Sana, bana, hilafete dair…

“Hâkân-ı celâlet unvan Yavuz Sultân Selîm Hân Hazretleri, Mısır’da hilâfet-i resmiyye ile ârâm-sâz olan hulefâ-yı Abbâsîyye’den Üçünci Mütevekkil halîfeyi Der-sa‘âdete getürdükten sonra Ayasofya Câmi‘-i Şerîfi’nde gâyet mükemmel ve cem‘iyyetlü bir meclis-i âlîde, halîfe-i müşârün-ileyh hazretleri minbere su‘ûd ve şehen-şâh-ı hilâfet-penâh hazretlerinin, cem‘iyyet-i celîle-i Islâmiyye, hilâfet-i bâ-sa‘âdeti hakkında mevhûbun-min-indillâh buyuruldukları isti‘dâd ve istihkâk u iktidâr-ı âlîsini i’tiraf-ı a’dâd ile hilâfet-i İslâmiyyenin zât-ı hazret-i pâdişâhîleri uhde-i bâhirü’l-iktidâr-ı âlîsine alâ-tarîki’t-tevârüs terk ü ferâğ eylediklerini…”

Tayyarzâde Atâ – Tarih-i Enderun

Hilafet meselesi, İslam dünyasını emperyalist çıkarlarına uygun bir şekilde parçalamak isteyen Batılı güçlerin, bilhassa İngiltere’nin 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ciddi olarak ilgilendiği bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bayraktarlığı Wilfrid Scawen Blunt tarafından yapılan Arap hilafeti tezinin İngiliz siyaset mahfillerinde giderek güçlenmeye başlaması da yine bu dönemde oldu. Hindistan’ı elde tutan İngilizler, Kafkaslar ve Orta Asya’ya doğru hamle yapan Ruslardan ürküp menfaat icabı bir dönem Osmanlı lehine görüntü vermeye çalışsalar da alttan alta bilhassa Arap coğrafyasında kendi nüfuz alanlarını oluşturmanın gayreti içine girdiler.

BİR BAŞKA ŞERİF HÜSEYİN

Bu konuya kafa yoran sadece Blunt değildi. İngiliz devleti nezdinde başka isimler de Osmanlı’yı Arap topraklarından tamamen atmanın yolu olarak Arap hilafetini canlandırma projesini zaman zaman gündeme getirdi. Bu bağlamda ilk temas kurulan isimlerden biri Mekke Şerifi Hüseyin oldu. Bu şahsı, daha sonra Hicaz isyanıyla Arap coğrafyasının Osmanlı’dan ayrılmasına sebep olan Şerif Hüseyin bin Ali ile karıştırmamak gerek. Ondan yaklaşık otuz sene önce Mekke Şerifi olan Hüseyin bin Muhammed Avn’dan bahsediyoruz.
Hikâyeyi en başından alalım. Aslen İran Ermenisi bir soydan gelen fakat Osmanlı topraklarında büyüdüğü için anadili gibi Türkçe konuşabilen James Zohrab, 1879 yılında İngiltere’nin Cidde konsolosu olarak atanır. Zohrab, zamanın Mekke Şerifi Hüseyin ile ahbaplık kurup hacca gelen Afganlılar vasıtasıyla o sıralar devam eden İngiliz-Afgan gerginliğini yatıştırabileceğini belirtir ve yardımını talep eder. Hüseyin mesajı almış, İngilizleri arkasına alarak kuracağı Arap imparatorluğunun hırsıyla yanıp tutuşmaya başlamıştır. Osmanlı’ya anında ihanet etmekte tereddüt etmez. Zohrab’a verdiği cevap nettir.
“İngiltere imkânlarım elverdiği ölçüde taleplerini yerine getireceğim konusunda bana güvenebilir. Ne olursa olsun ondan asla ayrılmayacağım. Çünkü ekselanslarının hükümeti Müslümanlara karşı adâletini ve anlayışlı tavrını göstermiştir. İslam dini, tüm dinleri aynı seviyede gören ve ayırım yapmadan herkesi koruyan İngiltere’ye yardım ve himayeyi gerekli görür.”

PLANLARI SUYA DÜŞTÜ

Yani görüleceği gibi 1916 yılındaki Şerif Hüseyin bin Ali isyanından çok daha önce, 1880 yılında Şerif Hüseyin bin Muhammed Arap hilafeti namına ayaklanma çıkarma hesapları yapıyordu. Peki, ne oldu? İngilizler adına arabuluculuk yapmak için Hicaz’dan Afganistan’a gidecek heyet yola çıkma hazırlığı yapıyorken 14 Mart 1880’de bir Afganlı, Şerif Hüseyin bin Muhammed’i bıçaklayarak öldürdü. İngilizlerin planı beklenmedik bir anda suya düştü. Zohrab’ın deyimiyle suikast her şeyi durdurdu. Bu sürpriz hamlenin kimden geldiğini İngilizlerin İstanbul’daki elçisi Layard’ın Dışişleri Bakanı Salisbury’ye 26 Mart tarihli mesajından öğreniyoruz.

Suikastın son derece acı verici bir hisse neden olduğunu bildiren Layard’a göre, Şerif Hüseyin’in İngiltere’ye duyduğu yakınlık, Zohrab’la kurduğu ilişki ve öldürülmesinden birkaç hafta önce İngiliz dışişleri bakanlığına mensup casuslarla görüşmesi Sultan Abdülhamid tarafından biliniyordu. Sultan, Hicaz’a gelip giden ajanlar ve İstanbul’daki Fransız büyükelçiliği vasıtasıyla, İngiltere’nin hilafeti Mekke şerifine teslim etme girişiminden üç ay önce haberdar olmuştu. Gizlice Hicaz’a giden Şerif Abdulmuttalib ile koordineli olarak bu suikast hazırlanmış ve Abdulmuttalib İstanbul’a dönünce plan tatbik edilmişti.

SULTAN HEP BİR ADIM ÖNDE

Sultan Abdülhamid İngilizlerden hep bir adım önde olmuş, ilk Şerif Hüseyin isyanını daha başlamadan tek bıçak darbesiyle bitirmişti. 1916 yılındaki ikinci Şerif Hüseyin isyanı da merhum tahtta kalsaydı muhtemelen başımıza gelmeyecekti. Zira Şerif Hüseyin bin Ali’nin benzer karakterde olduğunu daha ilk dakikada keşfetmiş ve onu Mekke’den uzaklaştırıp İstanbul’da mecburi ikamete tabi tutmuştu. İttihatçılar iktidara gelince ilk yaptıkları işlerden biri İstanbul’da sürgün bulunan Şerif Hüseyin bin Ali’yi Mekke emiri olarak atamak oldu. Peki, bu akıl kime aitti, İttihatçılara mı, yoksa İngilizlere mi?

Ermeni Zohrab’ın Mekke’de çevirdiği dümenleri bilmek lazım. Fakat Arap hilafetinin bayraktarlığını yapan İngiliz asilzadesi Winfrid Scawen Blunt’ı bu arada gözden kaçırmayalım. Çünkü Blunt bu işi sistematize eden, bu amaca istinaden Arap entelijansiyası ile ilişkiler kuran, bir nevi ideolog gibi çalışan enteresan bir tip. Bu amaca matuf bir de kitabı var. 1882 yılında basılan kitabın adı ‘Future of Islam’ yani ‘İslam’ın Geleceği.’ Bu kitapta bahsi geçen ideolojinin hâlen İslam dünyasında kendisine müşteri bulduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Evet, tohumları bir İngiliz tarafından serpilen bir ideoloji, maalesef Müslümanlar arasında bugün de kendisine yer buluyor.

BLUNT ARAP HİLAFETİ PEŞİNDE

Bir bakalım o vakit, Blunt ne diyor?

“Sünni İslam’ın hiçbir surette İstanbul’a geri dönmesi düşünülemez. Gösterdiğim gibi, Türkiye ve Hanefi ekolü tüm Müslüman dünyayı ifade etmekten çok uzaktır. Osmanlı Devleti’ni yöneten kesimin fanatik katılığına ve Malikilerin daha katı püriten yaklaşımına karşın hâlâ din reformuna elverişli, akıllı ve umut veren bir zihniyet mevcuttur. Şafii Mısır bunun kalesidir fakat bu zihniyet Arabistan ve doğusunda da güçlüdür. Bu zihniyete göre inancın ilk şartı şudur: Osmanlı Hanedanı İslam’ın lanetidir ve artık sonu gelmiştir.

Sultan Abdulhamid şeriata bağlı dindar bir kişi olmasına rağmen bu zihniyetin sahipleri onu İslam’ın başına gelmiş bir belâ olarak görüyorlar. Onlara göre adı Abdülaziz veya Abdülhamid olsun farketmez; Osmanlı hilafeti devam ettiği sürece ahlaki ilerleme imkânsızdır. İçtihad kapısı tekrar açılamaz. Ne teorik ne de pratik olarak bir reform teşebbüsü, tek başına onların inançlarını modern inançsızlık cereyanıyla başa çıkar hale getirmeye yetmez. Üstelik onların nezdinde Abdülhamid yönetimi öncekilere kıyasla ne daha adil ne de Müslüman kanunlarıyla çok daha uyumludur.”

AFGANİ VE ABDUH’UN DOSTU

Bu satırlar, İslam’ın Geleceği kitabının 88 ve 89. sayfalarına aittir. Kitabın 100. sayfasında ise Blunt açıkça adres verecek, “A return, therefore, to Medina or Mecca is the probable future of the Caliphate” diyerek hilafetin eninde sonunda Hicaz topraklarına geri döneceğini ifade edecektir. Dikkat çekici bir husus olarak, bu fikirleri kaleme alırken Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh ile istişareler yaptığını belirtmekte fayda var. Nitekim 1979 yılında yayınladığı “A Pilgrimage of Passion” adlı Blunt biyografisinde Elizabeth Longford, Afgani ve Abduh’un Mekke merkezli bir Arap hilafetine inandığını, İslam dünyasının ayağa kalkmasının ancak Osmanlı hilafetinin son bulmasıyla gerçekleşeceğini savunduklarını not ediyor.
Nitekim Osmanlı hilafetinin yıkılışına dikkatle bakıldığında, Afgani-Abduh ekolünün ağır tesiri altında kalan İslamcı entelijansiyanın “hürriyet” nârâları altında Jön Türklere omuz verdiği görülecektir. İş işten geçtikten sonra bu kadronun çoğu pişman olacak hatta bırakın onları, en azılı Jön Türkler bile “Ruhaniyetten İstimdad” şiirleri yazmaya girişecektir.

1882’DEN 1908’E İŞARETLER

Jön Türkler dedik de, Blunt’ın daha 1882’de işaret ettiği şu hakikati görmezden gelmeyelim.
“Her şeyden önce İstanbul, Abdülhamid’in zayıf noktasıdır. Çünkü Jön Türk ekolü henüz ölmüş değildir. Hayat ve ölümün gelgitleri Boğaz’ın kıyısında birbirini takip eder. Özgürlükçü kesim bekleme işini mürtecilerden daha iyi becerir. Abdülhamid ölür yahut düşerse, her ne vakit olursa olsun, derhal Osmanlı hilafetine karşı bir hareket belirecektir.”
Taşlar yerine bir otursun…
 Sultan Abdülhamid nerede düştü?
İstanbul’da.
 Jön Türkler 1908 ihtilaline dek on yıllarca bekledi mi?
Evet.
 Hilafet ne zaman kaldırıldı?
Abdülhamit düştükten sadece 15 yıl sonra.
Dedik ya, Blunt’ın kitabı sıradan bir kitap değil. Gördüğünüz gibi hilafetin Abdülhamid sonrası kaldırılacağını söylemiş, tutmayan sadece o. Gelin o hakikati ifşa kısmını da “Sultan Hamid’in Ruhaniyetinden İstimdad” şiirini yazan devrin azılı Jön Türklerinden Rıza Tevfik Bölükbaşı’na bırakalım.

RIZA TEVFİK’TEN BİR HATIRA

“1908 İhtilali’nden evvel, bizleri başta İngiliz sefiri olmak üzere Fransız, İtalyan sefirleri de çok teşvik ettiler. Onlardan büyük mikyasta fikir muaveneti ve teşvik gördük. Hey Rıza! Meğer kimlere hizmet etmiş?
Nihayet hürriyeti de kimlere ilan ettik! Selim Sırrı ile beraber ben de İstanbul sokaklarında üzerine çıkıp “Yaşasın Hürriyet” nutukları atacak nice basamak taşları aradık.
Bir gün Talat’a (Talat Paşa) dedim ki: “Biz bu ihtilal için ecnebi sefirlerden hayli teşvik gördük. İşte hürriyeti ilan ettik. Gidelim bu süferayı ziyaret edelim, teşekkür edelim.”
Evvela İngiliz Sefarethanesine gittik. Galatasaray’daki o muhteşem binayı tam bir ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emin idim ki, sefir de dâhil olmak üzere bütün sefaret erkânı içerde idi. Fakat bizi karşılayan sefaret kavası, kimi sorduksa “yok” dedi. Çok soğuk bir âdem-i kabul idi bu. Bir mânâ veremeden dönmüştük.
Cünye’de idim. (Rıza Tevfik 150’lik olmuştu, Lübnan’da sürgündeydi) Emir Abdullah’tan bir davet mektubu aldım. O yıl farize-i haccı ifa için Hicaz’a beni de davet ediyordu. Kabul ettim. Emir hazretleri atlas kese içinde altın olarak maddi cihetten de beni çok taltif etti.

İNGİLİZ LORDU GERÇEĞİ SÖYLEDİ

Oğlum Said, İngiltere’de oturuyordu. Onu ziyarete Londra’ya gitmiştim. Said’e İskoç asilzadelerinden Lord Nicholson cenapları hayli yardım etmişti. Hem bu alakalarına teşekkür etmek, hem de eski dostluğu bir daha ihya eylemek üzere ziyarete gittim. Sohbet sırasında İstanbul sefaretinin bize gösterdiği o soğuk âdem-i kabul hatırıma geldi. Lord cenaplarından sebebini sordum.
– Dostum Rıza Tevfik Bey! Biz İngilizler Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük bir netice bekliyorduk. İhtilal olacak, istibdad ile beraber sultan da ve bahusus temsil ettiği hilafet müessesesi de alaşağı edilecek. Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zira ihtilal yaptınız, gerçi Kanun-u Esasi geldi. Fakat Sultan da, Hilafet müessesesi de halen yerinde baki.

DERTLERİ HİLAFET İDİ

Lord cenaplarına tekrar sordum.
– İngiltere devlet-i fehimesini hilafet müessesesi bu derece şiddetle neden alakadar ediyor?
– Dostum Rıza Tevfik Bey! Biz Mısır’da, bilhassa Hindistan’da İslam kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Hâlbuki Sultan? Yılda bir defa bir selam-ı şahane, bir de Hafız Osman Kur’an-ı Kerim’i gönderiyor, bütün İslam ümmetini hudutsuz bir hürmet duygusu içinde emrinde tutuyor.
İşte biz ihtilalden ve siz Jön Türklerden ihtilal sonunda sultanların da, hilafetin de, yani bir selam-ı şahane ve bir Hafız Osman Kur’an-ı ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk âdem-i kabul gördünüz.” Bu hatırayı Ahmet Kabaklı üstadın ‘Temellerin Duruşması’ eserinde yer alan ‘Hilafet, Nerden Nereye’ kısmında bulabilirsiniz.

AYASOFYA VE HİLAFET

Şimdi gelelim neticeye… Yazımıza Tayyarzade Ata Efendi’nin Tarih-i Enderun isimli eserinden bir alıntıyla başladık. Orada hilafetin Osmanlıya geçiş töreni anlatılıyor. Tören, Ayasofya Camii’nde gerçekleşiyor.
Hilafet makamı ve Ayasofya…
Mevzu üzerinde milletçe hep beraber bir düşünelim.
Ne dersiniz?

Benzer konular