Vadedilen topraklar için PYD

Yıl 2010. Cengiz Çandar, SETA için 12 sayfalık kapsamlı bir Analiz – Rapor hazırlıyor. Raporun bir bölümünde şu bilgiler yer alıyor; “Türkiye, Ekim 2009’da bir hafta içinde Suriye ile 40, Irak ile 48 anlaşma imzaladı. Aralık 2009’da Tayyip Erdoğan’ın gösterişli Şam ziyaretinde Suriye ile imzalanan anlaşma sayısı 51’e çıktı. Anlaşmalar içerikleri itibari ile güvenlikten ulaştırmaya, çevreden ticarete çok geniş bir çeşitlilik arz etmektedirler. Avrupa’dan Basra’ya, Körfez’e ve Bahreyn’e uzanan, Suriye ve Ürdün topraklarından geçip Suudi Arabistan’ın Kızıl Deniz kıyısındaki Hicaz bölgesine kadar ulaşan demiryolu projesini de kapsayan anlaşmalar, çoğunlukla ekonomik ve ticari nitelik taşımaktadırlar. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin gelecekteki iddialı projeleri arasında, yakın bölgesinde petrol ve doğalgazın taşınması için boru hatlarının inşası yer almaktadır.”

Cengiz Çandar, verdiği bu bilgilerin ardından şu yorumu getiriyor; “Türkiye, sadece Orta Doğu’da, daha geniş anlamda Pakistan’ı ve Afganistan’ı içine alan bu coğrafyadaki stratejik denklem içinde değil, aynı zamanda Türkiye’nin “yumuşak gücü”nü göstermeye ve genişletmeye başlattığı bu bölgeye büyük önem veren uluslararası sistemin tümü açısından da yeni bir oyuncudur. Türkiye, uluslararası politikanın bu en çalkantılı bölgesinde yeni ortaya çıkan bir güç olarak, doğuda İran, batıda İsrail şeklinde iki karşıt kutup üzerine kurulu Orta Doğu’nun siyasi denklemini bozma potansiyeline sahiptir.”

Tam olarak bunları yazıyordu SETA raporunda Çandar. Aradan geçen yıllarda tarih adeta bir çok kez yeniden yazıldı. Yeniden yazıldı çünkü, bölgemizin son 10 yıl boyunca yaşadıkları, gördükleri, tecrübe ettikleri, 150 yıllık bir tarih boyunca yaşanan kırılma ve değişimlerden çok daha keskin, çok daha kalıcı. Kavramlar, kimlikler, devletler, cepheler, bayraklar, sınırlar, liderler, haritalar ve anlamlar dahî yeniden, sıfırdan tanımlandı ve tanımlanıyor. Dahası tanımlanmak zorunda.

Türkiye zarar görse de ABD’ye hizmet etsin

Hatırlayacaksınızdır, 2009’un bir bölümü, 2010 ve 2011’in nerdeyse tamamı “eksen kayması” tartışması, daha doğrusu dayatması ve savunması ile geçmişti. Tam da o günlerde, akademyadan, Ahmet Davutoğlu’nun aynı zamanda yakın arkadaşı da olan Richard Falk, 21 Temmuz 2011’de Aljazeera için kaleme aldığı yazısında bir bölümünde şöyle diyordu; “Türkiye, küresel liderlik açığını kapatmada tek başına etkili olmayabilir; fakat son on yılda sergilemiş olduğu diplomatik tutum giderek kararan dünya siyasetine ışık tutmuştur. Diğer ülkelere karşılaştırıldığında Türkiye, nasıl uzlaşmacı bir küresel lider olunacağını ve bunun yöntemlerini tüm dünyanın gözleri önüne seriyor.” Türkiye, Brezilya ile birlikte, İran’ı kuşatma altına alan “uluslararası sisteme” rağmen, İran’ı nükleer takas anlaşmasıyla “ipten” almış, özellikle Yahudi kökenli Amerikalı siyasetçi ve analistlerin büyük öfkesini çekmişti… Falk, yazısının bir başka yerinde tam da bu durumu şöyle ifade ediyordu; “Türkiye, Amerikalı bir dış politika yorumcusu tarafından haddini aşacak şekilde yapılan “Türkiye çizgisinden çıkıyor” iddialarına maruz kaldı. Buradaki iddia oldukça kışkırtıcı ve açıkça şunu dile getiriyor: “Türkiye, bölgesinde savaş çıksa, ekonomik ve siyasi çıkarları zarar görse bile, bunu göz ardı ederek ABD (ve İsrail’in) hegemonik rolüne hizmet etmeli.”

Özellikle 2014’ten 2016’ya kadar olan zaman diliminde Türkiye ve Amerika arasındaki, Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Dışişleri Bakanlığı, Bakanlık sözcüleri ile Amerikan makamlarından gelen paradoksal açıklamaları, bu cümleler üzerinden okursak, Amerikan pragmatizminin “yüzsüzlüğünü” çok daha yakından görmek mümkün. Bu yüzsüzlüktür zira, bu pragmatizmin bir sabitesi yoktur, yani sözümona, bugünün “mahalle” analistlerinin neredeyse tamamına yakınının biraz da eski sevgiliye naz yapar, gizlice selam verir bir eda ile söyledikleri gibi, Amerika, 10 yıl önce Ortadoğu’da “aktif”, bugünse “pasif ve edilgen” değildir, yüzsüzdür, yani sadece sahaya sürdüğü araçların rengi, biçimi, dili, mahiyeti ve maliyeti bazı farklılıklar taşımaktadır. Amerika’nın 10 yıl önceki “aktif” pozisyonuna dönmesini arzulayanlar ve bu söylemi kamusallaştıranlar için sadece küçük bir hatırlatma yapılabilir. Amerika’nın Irak “performansı” geride 1 milyon kadar ölü bırakmışken, Amerika’nın Suriye “performansı” sebebiyle insani kayıp seviyesi henüz 400 bin sularında. Gerçekten Amerika’dan beklenen ve hatta arzulanan hard aktör olma pozisyonu neler içeriyor? Amerika’yı “göreve” davet eden akıla takılmadan “ince kırmızı hat” üzerinde biraz yol alalım…

Dün neredeysek bugün de oradayız

Obama, ne zaman Başkanlık seçimleri gündeme gelse hemen bir Guantanamo kampanyası başlatma refleksine sahip. 2008’deki başkanlık yarışında verdiği “sözün” üzerinden geçen yıllardan sonra, “giderayak” yine bu Amerikan retoriğine sarılınca en az Hillary Clinton kadar “yüzsüzleşiyor”. Zira, 2008 seçimlerinde Obama ile her anlamda aynı yerde duran Clinton, bugün adaylık sürecinde “dış politikada Obama’dan farklı düşündüğünü, güvenli bölgenin ve koridorun oluşturulması gerektiğini” söylüyor. Aynı Clinton, 2012’de, “Suriye muhalefetinin Türkiye tarafından Müslüman Kardeşler’e verildiğini, aşırı grupların çabalarına kuvvetle karşı duracağını gösterecek bir muhalefete ihtiyaç” duyulduğunu açıklamış, Sedat Ergin’i inanılmaz mutlu etmiş, Ergin de soğukkanlı tatil yazılarından birini daha yazmıştı. Yıllar geçti, geçiyor, geçecek. Fakat, Suriye özelinden bakacak olursak, 4 yıl önce neredeysek bugün de yaklaşık olarak oradayız. Hillary Amerikası ile Obama Amerikası arasında pek bir fark yok. 2 Mayıs 2011’de Beyaz Saray’daki “Durum Odası”nda “Üsame Bin Ladin operasyonu olduğu iddia edilen” operasyon görüntülerini izlerken, odada elini ağzına götürerek hayret ve şaşkınlık içinde görünen Hillary ile, bir Obama kayıtsızlığıyla “operasyonu” izleyen Joe Biden arasında bir fark yok.

Bizi Ortadoğu’dan kopardılar

Yıl, yine 2011. Mayıs’tan birkaç ay sonra, Eylül. “Başbakan” Recep Tayyip Erdoğan, Mısır, Tunus ve Libya gezisine başlar. 7 bakan, üst düzey bürokratlar ve 300 işadamıyla birlikte çıkılır bu yolculuğa. (Ki bu 300 işadamının çok çok büyük kısmı çok çok büyük ihtimalle TUSKON üyesi, paralel işadamlarıdır. Tam da burada parantezi biraz daha uzatarak Nail Olpak’ı dinleyelim; “AK Parti iktidarı döneminde siz MÜSİAD’ın hükümetle birlikte gerçekleştirdiği bir dış gezi hatırlıyor musunuz? Bu hükümetin kendisini eleştirmesi gereken noktalardan biridir. Başbakan’ın tüm yurtdışı gezilerini TUSKON yapıyordu. 17 Aralık öncesindeki son 1.5 yıl önceye gidiyorum. Başbakan tarafından bizlere ortak görevlendirmeler oldu. Ama görev birlikte verilmesine rağmen maalesef biz çok ciddi sıkıntılar yaşadık. Beraber bir ülkeye gidiyoruz, orada yaşamış olduğumuzu sıkıntıları ben burada size ifade edersem üzülürüm. Herkesin gözü önünde olan masa kapmacalar falan vardı.” Parantezden çok daha fazlasını hakeden bu parantezi kapatabiliriz.) Nihai olarak 2011 Eylül’ündeki bu uzun seyahatin ardından da zaman zaman seyahatler yapılır farklı “Ortadoğu” ülkelerine. Recep Tayyip Erdoğan, bir çok şehirde mitingler yapar, sokak mitingleri. Daha doğrusu Erdoğan Arap sokağında yürümeye başladığı gibi orada doğal bir miting ortamı oluşuverir. Tekbirler eşliğinde bir çok konuşma yapar. Kahire’de, Beyrut’ta, Trablusgarp’ta, Bingazi’de. Ve başka başka şehirlerde. Ta ki Tunus’a kadar. Tunus, sondur. Tunus, Recep Tayyip Erdoğan’a ve Türkiye’ye “kapatılan” Ortadoğu’da, kapısından uğurlandığımız son ülkedir.

Haziran 2013’tür. Recep Tayyip Erdoğan, Tunus’tan dönmüş ve Gezi kalkışması başlamıştır. Erdoğan’ı, havaalanında, “AK Parti’nin engelleme çabalarına rağmen” yüzbinler karşılamıştır. Tunus, sondu. Ortadoğu, kelimenin her anlamıyla “kapatılmıştı”. Bırakın Gazze’ye gitmeyi, bir daha 1 Ortadoğu ülkesine ayak basmayı aklına bile getiremeyecek kadar korkunç bir türbülansa aldılar Türkiye’yi. Öyle bir türbülans ki, Türkiye bu nefes alabilmek için, boynunu, Ekvador’a, Şili’ye, Peru’ya kadar uzatmak zorundaydı…

Kuzey’de bir ülke hayali

2013. Son zamanların en uzun yıllarından biri. Temmuz ayında binlerce insan katledilerek gerçekleştirilen Mısır’daki askeri darbe Amerikalı ve Avrupalı liderler tarafından adeta ayakta alkışlanıyor, Suriye’de Beşar Esad’ın kullandığı kimyasal silahlarla binlerce insan ürkütücü bir sessizlikle yok edilirken, Amerikalı ve Avrupalı liderler tarafından zamanaşımına bırakılarak ayakta tutulurken, Türkiye adım adım başka bir şeyin, büyük ve karanlık bir boşluğun içine doğru çekiliyordu. Binlerce, yüzbinlerce mültecinin akınına uğrayan Türkiye, 2011 yılından 2016 yılına kadar geçen sürede yüzlerce kez insani koridor çağrısı yapmış, bu çağrı yüzlerce kez yine zamanaşımına bırakılarak adeta sonsuzluğa terkedilmişti. 2013’te de böyleydi. Beşar Esad rejimi, İran’dan, Rusya’dan, Amerika’dan ve BM’nin sonu gelmeyen Suriye Özel Temsilcileri’nden aldığı yetkiye dayanarak kimyasal saldırı suçunu saklamaya bile gerek duymadan aklamayı başarmanın birçok yolunu üretmişti. Amerika, aylarca kurguladığı kimyasal saldırıyı cezalandırma oyununa Rusya’yı da dahil edince Suriyeli sivillerin toplu olarak katledilmeleri sürecine yeni bir aktör de fiili olarak dahil oluyordu. 2013, sadece sınırın Suriye tarafında değil, hem sınırımız hem de sınırımızın iç tarafı açısından birçok yeni unsurun ana gövdesiyle sahaya sürüldüğü yıldı. Türkiye, Gezi kalkışmasıyla büyük bir iç çatışmadan sekansları andıran, tahmin edilemeyen bir gerilim ve yalnızlığı yaşıyordu. İşte tam da bu günler, 2016 Türkiyesi’nin gerçeklikliğinin kurgulandığı “çekilme” sürecinin “şaşkınlığının” günleriydi. Abdullah Öcalan’ın 21 Mart’taki “çatışmasızlık ve Türkiye topraklarından çekilme çağrısının” üzerinden geçen ayların ardından, 2013 Ekim’inde dahî, “Karayılan’dan çekilme şartı”, “PKK çekiliyor mu” gibi manşetlerle yaklaşmakta olanın başka bir şey olduğu anlaşılıyordu. Ya da gerçekten anlaşılıyor muydu? Türkiye’nin sınırlarından, dağlarından bakıldığında pek farkedilmeyen başka şeyler de oluyordu. PYD, sistematik olarak, incelikle kurgulanmış bir planla 3 kanton bölgeyi ilan etmiş, Afrin, Cezire ve Kobani kantonları bu tarihten sonra kendi yasama, yürütme ve yargı organlarını ve sistemlerini oluşturmaya başlamıştı.

Kuzey’de bir ülke hayali, parça parça, parçalaya parçalaya, kanatarak, katlederek, sürerek, yok ederek, bir haritanın büyük bir bütününe doğru açılıyor, açtırılıyordu.

Can Acun ve Bünyamin Keskin’in hazırladığı “PKK’nın Suriye Örgütlenmesi” raporunda da çok net olarak görülen fotoğraf şudur. “Suriye muhalefetiyle YPG arasındaki ilk çatışmalar 16 Temmuz 2013 tarihinde, YPG’nin Haseke’de bulunan Resulayn’dan Suriyeli muhalif grupları çıkarıp şehri ele geçirmeye çalışmasıyla başlar. İlk olarak YPG ile Nusret Cephesi (Cebhetu’l Nusra) arasında başlayan çatışmalar, YPG güçlerinin şehrin hakimiyetini ele geçirip Suriye muhalefetini şehirden çıkarması ve hemen ardından Türkiye sınır hattındaki sınır kapısının YPG’nin hakimiyetine geçmesiyle sonuçlanır” Tüm hattın açılma süreci buradan başlar ve bu açılan bu hat bugün Türkiyemizin doğu şehirlerini, sınırlarını keskin bir sokak savaşına çeker.

Vadedilen topraklara doğru

“Ağustos ayına gelindiğinde Suriyeli muhalif gruplar, YPG’nin hakim olduğu Ayn el-Arap’ı kuşatma altına aldığını açıklayıp, Menbic ve Cerablus’tan buraya sevkiyat yapmıştır. Ardından çatışmalar Suriye-Irak sınırındaki Yarubiye sınır kapısında yoğunlaşmış ve yerleşim yeri ve sınır kapısı Suriyeli muhalif grupların eline geçmiş, YPG buradan çıkarılmıştır. Çatışmalar Haseke boyunca devam etmiş, bu sırada YPG güçleri Resulayn’ın doğusundaki Aluk’u ele geçirmiş, Haseke’nin Irak sınırında bulunan Yarubiye yerleşim yerine yakın çatışmalar yenilenmiştir. Bu sırada YPG, Hatay sınırında bulunan ve çoğunlukla mültecilerin bulunduğu Atme’ye yönelik bir saldırı başlatmış, ele geçirdiği hakim bir tepeden şehri top atışına tutmuştur. 9 Ekim 2013’e gelindiğinde ise YPG, Irak sınırı yakınlarındaki Yarubiye kasabasını ve sınır kapısını ele geçirmiş, özellikle DAİŞ’in kontrolünde olan Girhok, Yusufiye, Sefa gibi Kamışlı yakınlarındaki petrol zengini bölgeye hakim olmuştur. Böylelikle Suriye muhalefeti bölgeden uzaklaşırken, DAİŞ Tel Hamis ve Tel Barak’a çekilmek durumunda kalmıştır. Esed rejiminin hava bombardımanlarıyla YPG’ye verdiği destek bunda hayli etkili olur. Kasım ve Aralık aylarına gelindiğinde ise, YPG Haseke’de yaklaşık 40 yerleşim bölgesini ele geçirerek, ciddi bir alan hakimiyetine ulaşmıştır.”

PYD, “vadedilen topraklarda” ilerlemeye devam ederken, PKK’nın “çekilme” süreci bir bilmeceye değil, bulmacaya dönmeye başlamış, Recep Tayyip Erdoğan’ın “henüz yüzde 20’si bile çekilmedi” açıklaması bile adeta “yadırganır” olmuştu.

Ve 2013’ün son günleri. 17 Aralık ve 25 Aralık. Cumhuriyet tarihinin en kendine özgü, en sinsi, en iyi kurgulanmış, planlanmış, darbe girişimi. Sadece tek cümle ile geçelim. Darbe girişiminin ilk gecesi , Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti binasına gitmiştir ve o çelik ve puslu havadan olsa gerek, o devasa parti binasında, o gece, Recep Tayyip Erdoğan’ın odasında, sadece üç kişi vardır. Gece biter, Aralık biter, planlar tutmaz, kurgu bozulur… Fakat “büyük oyun” devam etmektedir.

PKK’ya açılan koridor

Eylül 2014’te IŞİD’in Kobani’ye, Ayn el-Arap’a saldırısı başlamış ve çevredeki bütün köyler IŞİD’in eline geçmiştir. “PYD liderliği, başta Salih Müslim olmak üzere uluslararası destek arayışına girerek ABD’den ve DAİŞ ile mücadele eden uluslararası koalisyon güçlerinden silah yardımı talebinde bulunmuşlardır. Ayn el-Arap’ın tamamen düşmeye çok yaklaştığı bir noktada ABD, PYD’nin yardım çağrısına cevap vererek Ayn el-Arap’taki DAİŞ hedeflerine yoğun bir hava saldırısı başlatmıştır. ABD hava saldırılarıyla yetinmemiş, YPG’ye kargo uçakları aracılığıyla havadan silah yardımı da yapmıştır.” Bu süreçte Türkiye dahil tüm dünya, Kobani için seferber edilmiş, Özgür Suriye Ordusu mensuplarından önemli sayıda savaşçının yanında yüzlerce peşmergenin Türkiye topraklarından geçmesi, büyük bir coşku ve seferberlik duygusuyla kotarılmış ve Kobani “kurtarılmıştır”. Hatta ve hatta, Kandil’den gelecek PKK’lılara da koridor açılması gündeme gelmiştir, ki bu “geçiş” hala belirsizliğini korumaktadır. Kobani süreciyle birlikte YPG, Amerika’nın kara gücü haline gelmiş, Tel Abyad’da ve bir çok bölgede ABD hava kuvvetlerinin hava desteğiyle bir çok “operasyona”, katliama ve sürgüne imza atılmıştır.

Özellikle 2013’ten 2016 Şubat’ına kadar bölgede ve sahada yaşanan bir çok şeyi tek cümle ile özetlemek mümkün. “2015 yılında PYD’nin bölgedeki toprak kazancı yüzde 186 artış gösterdi.”

Suriye bayrağından YPG bayrağına

Nihai olarak durum yaklaşık olarak şöyledir. Neredeyse bölgeyle ilgili konuşan, yazan herkesin iddia ettiği ve artık genel kabul görmüş bir kamusal kanaate dönüştürdükleri, Amerika’nın bölgede artık olmadığı, pasif bir pozisyonu olduğu, bölgeyi tamamen Ruslara bıraktığı söylemi kocaman bir aymazlıktan ibarettir. Amerika, Eğit – Donat projesini güncellemiş, dönüştürmüş ve sahaya sürmüştür. Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, PYD bölgelerinden açılan tünellerle evlere mühimmatlar depolanmış, bir ülke, kendi savunmasını, bırakın sınırda yapmayı, sınırının içinde, savunma yapmak durumunda kalmıştır. Adeta bir ülke, yaşanan her şeyin sonrasında, PKK – PYD ortaklığını ispat etmeye çalışmak gibi ironik bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Dünya medyasıyla birlikte Türk medyası, bürokrasisi, düşünce kuruluşları ve STK’larının nerdeyse tamamına yakını, güne “bugün İŞID’i vurmak için ne yaptın” refleksiyle başlamış, manşetler, sayfalar, analizler, haberler hazırlamıştır. Olan olmuştur. Gözlerimizi kapadığımızda her yer IŞİD iken gözlerimizi açtığımızda her yer PKK / PYD bayrakları ile dolmuştur. 2011’de sınırımızdan baktığımızda gördüğümüz Suriye bayrağının yerini önce IŞİD ve son olarak PKK / PYD bayrağı almıştır.

“Yeni bir dünya kurulur, biz de yerimizi alırız” sistemi bugün diyor ki, “Türkiye’ye yer yok”. Türkiyemiz kelimenin her anlamıyla bir varlık savaşı veriyor. Ve galiba, konforumuz, hırslarımız, hınçlarımız, gruplarımız, çetelerimiz, gazetedeki köşemiz, köşemizden ulusa seslenişlerimiz, egolarımız, sonu gelmeyen hesaplarımızla verdiğimiz savaştan dolayı, adeta ayrı bir dünyada, başka bir Türkiye’de yaşıyor gibiyiz. Halbuki bu topraklarda yaşam, bin yıldır böyle.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi;

“Biz bin yıldır bu bölgede yaşayan Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti olarak devletini kurmuş bir milletiz. Acısıyla, tatlısıyla bölgenin gerçeklerini gayet iyi biliyoruz. Bu bölgede olup biten ne öğrenilecekse, bizden öğrenilecektir. Biz çok zor bir coğrafyada uzun yıllar yaşıyor olmanın verdiği tecrübelerle bugünkü sorunların Allah’ın izniyle üstesinden geliriz.

Şu veya bu beklentiyle coğrafyamıza gelip kendilerine alan açacaklarını düşünenlere bir kez daha düşünüp hesaplarını iyi yapmalarını tavsiye ederiz. Bu coğrafya kadim, münbit, cazip bir coğrafya. Ama aynı zamanda bu coğrafya medeniyetler, ordular, milletler mezarlığıdır. Buralardan kimler gelip geçmedi ki. Biz hamdolsun bugüne kadar ayakta durmaya başardık. İnşallah ilanihaye bu vatanı ebedi topraklarımızda olmaya devam edeceğiz.”

Benzer konular