıştığımız günlerden şahit olduğum dürüstlük örneklerinden birini anlatarak yazımı noktalamak istiyorum: Bir gün dükkâna fakir olduğu besbelli, yaşlı bir kadın gelmişti. Elinde satmak istediği el yazması bir kitap vardı. Ancak kadın öyle zor durumda olmalıydı ki eline bir yüz lira sıkıştırsanız kitabı hemen oracıkta verebilirdi. Şevket bey kadına kaç lira istiyorsun diye bile sormadı. Kitaba şöyle bir göz gezdirdi ve “Bu kitabın fiyatını bilmiyorum. Sen birkaç gün sonra gel sana değerini söyleyeyim” dedi.

Bu arada kadıncağızın hâline çok acımış, kimseye fark ettirmemeye çalışarak eline para sıkıştırmıştı. Sonra kitabı tanıdığı kitap kurdu bir uzmana yolladı. Şu anda kitabın ne ismini ne de müellifini hatırlıyorum, fakat kitap ikinci el bir otomobil alacak kadar değerli bir kitap çıktı. (Bugünkü parayla yaklaşık 25 bin lira.)

Şevket bey bu kitabı kadından hiç pazarlık etmeden tam o fiyata aldı. Ancak peşin parası olmadığı için kadınla her ay taksitle ödemek üzere anlaştı. Kadıncağızın sevincini o an görmeliydiniz…

Nur içinde yat Şevket ağabey!

Benzer konular