Her şey bir sosyal medya paylaşımıyla başladı. Necdet Topçuoğlu’nun 1999 yılındaki Amerika gezisine ilişkin paylaşımı, Türkiye’de daha önce bilinmeyen bazı hakikatleri ifşa ediyordu. Söylenenler önemliydi çünkü önemli görevler üstlenmiş üst düzey bir bürokrat tarafından dile getiriliyordu. Hem de ilk ağızdan ve bizzat şahit olunarak… Kamuoyunu bilgilendirmeyi vazife bilen Türkiye’nin tek haftalık haber dergisi Gerçek Hayat bu duruma kayıtsız kalamazdı. Nitekim Necdet Bey ile temasa geçildi ve Türkiye’nin tarımından hayvancılığına, GDO’lu ürünlerden Amerikan kumpaslarına değin pek çok önemli konu masaya yatırıldı. Gündemi sarsacak, tabiri caizse ‘dört başı mamur’ bir mülakat çıktı ortaya. Bu mülakatı lütfen dikkatle okuyunuz. Şu güzelim ülkeyi seviyorsanız sizi fazlasıyla ilgilendiriyor çünkü.
Hikâye, 1999 yılında Ankara Hilton otelinde yaptığınız ‘Türkiye’de Tarım’ konulu sunum ile başlıyor. Sunumunuz beğeniliyor ve bir sonraki DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) toplantısı için Washington daveti alıyorsunuz. Sunumu bu kadar özel kılan neydi?
Bu sunum Türk tarım politikasına yeni bir yaklaşım getiriyordu. Özellikle hayvancılığı ithal odaklı olmaktan çıkarıp suni tohumlama yoluyla uzun vadede kendi hayvancılığımızı yine kendimizin ıslah etmesi yaklaşımına sahipti. Ayrıca mera kanunu yeni çıkmıştı. Meraların tespit-tahdit çalışmaları yapılıyordu. Biz diyorduk ki: “Ot sorununu halletmeden et sorununu halletme şansımız yok.” Hayvancılıkta et sorununu çözmek için süt sorununun çözümü de gerekiyordu. Süt demek inek demek, inek demek ana demek. Ana olmadan dana olmayacağına, buzağıların da yarısı dişi, yarısı erkek doğacağına göre öncelikle süt sorununu halledelim ki inek sayısı hızla artsın. Bunun için de o sunumdaki önerilerde yer alan;
1. Dişi hayvan kesiminin yasaklanması
2. İthalatın durdurulması, damızlık sorununun içerden çözülmesi
3. Özellikle kuzu kesiminin yasaklanması fakat talep yüksekliği nedeniyle buna mani olunamıyorsa en azından dişi kuzu kesiminin yasaklanması ve erkek kuzu kesimine gidilmesi
4. Yemlere yüzde 30 sübvansiyon ödenmesi
Şeklindeki tedbirlerin hayata geçirilmesi ehemmiyet arz ediyordu. Sunumu İngilizce yapmak suretiyle Amerikalılara da bu maddeleri tebliğ etme amacını güttük. İthalatın yasaklanması hususu onları fevkalade rahatsız etmiş ve “Ne zaman damızlık düve alımını serbest bırakacaksınız” diye ısrarcı bir tutumla beni hedef almışlardı. Çünkü bu yasaklama benden kaynaklanıyordu. Alt komisyon toplantılarında, heyetler arası görüşmelerde “Siyasilerle görüştüğümüzde hep buna pas atıyorlar. Bu bürokratı aşarsak istediğimizi alırız” şeklinde bir tavırları mevcuttu.
DEİK toplantısının Hilton ayağında Amerikalılar çok sorular sordular. Özellikle Susan Shaneya diye Amerikan Büyükelçiliğinde bir müşavir vardı. O özellikle bastırdı. Ama biz geri adım atmadık. Bunun üzerine toplantının ikinci ayağının ABD’nin başkenti Washinton’daki Grand Hyatt otelde yapılacağı duyuruldu. DEİK’in o zamanki eş başkanı Mustafa Koç’un imzasıyla bakanlığa bir yazı gönderildi. ‘Agriculture in Turkey / Türkiye’de Tarım’ başlıklı sunumun benim tarafımdan Washington’da da yapılması talep ediliyordu.
Amerikalılara ciddi rahatsızlık verdiğinize göre belki de Washington’a tamamen ikna amaçlı çağrıldınız, böyle olamaz mı?
Aynen… Amerikalılar o günlerde “Türkiye’de biz sizinle hayvancılık yapalım” moduna girdiler. “Mademki Türkiye’de üreteceksiniz, siz bize arazi gösterin. Biz de sizin arazilerde besi ve süt damızlığı üretelim” teklifiyle geldiler. Biz de “Tamam o zaman. Bizden ne istiyorsunuz” dedik. O vakit elimizde onların talep edeceği büyüklükte, toplu devlet arazileri mevcut değil. TİGEM’e (Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü) ait işletmelerde böyle bir imkân söz konusu. TİGEM de KİT statüsünde. Bu türden arazilerin verilmesi belli prosedürlere bağlı. TİGEM tohumluk ve damızlık konularında faaliyet gösteriyor. Hem et ve süt damızlığı yetiştirme, hem de hububat tohumluğu yetiştirme konusunda ihtisas sahibi bir kurum. TİGEM’in elinde 3 milyon dönümlük bir arazi söz konusu. O yıllarda bünyesinde 28 işletme mevcuttu.
ERMENİSTAN SINIRINDAN ARAZİ İSTEDİLER
Amerikalıların müracaatı ne şekilde oldu, biraz detaylandırmanız mümkün mü?
Amerika’dan RunAgra isimli bir şirket geldi bize. Dönemin Amerikan Büyükelçisi Mark Parris de arkalarında. Önce Tarım Bakanı’na geliyorlar. Bakan bey de bana yönlendiriyor. Bana geldiklerinde “Nereyi istiyorsunuz” diye sordum. Cevaben “TİGEM’in Iğdır’daki Kazım Karabekir işletmesini istiyoruz” dediler. Tam nokta atışı yani. “Peki, niçin orası” diye sordum. Çünkü oranın 64 bin dönüm toprağı var. Bunun da sadece 14 bin dönümü ekilebilir durumda. Mısır ekilebilir bir yer burası. Ekseriyetle ağır metallerden, kamışlıklardan oluşan bir alan. Geri kalanı da yaylalık, taşlık arazi…
Ağrı dağına yakın bir nokta olduğu için volkanik bir arazi olması lazım. Öyle değil mi?
Aynen öyle. Nitekim onlara makul bir teklif sundum. “Eğer gerçekten hayvancılık yapmak istiyorsanız size Muş’taki tesisi verelim. Orası dümdüz arazi. Mera alanı çok geniş. Her türlü hayvancılığa müsait bir konumda.” Aldığım cevaba bakar mısınız? “Hayır, biz Iğdır’ı, sınırdaki araziyi istiyoruz.” O zaman lafı hiç uzatmadan “Bakanlık olarak biz buna karar veremeyiz. Buna devlet karar verir. Çünkü burası İran-Ermenistan-Nahçıvan-Türkiye dörtgeninde bir mıntıka. Güvenlik açısından sıkıntılı bir yer. Bu nedenle Genelkurmayı, Milli İstihbarat Teşkilatı’nı ve İçişleri Bakanlığı’nı da görüşmelere dâhil ederiz. Ayrıca orada çalıştırdığınız bütün personelin güvenlik soruşturmalarını da biz yürütürüz. Aksi takdirde size oradan yer vermemiz mümkün olamaz” dedim. Bunun üzerine Amerikalılar nezdinde iyice hedefe kondum. “Bu bürokratın müzakerelerden uzaklaştırılması lazım” demeye başladılar.
ALTIN KAHVALTI DAVETİ
Bütün bunlar Türkiye’de yaşanıyor değil mi, Washington seyahatinden önce?
Evet, Türkiye’de. Washington’a gitmeden önce Amerikalılar beni hedef tahtasına koymuştu zaten. Nitekim RunAgra’nın temsilcisi beni Washinton’da buldu. Yaptığım sunumu izlemiş. Sunumu izledikten sonra bana gelip “Beni hatırladınız mı” dedi. “Elbette” şeklinde cevap verince, “Bu organizasyonun bir ayağı daha var. Golden Breakfast / Altın kahvaltı diyorlar. Benim davetlimsiniz. Oraya gidelim, hem sohbet eder hem de Türkiye’deki mevzuyu yeniden değerlendirmiş oluruz” şeklinde bir teklifte bulundu. “Bu bir iş görüşmesi talebi. Dolayısıyla sizin temin ettiğiniz bir davetiye ile orada bulunamam. Devletim benim oraya katılmamı uygun görseydi bana da bir davetiye tahsis edilirdi. Demek ki benim Tarım Bakanı Müsteşar Vekili sıfatıyla orada bulunmam uygun görülmemiş. Ayrıca bu görüşmenin olabilmesi için Dışişleri’nden ve Büyükelçilikten görüş almam gerekir” diyerek kendisine karşılık verdim.
O zamanki Washington Büyükelçimiz Baki İlkin Bey de hemen yakınımızdaydı. Yanına gidip “Sayın Büyükelçim, böyle bir durum var. Altın kahvaltı nedir” diye kendisine sordum. Büyükelçimiz “Çok büyük işadamlarının, nüfuzlu kimselerin birlikte sohbet ettikleri bir etkinlik. Burada konuşmacı olarak bulunanlar, sunum yapanlar olur. Oturulur, pek çok konu mütalaa edilir. Bir omlet vardır fakat fiyatı 1.000 dolardır” şeklinde cevap verdi. Bu cevabı alınca doğru RunAgra şirketinin temsilcisinin yanına döndüm ve “Görüldüğü kadarıyla bu etkinliğe benim katılmam bir anlam ifade etmiyor. Davetiniz için teşekkür ederim” deyip yanından ayrıldım. Sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı gelip bana kendi kontenjanlarından bir davetiye tahsisinde bulundu. Yalnız orada dinleyici konumunda olacaktım. Söz hakkım bulunmayacaktı.
Peki, neler yaşandı bu ‘Altın Kahvaltı’da?
Altın Kahvaltı’ya katıldık. Bize bir yer gösterdiler, oturduk. Baktım, benim masamda Üzeyir Garih de mevcut. Ben kendisini tanırım fakat onun beni tanıması elbette mümkün değil. Elinde sarı bir zarf tutuyor. Üzerine oklar çiziyor, birtakım notlar karalıyor. Meğer kendisi de orada sunum yapacakmış. Bunun hazırlığı içerisindeymiş. Üzeyir Bey tabii bu gibi toplantılara aşina. Gayet güzel de bir İngilizcesi var. Sonra toplantı başladı. Toplantıyı ABD Dışişleri eski bakanlarından James Baker’ın eşi Susan Baker idare ediyordu. Kısa bir açış konuşması yaptı. Sonra emekli bir ABD generalini konuşmacı olarak takdim etti.
YUGOSLAVYA GİBİ TÜRKİYE DE BÖLÜNECEKMİŞ
Adını hatırlıyor musunuz bu generalin?
Maalesef adını çıkaramadım. Keşke not alsaydım. Neyse, general çıktı ve bir şeyler anlatmaya başladı. Konu Balkanlar. Malum o vakitler Yugoslavya dağılmış ama sancılı süreç devam ediyor. Balkan coğrafyası ateş topu… Ortadoğu da her zamanki gibi kaynayan bir kazanı andırıyor. Balkanlar’dan başladı, Yugoslavya’nın bölünmesinden konuyu Bosna-Hersek’e getirdi. Derken “Türkiye’deki Kürt sorunu ile Bosna-Hersek arasında bir benzerlik mevcut. Yugoslavya nasıl bölündüyse Türkiye’de de Kürt sorunu federasyon noktasına gidecek” demez mi? Orada bizim heyetten bir dolu insan var. İşadamları, bürokratlar hatta üniformalarından anladığım kadarıyla deniz subayları mevcut. Erkut Yücaoğlu orada mesela, TÜSİAD İstişare Kurulu Başkanı. O da bir sunum yapmıştı. Mustafa Koç orada, Cüneyt Zapsu orada. Hiç kimseden bir ses yok.
SADECE GARİH TEPKİ GÖSTERDİ
Türkiye’nin bütün kalburüstü insanları neredeyse orada ve çıt çıkmıyor. Tuhaf değil mi bu?
Ses çıkmadı maalesef. Ben o sırada Üzeyir Garih’e dönüp “Beyefendi, bakar mısınız adam neler söylüyor?” diye tepkimi belirtince kendisinden “Evet, ben de çok rahatsız oldum” cevabını aldım. Kendimi tanıtıp orada söz hakkım bulunmadığını ifade ettim. “Elbette bunun cevabını vermek lazım. Fakat ben konunun uzmanı değilim. Ne demek gerekiyor?” diye bana sordu. Ben de kendisine “Bosna-Hersek ile Kürt sorunu arasında bir benzerlik yok. Ama ille de benzerlik aranacaksa Miloseviç ile Abdullah Öcalan arasında bir benzerlik mevcut. İkisi de kandan beslenen terörist. Bunu biz demiyoruz. Bütün çevrelerin kanaati bu yönde. Miloseviç’in Lahey’de yargılanması söz konusu” şeklinde karşılık verdim. Üzeyir Bey “Bu dediğinizi not alayım. General kürsüden indikten sonra ben bunu söylerim” dedi. Generalin konuşması biter bitmez Üzeyir Garih ayağa kalktı ve söz istedi. Aynen şunları söyledi:
“Ben Üzeyir Garih. Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı’yım. Aynı zamanda Yahudi kökenli bir Türk vatandaşıyım. 80 yıldır ticaret yapıyoruz. Çalışıyoruz, vergimizi ödüyoruz. Türkiye’de birinci sınıf bir hayat yaşıyoruz. Etnik kökenimizden dolayı herhangi bir sıkıntımız mevcut değil. Ayrıca generalin söz ettiği gibi Türkiye’nin bir Kürt sorunu yoktur. Türkiye’nin sadece bölgesel kalkınmamışlık diye bir sorunu var. Bir de terör sorunu mevcut. Bizim Türkiye’de Kürt cumhurbaşkanımız oldu. Kürt başbakanımız oldu. Kürt meclis başkanımız oldu. Kürt kuvvet komutanımız oldu. Kürt subaylarımız var. Kürt işadamlarımız var ve de çok zenginler. Meclisimizde Kürt milletvekillerimiz var. Dolayısıyla böyle bir sorunu ben kabul etmiyorum. Şayet general bir benzerlik arayacaksa, Türkiye ile Bosna-Hersek arasında bu anlamda bir benzerlik yok. Fakat bütün dünyanın savaş suçlusu olarak tanıdığı Miloseviç ile herkesin terörist olduğunda ittifak ettiği Abdullah Öcalan arasında benzerlik mevcut. Her ikisi de kandan besleniyor.”
RESTLEŞMELER BAŞLADI
Oradakiler nasıl tepki verdi bu sözlere?
Salon tam anlamıyla sessizliğe büründü. Çıt yok. Üzeyir Bey yerine oturur oturmaz ben ayağa kalkıp kendisini tebrik ettim. İlk kez böyle bir ortamla karşılaştığım için kıpkırmızı bir haldeyim. Üzeyir Bey ise gayet rahat bir vaziyette. Sonra baktım, general apar topar kalkmış, sarhoş gibi yalpalayarak kürsüye doğru yürüyor. Oturum başkanından söz isteme filan hak getire. Kürsüye gelince parmağını Üzeyir Bey’e doğrulttu, “Bu konuda gayet ısrarcıyım. Türkiye’nin Kürt sorunuyla Bosna-Hersek arasında benzerlik vardır” şeklinde küstah bir üslupta konuştu. Sonra yine sarhoş gibi yalpalayarak dönüp yerine oturdu. Bu küstahlığa Üzeyir Bey’in karşılığı net oldu. Yerinden doğruldu ve “Sayın başkan! Ben generale cevap vermek için konuşmadım. Buradaki saygıdeğer insanlar yanlış bilgilenmesin diye bir açıklama yaptım” dedi. Kahvaltı bitince bizim heyetten herkes gelip Üzeyir Bey’i tek tek tebrik etti.
İSHAK ALATON İLE MÜCADELELERİNDEN BAHSETTİ
Washington sonrası Üzeyir Garih ile tekrar bağlantı kurdunuz mu?
Ankara’ya dönünce kendisine bir mektup yazarak Amerika’da gösterdiği millî duruş nedeniyle çok duygulandığımı, kendisini takdir ettiğimi ifade ettim. Sonra bir telefon görüşmemiz oldu. Aradan zaman geçti. Bir toplantı için İstanbul’a gelince Üzeyir Bey’i aradım. İşyerinde kendisini ziyaret ettikten sonra beni alıp Piyer Loti tepesine götürdü. Oraya ilk gidişimdi. Birlikte kahve içtik. Bana iş hayatında yaşadıklarından, İshak Alaton ile mücadelelerinden bahsetti. Küçük Hüseyin Efendi’nin türbesinin bakımı ile meşgul olduğunu, her hafta oraya geldiğini söyledi. Sonra pek görüşemedik, sadece önemli günlerde hal hatır sormalar, bayramlaşmalar oldu. Daha sonra hafta sonu izne çıkan bir asker tarafından yok telefonunu istemiş, yok para istemiş de vermemiş kabilinden sudan sebeplerle bıçaklanıp öldürüldü. Üzeyir Garih, aidiyet duygusunun etnik milliyetçilikten çok daha önemli olduğu kanaatini bende uyandıran kişidir.
GARİH’İ ‘DERİN AMERİKA’ MI İNFAZ ETTİRDİ?
İşlenen cinayet ve ortaya konan sebepler kamuoyunu hiçbir zaman tatmin etmedi. Üzeyir Garih cinayeti hâlâ bir sır perdesinin altında. Washington’daki o konuşmayı ve Amerikalı generalin tavrını da göz önüne alırsak ortada olağan bir şüpheli var diyebilir miyiz?
Washington’da yaşananların cinayetle ilişkisi olabilir, olmayabilir de. Bardağa her olay bir damla su döker. Ancak bardak taşınca fatura genelde son damlaya çıkarılır. Şahsen aidiyet duygusuyla hareket etmesinin uluslararası çıkar çevrelerine ters düştüğü kanaatini taşıyorum. Şahsi kanaatim bu yönde.
‘BİZDEN BU ÜRÜNLERİ ALMAK ZORUNDASINIZ’ TEHDİDİ
Uluslararası çıkar çevreleri demişken, ABD’nin Türk tarım ve hayvancılığına ne gibi olumsuz tesirleri olduğunu sorsak size. Türkiye’de bu konuyu en iyi bilen isimlerden biri olarak ne dersiniz?
1999 yılındaki hadiseyi anlattım. Amerikan RunAgra şirketine o araziyi tahsis etmedik. Mecburen çıkıp gittiler. Hayvan ve süt tozu ithalatını durdurduk. O zaman 19 bin ton et ithalatı, 80 bin ton şeker ithalatı öngörüyorlardı. “Bu rakamları bütçeye koyduk. Bizden bu ürünleri almak zorundasınız” şeklinde dayatma yapmaya kalktılar. Baskılara direndik, kabul etmedik. Daha sonra ben 5 ay daha Tarım Bakan Bakanlığı’nda çalıştıktan sonra Yüksek Denetleme’deki görevime tekrar geri döndüm. Ben bakanlıktan ayrıldıktan sonra Amerika’dan 19 bin ton et alındı ve Silahlı Kuvvetlere verildi. 80 bin ton şeker de maalesef ithal edildi.
Amerika’nın bize verdiği zararın haddi hesabı yok. Dünya Bankası aracılığıyla doğrudan gelire destek uygulaması başlattılar. Bu ne anlama geliyor: “Siz üretmeyin. Geçen sene hangi miktarda üretim yaptıysanız aynı miktarda size destek verelim.” Türkiye’de tarımı bitirmek, caydırmak amaçlı bir uygulama bu. “Biz size verelim” de, ne veriyorsun? Borç veriyorsun. 1999 yılından sonra bu uygulama aldı başını gitti. Bir de olayın şöyle bir yönü daha var. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan kadastro geçmediği için arazinin sahibi ve miktarı belli değil. Oraya ödenen doğrudan gelire desteğine bakıyorsun olması gerekenin iki-üç katı. Peki, kime gidiyor para? Belli ki bölücü örgüte gidiyor, bize mermi olarak geri dönüyor. Bunun derhal kaldırılması lazım.
İTHAL EDİLEN 275 BİN HAYVAN TELEF OLDU
Ben bununla ilgili bir yazı kaleme almıştım. Bakanlık müsteşarı Vedat Bey beni aradı. “Sayın müsteşarım! Bu konuları internete yazacağınıza gelin bize bildirin” şeklinde bir ifadesi oldu. Ben de kamuoyunun bunları bilmesi gerektiğini kendisine söyledim. Onun üzerine 2004 veya 2005 yılıydı, doğrudan gelire destek uygulaması kaldırıldı. Yerine alan bazlı destek uygulaması getirildi. Dünya Bankası desteği gitti, doğrudan hazine desteği geldi.
Dünya Bankası’nın uygulaması, tamamen bizi ithalata yönlendiren bir uygulamaydı. Hadi bizi ithalata yönlendiriyorsun, bari orada doğru düzgün iş yap, öyle değil mi? Bakın, 90’lı yıllarda 275 bin hayvan ithal edildi. Fizyolojik bozukluklar nedeniyle ikinci sene bu hayvanlar telef oldu gitti. Hiçbirinden damızlık olarak istifade edilemedi. Daha sonraki yıllarda ise kasaplık hayvanlar damızlık olarak bize satıldı. Tohumlaması yok, kulak numarası yok, o şekilde gönderildi. Türkiye’yi muz cumhuriyeti yerine koydular.
HERKESİ KISIRLAŞTIRDILAR
Sizin görev yaptığınız yıllar belki de yerli tarımın son yılları. Daha sonra yabancı tohumlar ve GDO’lu ürünler ortalığı kasıp kavuruyor. Bu konuda neler yapıldı, neler yapılmalıydı?
Genleriyle oynanan ürünler gündeme geldiğinde ben bakanlıkta şube müdürüydüm. Yıl 1988. Bir alt komisyon toplantısına katıldım. Hollanda ile teknik işbirliği toplantısı. Hollandalılar Bursa’dan toprak kiralamak istiyordu. Burada tohum üretip satacaklarını söylediler. Sertifika numaralarını bize vermek durumunda olduklarını, ayrıca bu ürünleri bize fahiş fiyatla satamayacaklarını kendilerine ilettim. 18 maddelik bir metin düzenlemişlerdi. “Bu da benim 19. maddem olacak” dedim. Ertesi gün belli çevrelere baskı yapıp beni teknik işbirliği toplantısından çektirdiler. Sonra ben Müsteşar Yardımcısı olunca genleriyle oynanmış tohumlar konusunda epey bir mesafe aldık. GDO işini özellikle mısırda, ayçiçeğinde ve yağlı tohumlarda yaptılar.
GDO nasıl bir şey, mesela mısırda koçan kurdu oluyor. Öyle bir gen nakledelim ki mısırda koçan kurdu olmasın deniyor. Bunun zehiri nerede? Toprakta, mısırın dibinde yaşayan bir bakteride. Bu bakteriden gen alıp mısıra naklediyorlar. Böylece koçan kurduna karşı zehir üretmesini sağlıyorlar. Koçan kurdu zehri algılıyor ve içgüdüsüyle mısıra bir daha gelmiyor. Bizden akıllı yani. Böceklerin, kurtların uğradığı sebzeyi, meyveyi tereddütsüz yemek lazım. Çünkü zehir taşımıyor. Böcek yiyorsa temizdir, zehirsizdir. Domateslere ve diğer sebzelere bir bakın, çürümek bilmiyor. Ne sinek uğruyor, ne börtü böcek. Bildiğin plastik yani. GDO’lu ürünleri yiyenler antibiyotik tedavisine cevap vermiyor. Demek ki bir mutasyon söz konusu, bir sapma var. O zaman yeni model ilaçlar devreye giriyor. Bunu yapan kim? Çok uluslu 6 tane Yahudi şirketi. Peki, nasıl başladılar bu işe? Filistinli erkekleri kısırlaştırmak için.
TARİHİN GÖRDÜĞÜ EN BÜYÜK SOYKIRIM
Azerbaycanlı bir profesör var, bana dedi ki: “Sizin ülkenizde çalıştım. Eskiden gençler aile planlama merkezine gelirlerdi. ‘Ya hocam, ceketimizi atsak çocuk oluyor’ diye söylenip dururlardı. Şimdiyse bakın, adım başı tüp bebek merkezi var. Bunun nedenini hiç merak etmiyor musunuz? Genleriyle oynanmış gıdalar kromozom sayısını teke indiren gıdalardır. Yani hem kendileri kısırdır, hem de yiyen kişide kısırlığa yol açarlar.”
Sonra şöyle bir örnek verdi. At ile eşek. Atın kromozomu 64, eşeğinki 62. İkisi birleşince meydana katır gelir. Katırın kromozom sayısı kaç? 63, yani tek sayı. İşte bu yüzden katırın çocuğu olmaz.
İsrailli tohum firmaları kısır tohumlar üretmek suretiyle sizi kendilerine bağlıyor. Sürekli onlardan tohum almak zorunda kalıyorsunuz. İşin en acı yönüyse, kendi paranızla kendinizi kısırlaştırmış oluyorsunuz.
Profesörün en önemli cümlesini sona sakladım. Bakın, noktayı nasıl koyuyor:
“GDO işi uzun vadede bir soykırımdır. İsrailli şirketler gıda marifetiyle bütün insanlığa kast ediyor, küresel ölçekte bir soykırım yapıyor!”