Allah (c.c.) insanı erkek (Âdem) ve kadın (Havva) şeklinde birbirlerini tamamlayan iki cins şeklinde yarattı. Vahiyle de görevlerini tayin etti. Ancak insan çeşitli bahanelerle hep yoldan çıktı. Kötülüğün yaygınlaştığı devirlerde vahiy temelli ahlakî denge genellikle kadının aleyhine bozulmuştur. Kadın veya erkek köleleştirilmiş, hak etmedikleri zulümlere maruz bırakılmışlardır. Bazen yerel kültür dinmiş gibi dayatılmış, bazen çıkarlar galebe çalmıştır. İslam öncesi devirlerde kadın, cahiliyetin hâkim olduğu bazı toplumlarda utanılacak bir varlık olarak görülmüş, batıda ise ‘kral, erkekler, atlar ve kadınlar’ şeklinde sıralanarak aşağılanmıştır.
İslam’ın gelişiyle kadın ve erkeğe hak ettiği değer yeniden verilmiş, görev ve mükellefiyetleri hatırlatılıp sınırları bir kez daha çizilmiştir. Üstünlüğün cinsiyetle değil, Allah’a olan yakınlıkta olduğu vazedilmiştir. Erkeği, kadını, çocuğu yeri geldiğinde yaşlıyı bile sömüren batı kültürü ise, bütün varlık ve değerleri istismar etmiştir. Şimdi yaptığı ise kadına gasp edilen hakkını iade değil, şeytanî düzeninin devamı için kadını da erkeği de değiştirme faaliyetidir. Bu gayesi sırıttığı için de hem Müslüman toplumlardan, hem batı toplumlarından tepki alıyor.
Bugünlerde ise “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” iddiasıyla başa döndürülmek isteniyoruz. Fitili ise Akşam gazetesindeki “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul” başlıklı haber ateşledi. Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve uluslararası bir sözleşme olan “İstanbul Sözleşmesi”yle gündeme gelen proje, 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılır. TBMM tarafından 14 Mart 2012’de kabul edilerek 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girer. Projenin görünürdeki amacı, kadına yönelik şiddetin ve negatif ayrımcılığın engellenmesi olsa da, Avrupa’daki uygulamalarına ve yapılan etkinliklere bakıldığında içinde barındırdığı tehlike bambaşka…
Zira bu ifsat faaliyetlerini, ABD Büyükelçiliği, Avrupa Birliği, Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı, Soros Vakfı gibi her zaman için şeytanî gayeleri olan uluslararası kuruluşlar destekliyor. Türkiye’de “Yeniden yazmaya var mısın” sloganıyla kadın ve erkeği fıtrî yapı ve mükellefiyetlerinin “yeniden yazılması” yani değiştirilmesini hedefleyen iblisî proje, 2 yıl boyunca pilot uygulama olarak 10 ilde, 40 okulda yürütülmüş, 57.000 öğrenciye ulaşmış…
Milli Eğitim Bakanlığı gelen tepkiler üzerine, Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi’nin Orta Öğretim Genel Müdürlüğünce 2014-2016 yıllarında yürütüldüğü ve tamamlandığını, bakanlığın gündeminde bu alanda devam eden bir proje olmadığını açıklamak zorunda kaldı.
İstanbul Sözleşmesi Madde 3/c’de toplumsal cinsiyet şöyle tanımlanıyor: “Toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır.”
Aile Akademisi Derneği ise hazırladığı sunumda bu konuda şu açıklamaları yapıyor: “Feminist gruplar cinsiyeti ikiye ayırmaktadır. Onlara göre bir doğuştan getirdiğimiz biyolojik cinsiyet (sex) bir de sonradan kazandığımız cinsiyet vardır. Sonradan kazanılan cinsiyete toplumsal cinsiyet (gender) denilmektedir. Kadınla erkeğin sosyal rol ve davranışlarının sebebi doğuştan getirdiği farklılıklar değildir. Bu nedenle kadınlık ve erkeklik davranışları yeniden kurgulanıp değiştirilebilir. Kadınlara bugün bildiğimiz geleneksel anlamdaki erkeklik rolleri, erkeklere de kadınlık rolleri yüklenebilir.”
“Cinsiyet eşitliği” başlığı ile yapılması muhtemel uygulamaların, toplumsal, kültürel, tarihî hatta yakın ve orta vadede genetik ve sosyolojik bazı büyük kırılma ve tehlikelere yol açacağı tartışmaları çeşitli mecralarda yürürken, Gerçek Hayat olarak biz de konuyu ehline sorduk. Soruşturma dosyamıza katılan zâtlar, bu konunun kadim değerlerle çözülmesinde hem fikir. Öte yandan bu projenin uygulamaya konulması hâlinde, çocuklarımızı bekleyen tehlikelere de dikkat çekerken, MEB’in bu uygulamadan vazgeçmesi gerektiği görüşünde birleşiyorlar.
İlahiyatçı Prof. Dr. Faruk Beşer: ‘TCEP ilmî değil ideolojiktir’
“Toplumsal cinsiyet eşitliği Projesi” dedikleri şey; ‘kadınlar ve erkekler ile kız ve erkek çocukların haklar ve fırsatlardan tam ve eşit bir biçimde yararlanmaları’ diye masum bir cümle ile tanımlanır. Gerekçe olarak da kadına karşı şiddet, kadın hakları, kadın erkek eşitliği gibi haklı görülen sebeplere vurgu yapılır. Böyle olunca vicdanı olan herkes ilk bakışta, “Ne var bunda? Tabii ki olmalı” gibi bir tepki vermek zorundadır.
Ama iki farklı açıdan; ideolojilerden ari, saf akla dayanan felsefi açıdan ve İslam’ın, hatta bütün dinlerin tarihî ve sosyolojik farklılıkların üstündeki özü ve olmazsa olmazı açısından baktığınızda projenin hiç de makbul olmadığını görürsünüz.
Bu projeyle söylenmek istenen şudur: İnsanlarda bir biyolojik cinsiyet vardır ve buna şimdilik müdahale edemiyoruz. Bir de toplumsal cinsiyet vardır. Hiç olmazsa bu alandaki farklılıkları ortadan kaldırmalıyız ve toplumda hiçbir surette kadın erkek ayırımı olmamalıdır. Çünkü mevcut ayrım, tarihten beri yaşanan kalıplaşmış dinî, lisanî ve kültürel kabullerden kaynaklanır. Oysa aslında böyle bir şey yoktur. Bunun için de insanın bebeklik, hatta cenin döneminden başlamak üzere kız ve erkek çocuklar arasında oluşturulan ayrımlar, giysilerin renklerine ve oyuncaklara kadar yansıyan farklılıklar, kadınsı/erkeksi söylemler kaldırılmalı, çocuklar doğduğundan itibaren bir kız ya da erkek olarak değil, her şeyleri, hatta duyguları aynı bir insan küçüğü olarak yetiştirilmeli.
Bunlar benim aklıma, Attila İlhan’ın gençliğimde okuduğum ‘Yanlış erkekler yanlış kadınlar’ adlı kitabında sözünü ettiği bir muzipliği getirdi: Orada İlhan, Feminizmin serencamını anlatırken bir zamanlar ABD’de “Tam Eşitlik İçin Erkeklerin Fazlalıklarını Kesme Derneği” diye çevirebileceğimiz bir feminist hareketin oluştuğundan söz eder. Sonra onlar ne yaptılar bilmiyorum. Ama işin varacağı yer burasıdır.
TCEP Projesini savunanlar bunun hedefinin asıl itibariyle ekonomik olduğunu ve kadın erkek eşitliği ile ilgili bulunduğunu iddia ederler ama öyle görülüyor ki, mesele batının her bakımdan üstünlüğüne dayalı modernliğin gelip dayandığı bir noktadır, ilmî değil ideolojiktir ve insana yeni bir “format atma” denemesidir. Böylece Allah’ın müdahalesini sadece yaratılışta değil kültürlerde, dinlerde ve bunların ifadesi olan dillerde bütünüyle ortadan kaldırma, küresel sermaye için ayak bağı olan böyle değerlerin dünyadan tamamen silinmesi meselesidir.
O halde meseleyi iki açıdan tartışmak akıllıca olur:
1. Bir tanrıya ve dine inanmayanlar için, aynı şekilde bütün kalıplaşmış ön yargılardan arındırılmış salt akıl, yani felsefi açıdan…
2. Müslümanlar için, o sözünü ettiğimiz dinin özü açısından…
Meseleye bu her iki açıdan da bakıldığında tartışmaya bile değmez bir absürtle karşılaşacaksınız. Dini kabul etmeyenler isterlerse böyle mutlak bir eşitliği tarihin en büyük filozoflarına sorsunlar.
Geriye ne kalıyor: İnsanın kendini tanrı sanması ve doyma bilmeyen nefis.
Kısaca TCEP, dininizi, aklınızı ve duygularınızı bir kenara koymanız ve onlar öyle istiyorsa öyle olmanızdır.
Sosyolog Prof. Dr. Ergün Yıldırım
Kadın ve erkek ötesi yeni cinsler
Toplumsal cinsiyet kavramı belli bir gerçekliğe karşılık geliyor. O da cinsiyet özelliklerinin toplumdaki pratikler tarafından belirlenmesidir. Kadın ve erkek cinsiyetleri köy, kent, göçebe, yerleşik, kabile gibi sosyal formlardan etkilenir. Bu sosyal yapılarla beraber oluşan kültürel pratikler ve toplumsal ilişkilerle insanın erkek ya da kadın olduğu bir taraf var.
Ancak toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı ile cinsiyet eşitliği mutlak doğru kabul ediliyor ve bütün cinsiyet farklılıkları red ediliyor. Ayrıca cinsiyetin biyolojik, fıtrat dediğimiz metafiziksel durumlarından gelen farklılıkları görülmüyor. Cinsiyetin toplum içinde inşa olduğu ve tarihsel toplumların örf, adet ve inançlarıyla da “eşitsizlik” inşa edildiği varsayılıyor.
Şimdi bütün bu inşalardan kurtularak eşitliğin sağlanacağı ileri sürülüyor. Ayrıca cinsiyet kadın ve erkek ötesi “gay”, “lezbiyen”, “homoseksüel” gibi sapkın davranışlarını da kabul eden bir form haline geliyor. Kadına uygulanan şiddet vb. sorunlarla da bu şekilde başa çıkabileceğimiz düşünülüyor.
Oysa hem doğuştan gelen farklılıklar var hem de toplumsal kültürlerden. En modern kültürlerde bile kadın ve erkek “kot” da giyse sonuçta erkeğin kot pantolonu ile kadının kot pantolonu farklıdır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eşitliği bir ütopya arayışı. Bu ütopya cinsiyet farklılıklarıyla gelen çeşitliliği yok ediyor. Annelik rollerini reddediyor. Babalık rollerini de. Zaten aile bağlamından apayrı bir cinsiyet kurgulaması var burada.
Kadim kültürümüzün iki tarafı var. Bir tanesi metafiziğimizin yansımaları olan kadın ve erkek ilişkiler boyutu. Annelik ve babalık gibi. Helal rızık kazanmaktan mesul olan baba gibi. Çocuklarına annelik yapmaktan sorumlu olan anne gibi. Birbirlerinin velisi olma, dolayısıyla birbirine müdahale etme haklarına sahip olma gibi.
Ancak bir de kültürümüzün yeni üretim ilişkileri, yerleşim biçimleri ve gelişen durumlarla birlikte değişken yönleri bulunmakta. Köyde yaşayan ve kabile ilişkilerinde roller üstlenen cinsiyetler ile kentte yaşayan cinsiyetlerin rolleri hiçbir zaman “her açıdan” aynı değildir. Ancak Batı modernliğinin son 20 yıldır öne çıkan feminist paradigmasıyla cinsiyet meselesine yönelirsek kültürümüzden büyük bir kopuş yaşarız. Oradaki cinsiyet zenginliklerini ve anlamlarını da sileriz. Operasyonlarla kadın ve erkek ötesi garip varlıklara dönüşen yeni cinsiyetlere benzeriz.
Yazar Mücahit Gültekin
Çocuklarımızı yeniden inşa edecekler
Toplumsal cinsiyet eşitliği (TCE) projesi daha çok “kadına yapılan ayrımcılık” kavramının öne çıkarıldığı ama kadın-erkek bütün bir toplumun yeniden inşasını amaçlayan küresel bir proje.
İlkin şunun altını özellikle çizmek gerekiyor: Toplumsal cinsiyet eşitliği (TCE) teorisi bilimsel temellere dayanmıyor. Aksine pek çok bilimsel araştırma kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıkların çok erken yaşlardan itibaren sosyal rol ve davranışları da biçimlendirdiğini ortaya koyuyor.
Söylenen şey şu: TCE projesi eşitliği sağlayacak, şiddeti önleyecek, ayrımcılığı bitirecek. Bunun için de kadının güçlendirilmesi, yani TCE’nin sağlanması gerek. Kadına şiddet, eşitlik, ayrımcılık gibi kavramlar TCE’nin amacını gölgeleyen, perdeleyen birer enstrüman olarak kullanılıyor. Biz 2014’te bir araştırma yayınladık. O araştırmada TCE’yi (2012’ye göre) en iyi uygulayan 4 ülkeyi (İzlanda, Finlandiya, Norveç ve İsveç) 60 yıllık süreci baz alarak inceledik. Sonuçlar gerçekten ürpertici. Kadın cinayeti, tecavüz, intihar, alkol ve madde bağımlılığı çok yüksek oranlarda. Ama belki de en önemlisi evlilik ve aile kurumu çökmüş.
O halde sormak gerekiyor: Niçin TCE’yi uyguluyoruz? Ülkemizde ilgili bakanlıklar niçin TCE’yi uyguluyor? Çünkü, maalesef TCE’nin uygulandığı ülkeler ülkemizde çok yönlü incelenmiyor; yetkililer TCE’nin “kulağa hoş gelen” argümanlarıyla yetiniyor. Bu bakımdan TCE kavramını ABD’nin Ortadoğu’ya getirdiği “demokrasi” kavramına benzetebiliriz.
Peki, TCE neyi amaçlıyor?
TCE özellikle iki kurumu “ayrımcılık kaynağı” olarak damgalıyor: Aile ve din. TCE’nin sağlanabilmesi için her ikisinden arındırılmış ya da her ikisinin de etkisinin en aza indirildiği bir eğitim süreci gerekiyor. O yüzden TCE eğitiminden geçmiş bir kişinin bu iki kurumla da çatışma içine girmemesi mümkün değildir.
Fakat konu bununla sınırlı değildir. TCE eğitim kılavuzlarını ya da modüllerini incelerseniz çocukların sadece kendi geleneğiyle, değerleriyle, diliyle, diniyle kavgalı hale getirilmediğini kendi doğalarına/cinsiyetlerine karşı da bir savaşın içine sokulduğunu görürsünüz. Bu çok açıktır. ETCEP’in sloganı da zaten buna işaret eder: “Yeniden Yazmaya Var mısın?” Silinecek olan şey nedir, yerine ne yazılacaktır ve daha da önemlisi kim yazacaktır? Norveç’teki, İsveç’teki, Danimarka’daki, ABD’deki adını bilmediğimiz adamlar çocuklarımızı yeniden inşa edecekler! Üstelik bizim paramızla, bizim okullarımızda, bizim öğretmenlerimiz eliyle.
Olacak olan şey şudur: Aile ve dinin kontrolünden, etkisinden uzaklaşmış bir kişi modern/seküler/kapitalist/liberal değerlerle organize edilmiş dünyayla daha uyumlu olacaktır. Dahası kimsenin var olan sömürü sistemine direnme imkânı kalmayacaktır. Örneğin, kapitalizmle işbirliği içindeki ana akım feminizm bugün kadın bedeninin “gelenek” ve “dinler” tarafından denetlenmesine itiraz ediyor ama diğer taraftan fuhuş endüstrisindeki kadını “seks işçisi” olarak tanımlayarak onun pazardaki konumunu meşrulaştırıp, tahkim ediyor. Neden? Çünkü bugün küresel cinsellik endüstrisinin değerinin 5-7 trilyon değerinde olduğu tahmin ediliyor.
Son olarak şunu söylemek isterim. Devlet acilen TCE politikalarına son vermelidir. TCE politikalarının temellendiği uluslararası sözleşmelerden çekilmeli ve bu sözleşmelere göre yazılmış mevzuatı değiştirmelidir.
İlahiyatçı Prof. Dr. Saffet Köse
Kendi kavramlarımızla çözüm aramalıyız
Toplumsal cinsiyet (gender), postmodern feminizmin gündeme taşıdığı ve kadınlık-erkeklik normlarının ve buna bağlı rol organizasyonunun verili yani yaratılış gerçekliğine bağlı olmadığı kendi kabullerine göre toplumların inşa ettiği bir olgu olduğu tezine dayanan bir projedir.
Özellikle sosyolojik ve psikolojik birtakım riskler taşıyan bu tür projelerin Müslüman toplum yapısı içinde yeni ve daha derin sorunlar üreteceği kanaatindeyim. Sosyolojik olarak cinsiyet karmaşasının modern bir değer olan “eşitlik” kavramı ile bütünleşik bir şekilde sunulması, özellikle Batılı sosyologların tespitlerinde de açık bir şekilde görüleceği üzere “eşcinsel evliliklerin” -ki buna evlilik demek ne kadar mümkündür!- önünü açacak ve ona meşruiyet kazandıracak zemini güçlendirecektir.
Bugün birçok ülkede eşcinsel birliktelikler yasalaşmakla kalmamış, resmi ve sivil kurumların teşvikiyle yaygınlaştırıcı etkinliklerin de konusu olmuştur. Batılı perspektiften bakıldığında bunun arka planında heterodox ilişkilerde eşitliğin mümkün olmadığı çünkü taraflardan birisinin diğerini daha çok memnun etme durumunda kaldığı düşüncesinden hareketle eşitliğin ancak eşcinsel birlikteliklerinde mümkün olabildiği kabulüne yer verilmektedir.
Bunun yanında bilimsel yayınlarda cinsiyet karmaşasının özellikle çocuklar üzerinde olumsuz etkiye sahip olduğu ve Müslüman toplumlara yön veren değerler bağlamında bakıldığında sapkın eğilimleri güçlendirdiğine dair bulgulara da yer verilmektedir.
Kanaatimiz odur ki biz, biz kalmak ve özümüze dayalı kimliğimizi korumak istiyorsak, yaşadığımız sorunlara yerli değerlerimiz ve kendi kavramlarımız üzerinden çözüm aramamız gerekir. İthal çözümler çoğu zaman ithal sorun demektir. Çünkü her kavram ait olduğu kültür ile birlikte gelmekte ve sorunları da beraberinde taşımaktadır. Bu projenin İslam toplumlarına yön veren temel değerlere ve bunların şekillendirdiği toplumsal dinamiklere uyum sağlamasının mümkün olmadığını görmek gerekir.
Ayrıca İslam ülkelerine dönük bu tür projelerde iyi niyet aramamak gerektiğini özellikle de “toplumsal cinsiyet” bağlamında gündeme getirilen projelerin aileyi sarsacak bir işleve sahip olduğunu, bunun faturasının da çok ağır olacağını söylememiz gerekir.
Eğitimci Erol Ermiş (Eğitim Bir-Sen)
Arafta olan toplumlar her türlü etkiye açıktır
Kendi cinsiyetini tanıma aşamasındaki bir çocuğa, ne idüğü belli olmayan toplumsal cinsiyet eşitliğinden bahsetmek, akıl kârı değildir. Bu projeye dahil olan çocukların cinsiyet algısı alt üst olacaktır. Gerek projenin içeriği, gerekse projeyi uygulayan bazılarının yapmak istedikleri bir araya gelince, ortaya istenmedik durumların çıkması kaçınılmazdır. Erkek kadın algısını tümüyle alt üst eden yaklaşımların olumlu sonuçlar doğuracağını düşünmek, safdillik olur. Bazı projeler, hedefleyenlerin istediği sonuçların tam tersi sonuçlar da doğurabiliyor. Kadın erkeği eşitleyelim derken, her iki cinsi birbirine düşman etme ihtimali olduğu gibi, cinsel rolleri karıştırma, kaotik bir hale getirme olasılığı da vardır.
Cinsiyet eşitliği kavramından herkes farklı bir şey anlıyor. Kadına yapılan haksızlıkları önleme amacı, meselenin en masum tarafı olup aysbergin görünen yüzüdür.
Dilin, kadın ya da erkeği aşağılayan ifadelerden arındırılması amacı yine işin masum tarafına işaret ediyor. Ancak mesele bununla da kalmıyor, dili yeniden dizayn etmeye çalışıyorlar. Dili tamamen cinsiyetsiz hâle getirmek istiyorlar. Örneğin, bunlar bilimle uğraşan bir erkeğe “bilim adamı”, bilimle uğraşan bir kadına “bilim kadını” demeyi doğru bulmazlar. İlla “bilim insanı” demenizi isterler. Bu kadar zorlamaya iyi niyetle yaklaşılabilir mi? Bunlar ellerinden gelse, “kızım”, “oğlum” demeyi de kaldırabilirler. Niye? Çünkü cinsiyeti çağrıştırıyor.
Asıl amaç; cinsiyet eşitliği adı altında, her türlü cinsel sapkınlığı normal hâle, meşru hâle getirmektir. Bunların esas niyetleri tamamen gerçek olduğunda kadın/erkek eşitliğinden de eser kalmaz. Fıtratı tamamen bozup, sekiz on cinsiyet yönelimi olan bir toplum hayal ediyorlar. Bunların fikir babası şeytanî küresel sermayedir; küresel sermaye masumane başlayıp sonu sapkınlığa çıkacak her türlü projeyi fonlamakta, gayet sinsi bir biçimde esas amaçlarına doğru yol almaktadır.
Allah korusun, bunlar amacına ulaşırsa şiddet kavramı bile sıradanlaşır, tıpkı helâk edilen kavimlerde olduğu gibi tüm toplumu her türlü “cinsel sapkınlığa” mecbur ederler.
Bu projenin hararetli savunucuları, işin sonunda; eşinin “gay” ya da “lezbiyen”, çocuklarının her birinin farklı cinsel eğilimlere yönelebileceğini de hesaba katmalı, ona göre adım atmalıdır.
Kadın ve erkeğin farklılığını kabul etmediğiniz zaman, kadın ve erkek kendi rolleri dışına çıkmak durumunda kalır; erkek kadın rolü, kadın erkek rolü oynamaya başlar ki toplumun bütün yükü kadınların üzerine biner. Erkeğe, eşitlik adı altında geleneksel kadın rollerini yüklemek, erkekleri toplumda işe yaramaz konuma doğru sürüklemek demektir.
Bana kalırsa bu eşitlik işinden en zararlı kadınlar çıkacaktır. Bu tür yaklaşımlar, erkekleri alabildiğine tembelleştirecek, sorumsuzlaştıracak ve hayatın bütün yükü kadınların üzerine binecek. Bir süre sonra evlilik, aile kurmak; kadınların istemeyeceği bir şey hâline gelecek, ailenin olmadığı yerde sapkın yönelimlere geniş bir alan açılacaktır. Güçlü aile yapısından mahrum kalan toplumların çöküşü de hızlanmış olacaktır.
Müslüman bir ülkede kadına yönelik şiddeti ve haksızlıkları gidermek için mutlaka daha hassas adımlar atılması gerekiyor. Ancak bizde her alanda olduğu gibi bu sahada da ithal çözümlere bel bağlanıyor. Halbuki ithal reçete, bizim toplumun yapısına uymuyor. Avrupa’da pozitif ayrımcılık o kadar abartıldı ki, erkek haklarını savunan oluşumlar ortaya çıkmaya başladı. Bizdeki eşitlik uygulamaları, erkeği aşağılayan, etkisizleştiren bir hâl aldı. Öyle ki daha yirmisine bile varmadan iki cins birbirinden uzaklaşır hâle geldi. Pozitif ayrımcılık abartısı, erkeği yuva kurmaktan uzaklaştıran bir virüs hâline dönüştü.
Kendi kültürümüzü baz alarak eğitim yapabilmemiz için kendi kültürümüzü benimseyen kuşaklara ihtiyacımız var. Kendi kültürümüzden bu kadar uzaklaştırıldıktan sonra, kendi kültürümüze uygun eğitim yapmayı sağlamak o kadar da kolay değil. Biz Araf’tayız, Araf’ta. Araf’ta olan toplumlar, her türlü etkiye açıktır.
İstanbul Sözleşmesi’nin bu dönemde imzalanması, 6284’ün bu dönemde çıkarılması, ETCEP’in bu dönemde pilot uygulama alanı bulması, son derece düşündürücü ve üzüntü vericidir.
Av. Hasip Şenalp
Eşitlikle adalet sağlamak mümkün değil
Bir kadın ve erkek biyolojik anlamda eşit değildir. Hatta beyin loblarımız bile farklı çalışıyor. Erkeğin “rasyonel” yani akla dönük olan olaylara, eşyalara bakma tavrı vardır. Kadının “duygusal zekâsı” çok güçlüdür. Yani “hissederek” bakar. Bazen çok ciddi anlamda erkeğin göremediğini görür bazen de duygusallıktan dolayı ciddi anlamda yanılır. Yani bırakın bedenen eşit olmayı, ruhen ve beyin olarak da kadın ve erkek cinsiyeti fıtratta farklılıkla yaratılmıştır. Görevleri de farklıdır.
Bugün özellikle seküler dünya, kadının asli görevi olan hayatın ve yaratılışın devamını sağlama noktasındaki görevini kesintiye uğratacak şekilde kadını erkeksizleştirme, erkeği de kadınsızlaştırma anlayışına doğru gidiyor. “Toplumsal cinsiyet eşitliği” projesi de maalesef bu anlayışın ürünüdür.
Tabi bunda feminist cereyanın da büyük tesiri var. Feminist cereyan dünyayı, kadınların hakim olduğu, erkeğe her istediğini yaptırdığı ve hayatın kadınlar üzerine kurulduğu bir anlayışa doğru götürüyor. Erkeğe ait olan her şeyi kadın yapıyor. Bütün dünyada da böyle, Türkiye’de de böyle. Yani kadın asli görevinden uzaklaştırılıp özellikle kutsal mekânı olan evinden çıkartılıp dışarıya alınıyor.
Kadın-erkek uzlaşması muhabbeti, sevgisi, kutsiyeti, kadın-erkek çatışmasına döndürülüyor. Yani kadın kocasına düşman, erkek de kadını kaşık düşmanı olarak gören bir anlayışa doğru gidiyor. Yoksa ikisi de birbirine Allah’ın emaneti, birbirlerine olan fıtri görevleri var.
Türkiye’deki bu “feminist” anlayışın özellikle nafaka konusunda, kadının beyanının yeterli olarak erkeğin evden uzaklaştırılması hem psikolojik anlamda hem biyolojik anlamda erkeğe bir işkence haline getirilmesi gibi anlayışlar zaten uzunca süredir planlanıyor idi. Şimdi de kadın erkek çatışmasını daha da ileriye taşıyacak bir anlayışa doğru gidiyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliği adaleti değil adaletsizliği sağlar. Çünkü kadın ve erkek kendisine ait yaratılış itibariyle olan görevlerinden uzaklaşıyorlar. Seküler bir anlayışla ve ikisi de “bencil” bir anlayış ile karşısındakini önemseyen ve onun varlığını koruyan, kollayan değil, “bencil” bir anlayış ile donanıyorlar. Bu iki varlığın hem de farklı cinslerde olan varlığın artık bundan sonra uzlaşması ve mecburen dünyanın devamındaki zürriyetin çoğalması noktasında olumlu şeyler beklemek mümkün değil. Adalet hiç mümkün değil.
Burada öncelikle kadının ve erkeğin birbirinden farklı olduğunu düşünmek mecburiyetindeyiz. Ve bu anlamdaki hukuk kurallarını da tanzim etmek mecburiyetindeyiz. Adalet her zaman eşitlik demek değil. Bazen eşitsizlikte de adalet vardır. Mühim olan adil olmaktır. Merhameti, şefkati hiçbir zaman unutmamaktır. Onun için eşitlikle adalet sağlamak mümkün değil, ama adaletle huzur sağlamak mümkündür.
Prof. Dr. Celalettin Vatandaş
Eşitlik adı altında erkek ve kadın dönüştürülüyor
“Toplumsal cinsiyet” günümüzün en popüler konularından birisidir. Akademiden, hukuka, medyadan gündelik hayatın farklı kulvarlarına kadar her alanda sürekli dillendiriliyor. Her insan doğuştan fizyolojik olarak ya “er”dir, ya da “dişi”. “Toplumsal cinsiyet”, “er” veya “dişi” doğan insanın “kız”, “oğlan”, “kadın”, “adam”, “eş” (karı-koca)… olma durumunu ifade ediyor. Yani insan doğduğu andan itibaren fizyolojik cinsiyetine bağlı olarak hemen hiçbir şekilde değiştirmediği veya toplum tarafından değiştirilmesine pek izin verilmeyen farklı roller öğreniyor. Hayatı boyunca da bu rolleri uyguluyor; hayatını bu rollerle donatıyor.
Anlaşıldığı üzere toplumsal cinsiyet bir inşa durumunun ismi olarak anlam kazanıyor. Bu inşa sürecinin mimarı ise “toplumdur”. Eğer konuyu genel anlamda insanlığın özel olarak da belirli bir toplumun çok uzun tarihsel süreçte oluşturduğu işbölümü, birlikte yaşama ölçütleri, bireysel sorumluluklar bağlamında değerlendirmek gerekirse; yeteneklerine, zihinsel ve bedensel potansiyellerine, yaşlarına, bilgi ve tecrübelerine göre bireylerin farklılaşması ve sorumluluklarının/toplumsal rollerinin de buna göre oluşmasını doğal karşılamak gerekir.
Şurası kesin; “toplumsal cinsiyet” olarak isimlendirilen ve fizyolojik cinsiyet temelinde rollerin ayrışması çok köklü tecrübelerin, bilgi birikimlerinin ürünü. Başta “aile” olmak üzere pek çok toplumsal kurum bu inşanın gölgesinde oluşup, gelişmiş durumda. Bu ayrışmada bazen cinslerden birisinin diğerine göre mağduriyeti söz konusu olabilir mi? Olabilir; olmuştur ve hatta olmaktadır da.
Öyle ise yapılması gereken, bu mağduriyeti mümkünse yok etmek veya hiç değilse en düşük düzeyine düşürmek için çaba sarf etmektir. Bu çabanın kapsamının ve etkisinin ise yaşanan mağduriyetlerin kapsamına göre gerçekleştirilmesi gerektiği ise açıktır.
Ancak günümüzde durum farklı işliyor; işletiliyor. Toplumsal cinsiyet bağlamında tarihsel/kültürel olarak süregelmekte olan problemler neler? Bu problemlerin sebepleri ve yol açtığı mağduriyetler neler? İnsanların bireysel ve toplumsal açıdan birlikte yaşamalarının aksayan tarafları neler? Başta aile kurumu olmak üzere toplumsal kurumlarda açığa çıkan yeni problemler neler?… gibi soruların cevapları aranmadan mutlak bir cevap veriliyor: “Eşitlik”. Konu tartışmaya bile açılmıyor.
Halbûki “eşitlik” insanı “akıl tutulmasına” uğratmış modern zihniyetin, insanlığın kadim olan “adalet” ilkesi yerine inşa ettiği ve gerçekleştirdiği son derece başarılı bir illüzyon ile pek sevimli göstermeyi başardığı ilkelerden birisi.
“Eşitliğin” mahiyetini anlamadan, eşitliğin insan ile ilgili alanlarda ve konularda yol açtığı veya açabileceği problemleri tespit etmeden gerçekleştirilecek eşitlemeler her zaman çok daha kapsamlı ve derinlikli problemlere gebedir. Çünkü ilkesel olarak eşitlik muhakkak bir mağdur üreten/üretebilecek bir ilkedir. Zira “eşitlik” ilkesi gereği ya bir kesim diğer kesime eşitlenmektedir: yani bir taraf temel alınırken diğer taraf edilgen konuma oturtulmakta ve değiştirilip, dönüştürülmektedir. Ya da teorik olarak oluşturulmuş bir “eşitlik” paydasında tüm taraflar değiştirilip, dönüştürülmektedir. Bu da problemler oluşturur.
“Toplumsal cinsiyet eşitliği” bu durumun en güncel örneklerinden sadece birisidir. Bir teze göre kadın erkeğe eşitlenmekte, bir başka teze göre hem kadın ve hem de erkek sanal bir zeminde eşitlenmektedir. Birincisinde değiştirilen kadın, ikincisinde ise hem kadın ve hem de erkektir. Birincisinde (problemli olsa bile) yapı sökümüne uğratılmış kadın, ikincisinde ise yapı sökümüne uğratılmış erkek ve kadın ile karşılaşılmaktadır.
Elbette ki kadın veya erkek ve özellikle de kadın açısından mevcut geleneksel yapının her şeyi ile ve tamamen “iyi” “doğal”, “adil”, “doğru”, “olması gereken” olduğunu iddia etmek mümkün değil. Fakat “toplumsal cinsiyet eşitliği” “her şeyi buharlaştırıp, katı olan hiçbir şey bırakmıyor”. Ortalık her erkeği cani görecek kadar tüm erkeklere olumsuz bir gözle bakan kadınlarla veya her kadını erkeğin potansiyel düşmanı gören erkeklerle doluyor.
Şu ana kadar uygulanan kısmıyla bile “toplumsal cinsiyet eşitliği” mevcut “problemleri” çözmüyor; onları yok sayıyor, yeni ve daha şiddetli problemler oluşturuyor. “Kadına yönelik şiddet” konusunda yaşananlar bunun somut örneğidir. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler en genel anlamda “kadına yönelik şiddetin” oranında azalmaya yol açmış olabilir; ancak niteliğinde değişim gerçekleştirdiği ve cinayetlerin sayısını artırdığı da kesin.