Kediler ve köpekler şehri İstanbul

Hayvanlara yapılan eziyetlerin sosyal medyada sıkça gündeme gelmesi, Sakarya’da ayakları ve kuyruğu kesilmiş halde bulunan yavru köpeğin kamuoyunda büyük öfke uyandırması hayvan hakları yasasının çıkmasını bekleyenler için emsal oldu. Osmanlı tarihi ise hayvanlara gösterilen müsamahayı hayretle izleyen Avrupalı seyyahların yazılarıyla dolu. Bir zamanlar kedileri ve köpekleriyle anılan İstanbul’un kültür tarihi günümüz için de örnek teşkil ediyor.

İstanbul’un Osmanlı dönemi sivil mimarisine dikkat kesildiğinizde, evlerin dış duvarlarında minyatür ev büyüklüğünde tasarlanmış küçük evler görürsünüz. Kuşlar için yapılan bu evler, güneşe bakan, az rüzgâr alan bir yer cepheye konur, kuşlar yumurtalarını buraya bırakır, soğuk havalarda buraya sığınırdı.

Günümüzde hâlâ devam eden bir gelenek var: Cami avlularında kedileri ve köpekleri besleyenler. Geçen sene Aziz Mahmut Hüdayi Camii imamı Mustafa Efe, camiyi kedilere açması, onların beslenmesini sağlaması haberleriyle gündeme gelmişti. Fatih Camii girişinde kediler için evler bulunuyor, her akşamüzeri gelen gönüllüler burada kedileri beslemeye devam ediyor.

İstanbul’un tarihine bakınca da kedilerin ve köpeklerin şehrin dokusuyla ne kadar özdeş olduğunu görmek mümkün. Ünlü Fransız şair Lamartine, bu konuda şu notu düşüyor:

“Osmanlı Müslümanları canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler… Bütün sokaklarda sokak köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır.”

Yine bir başka seyyah, Pere Jehannot, köpeklere verilen kıymeti anlatırken vasiyetnamelere bile girdiklerine işaret ediyor:

“Türkler, evlerine sokmadıkları sokak köpeklerinin açlıktan sıkıntı çekmelerine veyahut telef olmalarına (ölmelerine) meydan vermemek üzere, her gün bu hayvanlara bir miktar et dağıtılması için vasiyetnamelerinde kasaplara bir miktar para tahsis ederler. Çünkü köpeklere et dağıttırarak sevap işlediklerine inanırlar.”

Yalnızca İstanbul’da değil, Osmanlı medeniyetinin tüm coğrafyalarında benzer bir hassasiyet var. Şam’da kediler için yapılan özel binalar bulunuyor. Bursa’da hayvanların tedavileri ve beslenmeleri için vakıflar kuruluyor.

Padişah II. Abdülhamit dönemi İstanbul köpekleri için en rahat dönemlerden. Sultan, Fransa’daki Pastör Enstitüsü’ne heyet göndererek 10 bin altın bağışlıyor. Ardından dünyadaki üçüncü Kuduz Enstitüsü’nün İstanbul’da kurulmasını sağlıyor.

Bütün bunların yanında, İstanbul’un meşhur meczuplarından Hasan Baba’yı anmadan geçmek olmaz. Köpekler Babası (Ebû’l-Kilâb) olarak tanınan bu zat, yanına en az 5-6 sokak köpeği alır ve öyle gezermiş. Hangisini isterse yanına çağırır, köpekler de Hasan Baba’nın emirlerine uyarlarmış. Hasan Baba, o tarihlerde İstanbul’da 12 meczubun reisi imiş. 1897 yılında vefat eden Hasan Baba, Edirnekapı Mezarlığı’nda medfun.

***

Osmanlı nizamında hayvan hakları

Ali Şükrü Çoruk

Son günlerde maalesef fayton atları ve işkence edilen köpekler dolayısıyla tekrar gündemimize gelen hayvan hakları meselesi aslında moderniteyle birlikte değişen insan tabiat ilişkisinin olumsuz bir sonucudur. Modern zamanlarda değişen insan-tabiat ilişkisi tabiat aleyhine bir süreç izlemiş, her şeyi kontrol altına alma anlayışı hayvanların yaşam alanlarını iyice daraltmıştır. Hayvan hakları temelinde geleneksel Osmanlı yaşantısına baktığımızda bugünkünden çok farklı bir durumla karşılaşmaktayız. Osmanlı’da başta kedi, köpek ve kuşlar olmak üzere şehirlerin doğal sakinleri kabul edilen hayvanlara insaf ve merhamet hissiyle yaklaşıldığını görüyoruz. İstanbul’da bazı cami ve medrese duvarlarına iliştirilen ve her biri ayrı bir sanat eseri kabul edilen kuş evleri bunun en somut göstergesidir. Buna bağlı olarak hayvanlara kötü muamelenin ayıplandığı, hatta ceza verildiği Osmanlı toplumunda ve hukuk düzeninde konuyla ilgili pek çok örnek vak’a ile karşılaşmak mümkündür. Bunlardan birisi 16. yüzyılda Kanuni döneminde İstanbul’a gelen Alman Elçisi Busbecq’in hatıralarında yer almaktadır. Busbecq Türk Mektupları başlığıyla yayınlanan hatıralarında Osmanlıların hayvan sevgisi karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Türkiye’de hayvanlara kötü muamele edenlere ceza verildiğini söyleyen elçi kendisinin bizzat şahit olduğu bir olayı anlatır. Busbecq’in ifadesine göre Galata’da kuyumculukla uğraşan Venedikli bir tüccar eğlence olsun diye bir guguk kuşunu kanatlarından gerip evinin duvarına asar. Kuşun ağzına da devamlı açık kalması için bir çubuk yerleştirir. Bunu gören Osmanlılar hemen mahkemeye başvurup tüccarı tutuklatır. Hâkim tarafından cezaya çarptırılan Venedikli tüccar Venedik elçisinin araya girmesi sonucu serbest bırakılır.

Merkep sahibine merkeplik cezası

Osmanlının hayvanlara yaklaşımı sadece 16. yüzyılla sınırlı değildir. Şimdi vereceğimiz ikinci örnek 19. yüzyıla aittir. Sultan Mahmut, Aziz ve Mecit dönemlerinde İstanbul’da İhtisap Ağalığı ve Şehreminliği (Belediye Başkanlığı) görevlerinde bulunan Hüseyin Bey’in yük hayvanına eziyet eden birisine verdiği ceza oldukça ilginçtir:

Hüseyin Bey görevi icabı çarşı pazarı teftiş ettiği sırada Edirnekapı civarında gezerken sırtında iki çuval yükle birlikte ağaca bağlanmış bir merkep görür. Ararlar sorarlar merkep sahibini kahvehanede bulurlar, kaldırıp Hüseyin Bey’in huzuruna getirirler. Merkep sahibi sorgu sırasında yarım saat önce Sur haricindeki köylerin birinden geldiğini, tütün içmek ve biraz da yorgunluk atmak için hayvanı bağlayıp kahvehaneye girdiğini söyler. Bu duruma kızan Hüseyin Bey’in verdiği emir üzerine derhâl hayvanın sırtından çuvallar alınır ve boynuna bir torba yem takılır. Daha sonra hayvanın üzerindeki çuvallar sahibinin sırtına yüklenir ve ağaca bağlanır. Merkebin taşıyabileceği yükü bir insanın taşıması zor olduğundan adam yalvarmaya başlar. Ağlar, sızlar, bağırır, feryat eder, kimse kulak asmaz. Hayvan torbadaki yemi bitirinceye kadar çuvallar herifin sırtında bağlı kalır.

Gerçi bugünkü anlayışımızla Hüseyin Bey’in merkep sahibine verdiği cezanın biraz ağır olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ancak bu durum Osmanlıda hayvan hakları konusunda var olan titizliği göstermesi bakımından önemlidir. Modernleşmenin hız kazandığı dönemlerde ise batıdaki gelişmelere paralel olarak hayvanlara yaklaşım değişecektir. Öncelikli hedef yüzyıllardır İstanbul’un sakinleri arasında yer alan sokak köpekleridir. Başta Şinasi gibi modernleşmeci aydınlar sokak köpeklerinin İstanbul’a yakışmadığını düşünerek bunların şehirden uzaklaştırılmaları gerektiğini savunan yazılar yazacaktır. Modern şehir örneği olarak Avrupa şehirlerini gören Şinasi’nin bu arzusu ise II. Meşrutiyet’ten sonra gerçekleşecek ve 1910 yılında İstanbul’un sokak köpekleri toplanarak Hayırsızada’ya sürgüne gönderilecektir.

Benzer konular