Haftanın Kültür Atlası #7

Kaçılın Vecihi geliyor!

Havacılık tarihimizin en önemli isimlerinden, Türkiye’nin ilk uçak tasarımcısı ve üreticisi Vecihi Hürkuş’un maceralarla ve sıkıntılarla dolu hayatını konu edinen “Hürkuş: Göklerdeki Kahraman” adlı film 25 Mayıs’ta vizyona girecek.

Çekimleri geçen yıl yapılan filmin detayları, Ortaköy Feriye Palace’ta gerçekleştirilen basın toplantısında aktarıldı. Filmin yönetmeni Kudret Sabancı, toplantıda yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Kurmaca değil, gerçek bir karakter Vecihi Hürkuş. Bu filmde onun hayatı ön plana çıkıyor. Bunu en iyi şekilde beyaz perdeye yansıttığımıza inanıyorum. Geniş bir kadro, güzel bir hikâye ve güzel bir prodüksiyonla çalıştık. Çıkan sonuç da gayet tatmin edici oldu.”

Filmde Vecihi karakterini canlandıran Hilmi Cem İntepe de oynadığı rolden dolayı çok heyecanlı ve mutlu olduğunu dile getirdi. İntepe, filmde çok büyük bir emek olduğuna dikkati çekerek, “Sonuçta gerçek bir kahraman Vecihi Hürkuş; onun ruhunu yaşamak, onunla aynı şeyleri hissetmek değişik bir duyguydu benim için” ifadelerini kullandı.

* * *

Yirmi yıldır aklımızdasın Gökhan

gokhan“Pop müziğin sevilen gruplarından ‘Grup Vitamin’in elemanlarından Gökhan Semiz, önceki gece Bakırköy’de geçirdiği trafik kazasında öldü. Gökhan Semiz’in içinde bulunduğu ve Mustafa Kemal Kölelioğlu’nun kullandığı 34 HKU 37 plakalı otomobil, Bakırköy Sahil Kennedy Caddesinde kontrolden çıkarak, kenardaki demir korkuluklara çarptı. Kazada, arka koltukta oturan Gökhan Semiz araçtan fırladı ve yere düştü. Kafasını kaldırım taşına çarpan sanatçı, ağır yaralı olarak International Hospital’a kaldırılırken yolda öldü.”

Hürriyet internet sitesi, 18 Ocak 1998 tarihli haberinde böyle duyurmuştu Gökhan Semiz’in aramızdan ayrılışını. Popüler kültürün 90’lardaki en bilinen ve sevilen isimlerindendi Gökhan Semiz. Pop müzik içinde aykırı/absürt bir akımın ilk temsilcilerinden Grup Vitamin’de, neşesi ve enerjisiyle öne çıkmış ve kısa sürede kendini çok sevdirmişti. O dönemin çocukları ve gençleri aylarca “İsmail bir tuhaf adamdır” diye dolaşıyor, “Ellere var da bize yok mu” şarkısını dilinden düşürmüyordu.

Cenazesi bir Ramazan günü İstanbul Güngören Mezarlığına defnedildiğinde henüz 29 yaşındaydı Semiz. Yaşasaydı neler yapardı bilinmez ama yaşarken yaptıkları bile onu unutmamamıza yetiyor.

* * *

Çocuk edebiyatına yepyeni bir nefes: ÇETO

2018’e girdiğimiz günlerde, çocukluk ve çocuk edebiyatına dair yepyeni bir dergi katıldı yayın dünyasına: ÇETO. Açılımı “çocuk edebiyatı tercüme ofisi” olan dergi, bu alanda Türkiye’nin önemli isimlerinden olan Mevlana İdris yönetiminde arzı endam eyledi.

Yetmişten fazla ismin bir araya geldiği derginin ilk sayısında Korece, İngilizce, Almanca, Arapça, Farsça, Felemenkçe, İspanyolca, Rusça ve Fransızca şiir, şarkı, masal ve öykü tercümeleri mevcut. Kemal Sayar “Hepimiz galiba büyümüş taklidi yapan çocuklarız” yazısıyla, Hüsrev Hatemi de “Çocukluk bir akışkanlar bilimi konusu” denemesiyle derginin ilk sayısına katkıda bulunan isimlerden bazıları.

ÇETO’nun yola çıkış mottosu olan “aklın varsa büyüme”nin arkasındaki hikâyeyi Mevlana İdris şöyle anlatıyor: “ÇETO’nun önceliği çocuk ve çocukluk. Çocuğu savunuyor, çocuğun yanında saf tutuyoruz. Büyüdüğümüzde ve çocukluktan çıktığımızda adına toplum denilen cehennemde bir yetişkin olarak yer alıyoruz. Bizim reddettiğimiz ve acı duyduğumuz şey bu. Çocukları da yetişkin gibi kalıplara koyuyor, eğitiyoruz. Bunu da reddediyoruz.”

* * *

Perinisa Askerova’dan minyatürler

Minyatür sanatçısı Perinisa Askerova’nın klasik ve modern üslupla hazırladığı eserlerden oluşan sergisi İnsan Kitap Beyoğlu Şubesi Sergi Salonu’nda açılıyor.

1976 Nahçıvan doğumlu Perinisa Askerova, Medeniyet ve Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden mezun oldu. Azerbaycan Ressamlar Birliği üyesi olan ve pek çok ulusal, uluslararası kişisel ve karma sergilere katılan sanatçı minyatür ve resim dışında kitap illüstrasyonuyla da ilgileniyor.

Perinisa Askerova bu sergide klasik minyatür sanatına bağlı kalarak modern tarzda yeni yorumlara imza atıyor. Eserleriyle klasik ve modern kavramlarını yeniden düşünmemizi sağlayan Azerî sanatçının en önemli özelliği, minyatürün klasik döneminin izlerini günümüz dünyasına ustalıkla aktarabilmesi.

13 Ocak’ta açılacak sergi, İnsan Kitap Beyoğlu Şubesi Sergi Salonunda bir ay boyunca gezilebilecek.

* * *

Yazarlar kitaplardan daha önde

Son romanı Yarım Ay’la dikkatleri üzerine çeken Harun Candan’la yeni kitabını, yazarlık serüvenini ve sıradaki çalışmalarını konuştuk.

Fotoğraf: Oytun Fidan

Fotoğraf: Oytun Fidan

Yaşınız genç ama üç tane roman yayımladınız. Bu romanları oluşturan süreç nasıl gelişti?

Yazmak istediğim çok şey var. Elimi çabuk tutmaya çalışıyorum. Yazarken çoğu zaman keyif alıyorum, bunun da etkisi var. Bazen, hissettiğinim bir şeyi başkalarının da hissetmesini sağlamak fikri hoşuma gidiyor. Bazen, başkalarından duyduklarımı okuyucuya nakletmek oluyor yaptığım. Fakat yazmaya ve kitaplarıma çok büyük anlamlar yüklemekten kaçınıyorum. Ne dünyadaki ilk kitabı yazdım ne de sonuncuyu. Kibre kapılmamak lazım. Okumak hepsinden daha önemli. Öyle olmasaydı “İkra” buyurulur muydu?

Sizi daha çok “polisiye” türünde eserler veren bir yazar olarak tanımlıyorlar. Romanlarınızda polisiye ögelerin yanında, insana dair başka bir arayışın/hakikatin izi de sürülüyor.

Polisiye keyifli bir tür. Kitaplarımı polisiyeye yakıştırıyorlar fakat klasik anlamda katil–polis hikâyeleri yazmıyorum. Suç ve gizem ve hatta serüven kavramları, bugüne kadar yazdıklarımı bence daha iyi karşılıyor. Ama daha farklı türlerde de kitaplar yazmayı diliyorum. Bu meselenin “nasıl” kısmı. Bugün polisiye olarak yarın belki tarihi bir pencereden yazarım. “Nasıl”dan sonra ise “Neyi” geliyor. Neyi anlattım, neyi anlatacağım? Soruda işaret edildiği üzere, insana dair arayış. İnsan ne arar, aradığı sandığı şey aslında nedir, bir şeyi ararken neleri kaybeder, aradığını bulduğunu nasıl anlar, bulur mu? Bunların izini sürebiliyorsam, ne mutlu bana.

Son romanınız “Yarım Ay” olumlu eleştiriler aldı. Bu kitabın sizdeki geri dönüşü nasıl oldu?

Her kitabımda, bir öncekinin üzerine çıkabilmek istiyorum. Edebiyata dair öncelikli hedefim bu. İlk kitabın heyecanın dinmemişken, ikinci kitabım çıktığında, iki kitaba sahip olmak garip geliyordu. Şimdi dördüncü kitabımı yazıyorum, üç kitabım var, gözüme az geliyor. Umarım bu bir hırs değil, gayretin tezahürüdür. Gelecek duraklar, şimdiden beni heyecanlandırıyor. Şu an yazdığım kitap mesela, içime sinen, son derece sürükleyici bir hikâye. Başka başka hikâyeler var, zamanlarının gelmesini bekliyorum. M.Ö birinci yüzyılda bu topraklarda geçen bir hikâye var mesela. Osmanlı döneminde geçen bir başkası…

Genç yazarlar okur nezdinde karşılık buluyor mu?

Maalesef hayır. Bunun sebebi ise daha üzücü. Yazarlar kitaplarını satabilmek için evvela kendilerini satıyorlar. Bir güruha hitap ediyorsanız, bir fikrin tarafgirliğini yapıyorsanız, ne yazdığınızın ve nasıl yazdığınızın pek önemi kalmıyor. İşte bu yüzden, kitlelerin göklere çıkardığı isimler, bir kusur ya da hata işlediklerinde, aynı hızla yere çakılıyorlar. Tüm bunlar olurken yazar konuşuluyor ve kitaplardan bahseden yok. Kendi adıma böyle olsun istemiyorum. Şansım büyük bir yayınevi ile çalışıyor olmak. Herkes bu şansa sahip değil. Her yıl binlerce kitap basılıyor. Fark edilmek çok zor. En nihayetinde kitapları bir tüketim ürünü olarak değil eser olarak görüyorum. Bugün bin kişi okur, bir bakarsın yarın yüz bin kişiye ulaşırsın. Zaten bir yazarın öncelikli derdi satış rakamları olmamalı. Bu esnaflığa girer. Tabii hepsinin üstünde meselenin bir de kader boyutu var. Kitabı yazdıran, ister bir tane sattırır, ister milyon tane sattırır, ister kalemi elinden alır bir daha yazdırmaz. Sadece sahip olduklarımız için değil, sahip olmadıklarımız için de şükretmeliyiz.

* * *

[Alıntı Defteri]

Bana huzur veren her şey seni rahatsız edecek

“Yıllardır buraya gelirim. Ne zaman bir bahar günü o esinti, sessiz tilkiler gibi otların tepelerini karartıp geçtiğinde yüreğimde bir güvensizlik büyüse, kalkar buraya gelirim. Ne zaman yağmurların yağmayacağından, toprağa dökülen buğdayların tuzlu kumlar arasına sığışıp sessizce öleceklerinden, arkalarında ağaçların boz kemiklerinden başka hiçbir şey bırakmayan o korkunç çekirge sürülerinden ve zaman zaman tepeme binen sebepsiz cinayet isteğinden korksam, kalkar buraya gelirim. Oysa burada Tanrı, çoktan yanmıştır: kendi ağırlığımı duyarım yalnızca. Gene de gelmek isterim. Aramızda görünmez bir bağ bulunsun, nerede olursa olsun, temelimde, yani ayaklarımı bastığım güçlü toprağın her adımında gürültüsüzce bu karanlık güveni yaşayayım isterim. Nereden bileceksin sen! Burada benden dinlediğin her şeyi unut. Biliyorum, bana huzur veren her şey, seni sadece rahatsız edecektir. Sen bana deli diye bak. Her şey çözülür.”

(Onat Kutlar, “İshak”, Yapı Kredi Yayınları, Üçüncü Baskı Mayıs 2017, Sf: 63)

Benzer konular