Sakarya İslamcıları: İslami devrim heyecanımız vardı

Dünyada soğuk savaş döneminin en sıcak yılları yaşanırken, Türkiye’de de siyasal kamplaşma artmış, üniversitelerde öğrenciler eğitim hayatını bırakıp, birbirinin boğazına sarılmıştı. Kaos ortamında İslamcı gençlerin sözünün geçtiği birkaç şehirdeki üniversitede, nispeten sakin bir ortam vardı. Erzurum ve Sakarya bu illerden ikisiydi. Sakarya’da 1970’lerin ikinci yarısına doğru yeşeren İslami hareket, varlığını hala devam ettiren bir damar ortaya çıkardı. Prof. Nevzat Kor, Prof. Mehmet Rahmi Bilge, Esat Coşan, Cevat Akşit gibi değerli isimler tarafından temeli atılan Sakarya Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi, İslami hassasiyetlere sahip gençler için sadece bir üniversite değil aynı zamanda bir mektep olmuştu. 80 öncesi üniversitede söz hakkını ele alarak sağ- sol çatışmalarına izin vermeyen İslamcı gençler, 12 Eylül’ün sonrası ise İslami bilgileri edinebilecekleri kaynakları, özellikle tercüme eserleri büyük bir açlıkla okuyorlardı. İslam’ın hayatın dışında değil, tam aksine bir yaşam biçimi olduğunu gördükçe heyecanlanıyor, İslami bir devrim gerçekleştirmeyi istiyorlardı.  Sakarya’daki o samimi günleri şahitleriyle konuştuk. 1980 öncesi kuşağı Ali Bakaner, Rıza Güneri ve Ekrem Özkan’dan dinledik. 80 sonrası kuşağı ise Abdülkadir Dinç, Mehmet Koca, Mustafa Kara ve Fatih Kaya ile konuştuk.

Rıza Güneri:

Sakarya bize okul oldu

1978 yılında lise yıllarımda gidip geldiği MTTB’nin yönlendirmesi ile Sakarya Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ne girdim. Akademinin kuruluşu ülkesini, milletini seven ve kaliteli eğitimi hedefleyen bazı değerli hocalarımız tarafından gerçekleştirilmişti. Bu büyük bir şanstı çünkü öğretim üyeleri okuldaki eğitimi her şeyden daha çok önemsiyorlardı. Prof. Nevzat Kor, Prof. Mehmet Rahmi Bilge, Esat Coşan, Cevat Akşit gibi hocalarımızla sıkı diyaloğumuz vardı. Onlar seçme bir asistan kadrosu oluşturmuştu; Sami Şener, eski cumhurbaşkanlarımızdan Abdullah Gül okulda hocaydı. Fakülteye gittiğimde Türkiye’nin mevcut yelpazesi ile karşılaştım. O dönemlerde okullarda hakimiyet kurmak ve okuldaki gençliği kendi safına çekme mücadelesi vardı. Biz de kendimizi bir mücadelenin içinde bulduk. Fakat bizim farkımız abilerimizin fakültede hakimiyet kurmayı herhangi bir baskı oluşturmak, fikirlerini empoze etmek maksadıyla değil, eğitimin sağlıklı ve kesintisiz sürmesini sağlayabilmek için istemesiydi. Sayısal üstünlükten ziyade kaba kuvvetin geçerli olduğu bir dönemdi. Abilerimiz diğer grupların liderleriyle görüşerek, “Biz eğitim için geldik. Herhangi bir hakimiyet kavga istemiyoruz” deseler de sol gruplar buna karşı çıktı. Ciddi bir kavga çıktı. O kavganın galibi sayılan İslamcılar okulun hakimiyetinde söz sahibi oldu ve ortamda kavga niyeti kalmadı. 12 Eylül’e kadar son derece sakin ve güzel bir eğitim dönemi geçirdik.

12 Eylül geldiğinde maalesef uydurulmuş suçlamalar ve delillerle hapis cezaları verildi. Çünkü Evren Paşa’nın grupları dengeleyerek ceza vermek gibi bir felsefesi vardı. Sakarya İslamcıların hakimiyeti ile bilindiği için Sakarya’dan birilerinin ceza alması gerekiyordu. Ben de hapse alındım. Dernekler kanuna muhalefet gibi basit konulardan ceza vermeye kalktılar ama hep takipsizlikle sonuçlandı. Birkaç arkadaşımıza ise gerçekten uydurma delillerle ağır cezalar verdiler. 18 yaşından küçük arkadaşlarımıza dahi acımasızca cezalar verildi.

12 Eylül sonrası ise birkaç aylık bir durgunluk dönemi oldu. Fakat hemen akabinde organize olduk. Kendi içimizde ciddi kültürel çalışmalar yapma fırsatı bulduk. Sakarya’nın İstanbul’a yakın olması nedeniyle gruplar halinde oradaki kültürel faaliyetlere de katılabiliyorduk. O dönemi çok önemsiyorum. Daha sonra ben de 81-82 yıllarında Sakarya grubunun başkanlığını yaptım. İnsan yetiştirmek temel düşüncemizdi. Çok verimli bir dönem geçirdik. Konferanslar, seminerler, ev sohbetleri… Cevat Akşit hocamızın haftada 2 gün fıkıh ve hadis dersleri olurdu. Adeta bir okuldu. 2 sene sürdü. Esat Coşan hem okula derse gelirdi, hem çeşitli sohbetleri olurdu. Sakarya’da iyi bir gençlik yetişti. Sakarya mezunu arkadaşlarımız etkili yerlere geldiler. Bense 1983 yılının başında Sakarya’dan ayrıldım.

Ekrem Özkan:

Masum Anadolu’nun saf çocuklarıydık

Sakarya Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi inşaat mühendisliği bölümüne 1978 yılında girdim, 1982 yılı eylül döneminde mezun oldum. Sakarya o yıllarda öğrenci olaylarının pek az görüldüğü yerlerden biriydi, ama her yerde olduğu gibi bizim okul da bu olaylardan nasibine düşeni yaşadı tabii ki. 78 kuşağı deniyordu bizim dönemin üniversite gençliğine ve bu dönemde öğrenci olup da olayların dışında kalan çok az kimse vardır.

Dünya ve ülkemizin durumu bugünkünden çok farklıydı. Soğuk savaş dönemi en sıcak yıllarını yaşıyordu ve iki kutuplu bir siyasi ortam vardı. Bazıları bunu 3. Dünya savaşı olarak tanımlıyordu. Bu savaş ülkelerin üniversite çağındaki gençleri üzerinden de yürütülüyordu. Hem eğitim hayatını sarsıyor hem de ülkeyi kaosa sürüklüyordu. Bizler aslında ne sağcı ne de solcuyduk, üstadın tabiriyle “masum Anadolu’nun saf çocuklarıydık” ve bir şekilde bu kaos ortamından nasibimizi alıyorduk.

Bizim akademimiz (SDMMA) İslami hassasiyeti olan yönetim ve öğrencilerin etkin olduğu bir okuldu. O dönemde mevcut üniversiteler parsellenmiş kimi sağcıların kimi solcuların etki alanındaydı. Okul tercihleri buna göre yapılıyordu, bizler de tercihlerimizi bu durumu dikkate alarak yaptık.

Bizler çatışma ve kavgaların tarafı olmamakla birlikte yine de siyasi mücadelenin içinde olmaktan kurtulma şansımız yoktu. Zira ülke sanki karpuz gibi ikiye bölünmüştü, siyaseten sağcı ve solcu. Kim kazandı kim kaybetti belli değil ama ülkendin kaybettiği kesin.

Öyle bir kaos ortamı üretildi ki en sonunda emperyalist güçler ülkede orduya darbe yaptırdılar, onlar da bir sağdan bir soldan astılar. Binlerce insan işkence altında öldü ya da hayatları karardı.

İşte bizim kuşağımız, inancımızı kaybetmeden, bu şartlar altında eğitim gördü. Bizim arkadaş çevremizden de hayatları ve eğitimleri zarar görenler oldu. Bütün bunlar bize bir ruh kazandırdı. Bizler “Sakarya Ruhu” adını koymuştuk. Eminim o ruh hala zindeliğini muhafaza ediyor. Arkadaşlarımızın bir kısmı sanayici, bir kısmı tüccar, siyasetçi, bürokrat, akademisyen olarak ülkemize hizmet etmeye devam etmekte. Gelecek nesillere iyi bir ülke bırakma gayreti içerisinde olmaya çalışmaktayız.

Ali Bakaner:

Bu kuşaktan istifade edilmeli

1973-74 öğretim yılında Sakarya Devlet Mühendislik Akademisi’ni kazanarak Sakarya’ya gittiğimde sol görüşlü öğrencilerin boykot var diyerek bizi okula almamalarıyla karşılaştık. Sakarya öteden beri muhafazakar kimliğiyle bilinen, sol düşünceye prim vermeyen bir şehrimizdi. Milliyetçi düşünceye sahip ülkücüler ve MTTB mensubu gençler ve Sakarya’nın muhafazakar insanları bir olup boykotu kırdık. Çünkü o zamanlar daha zor olan üniversite sınavını kazanıp, okuyarak vatana millete hayırlı olmak için gelmiştik. 17-18 yaşlarında Anadolu’nun yağız delikanlıları olarak kaçınılmaz bir kavganın içinde bulduk kendimizi. Merkez camii olarak bilinen Orhan Camii’nde namaz çıkışı inançlı gençlerle tanıştım. Okul içerisinde de bir elin parmakları kadar diyebileceğim arkadaşlarla MTTB’ye gidip gelmeye başladım. Üstad Necip Fazıl Kısakürek kitaplarını okuyor, okulumuzdaki arkadaşlara bize ve kendilerine hayat verecek şeyi anlatmaya çalışıyorduk. Zamanla güçlenmemiz hem solcuların hem de milliyetçilerin dikkatini çekmeye başladı. Rahatsızlıklarını tartışma ve kavgalarla gösteriyorlardı. Biz ise ta o zamanlardan bataklıktaki sivrisineklerle uğraşmaktansa bataklığın kurutulması gerektiğine inanıyor, emperyal güçlerin insanlarımızı sağ sol gibi kamplara ayırıp, birbirlerine vurdurmasına karşı çıkıyor ve kendimizi olabildiğince bu kavgaların dışında tutmaya çalışıyorduk.

Şehid Hasan el Benna, Mevdudi, Seyid Kutub, Nuri Pakdil, Cemil Meriç, Sezai Karakoç ve benzeri yazarların eserleriyle İslamcı kimliğimiz bilgiye de dayanıyordu. Bir Müslümanın hangi şartlar altında olursa olsun en önemli vazifelerinden birinin davetçi kimliği olduğuna inandığımız için etrafımızdaki insanlara İslami hakikatleri anlatıyor ve onların katılımıyla halkamız gittikçe genişliyordu. O zamanlar Sakarya’da yurt yoktu. Okula yakın mahallede dar küçük evlerde kalıyor, mahalle camisine namaz için gidip gelmelerimizde halkla kucaklaşıyorduk. Mühendis olacak, ileride ülkenin önemli noktalarına geleceğine inandıkları gençlerin camii ile iç içe olması, Sakarya halkını etkiliyor, yüreklerini, evlerini ve sofralarını bize açıyorlardı. Sol düşünceye sahip olduğunu bildiğimiz gençlerle de kurduğumuz samimiyet aramıza katılmalarına sebep oluyordu. Öğrencilerin ve öğretim üyelerinin de sık sık gidip geldiği, şehrin merkezindeki İhvan Kitabevi entelektüel bir ortam oluşturuyordu. İstanbul’daki İskenderpaşa Camii de hafta sonları sohbete katıldığımız Mehmet Zahid Kotku hazretlerinin ilminden feyz aldığımız ruh eğitim merkezi idi. İhvan Kitabevi’nin kurucusu Sebahattin Şimşek çok güzel bir insandı. O zamanlar meşhur olan rahmetli Hasan Nail Canat’ın da rol aldığı “Muhtar Kafası” isimli tiyatro oyunuyla ülkeyi şehir şehir gezerek güzel mesajlar veriyordu. Rahmetli Mehmet Selahattin Şimşek, Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okurdu. Erzurumlu MTTB’li gençlerden bize taze bilgi aktarır, bizden de oralara bilgiler götürür ve haberleşmelerini sağlardı. Yıldız Üniversitesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi ve Malatya İnönü Üniversitesi adeta kardeş okulumuz gibiydi. MTTB’li gençlerin kemiyet ve keyfiyet olarak yoğun olduğu üniversitelerdi bunlar. Solculara idol olarak 68 kuşağını görürler, ben de acizane ‘kendimi dışlayarak’ diyorum ki, şimdiki gençlerin bizim kuşağımızdan öğrenecekleri çok bilgi ve tecrübe var. Bu kuşağın insanları şu anda ülkemizin siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel noktalarında söz sahibidirler. Bunlardan ahirete intikal etmeden istifade edilmelidir.

ÖNCE EFSANELERLE KARŞILAŞTIK

Sakarya’ya gelişiniz nasıl oldu?

Abdulkadir Dinç: 80 öncesinin kavga gürültülü ortamında, Üsküdar Bağlarbaşı’nda Cumhuriyet Lisesi’nden mezun oldum. Gerek ülke bazında gerekse mücavir ülkelerde kaosun olduğu dönemdi. Siyasallaşan atmosferde İhvan hareketinin bölgesel hareketliliği, tercüme kitaplar, bizim için adeta bir mektep olan Beyaz Saray’daki Tuna ve  Pınar yayınlarında yapılan sohbetler, tartışmalar bizim için bir ufuk oluşturuyordu. Böyle bir ortamda yetişmem Sakarya’yı tercih edişimde etkili oldu. 1981 yılında Sakarya’da üniversiteye başladım. Nitekim Rıza Güneri ve bir kaç ismin de Sakarya’yı tercih etmem yönünde tavsiyeleri olmuştu.

Mehmet Koca: Ben Sakarya’ya 1982 yılında geldim. Bolvadin İmam Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra İzmir’i tercih etmiştim. Fakat bir Ramazan günü sınava girmek için İzmir’e gittiğimde, kimsenin oruç tutmadığını, çevrede neredeyse hiç başörtülü olmadığını gördüğümde, “Bu insanların düşünceleri bizimkinden farklı” diyerek İzmir tercihlerini sildim ve Sakarya’yı hemen orada yazdım. Sakarya DMMA diye tercih yaptım ama sonuç kağıdı İTÜ diye geldi. Çünkü okul İTÜ’ye bağlanmıştı. İlk YÖK talebeleri biz olduk.

Fatih Kaya: Kayseriliyim. Sakarya’yı tercih ederken sadece mühendislik istediğim için tercih etmiştim. Puanım Sakarya’yı tutuyordu. Başka bir sebebi yoktu. 1985 yılında fakülteye girdim. Sol tandanslı bir aileden geliyorum fakat orada abilerimizle tanışıp aynı evde kalmaya başlamamam hayatımın akışını değiştirdi.

Mustafa Kara: Ben de hep mühendislik tercih etmiştim. Sakarya yazmamın sebebi de Ahmet abimdi. Bir öğrencisi Ada Kitabevi çevresindeydi. Bu kitabevi çevresinde tanıştık Fatih’le biz sınıf arkadaşıyız.

Sakarya’ya geldiğinizde nasıl bir ortamla karşılaştınız?

Abdülkadir Dinç:

Ben geldiğimde üniversite İTÜ’ye bağlanmıştı. İstanbul’dan ciddi hocalar geliyordu. Sırf onun için hızlı tren organizasyonu bile yapılmıştı. İhtilal üstünden 1 yıl geçmişti. 12 Eylül duvar yazılarına kadar müdahale etmişti; ‘Tek yol İslam’dan, ‘Tek yol devrim’e kadar tüm duvar yazılarının üstü boyanmıştı. Bir müddet, 80 öncesi hareketliliği, hem İslamcı gençliğin hem de halkın nasıl ses getirecek düzeyde hareketli ve güçlü olduğunu dinledik. “Şurası MTTB binasıydı, şu tabela kurşunlanmıştı, şurada Solcularla kavga ettik” gibi sözlerle anılarını anlatıyordu arkadaşlar. 10 yılın üstünde mahkumiyet almış olan Ali Bakaner gibi efsaneleşmiş isimleri de duyuyorduk. Hatta o tarihte 2-3 arkadaşla, Gaziantep’e kadar gidip ziyaret etmiştik. O dönemde Türkiye’de hemen hemen her ilde faaliyetler kitabevleri üzerinden yürütülüyordu. Sakarya’da da bu işlevi Ada Kitabevi üstlenmişti.

Mehmet Koca:

12 Eylül öncesi İslami gelenekle ilintili insanların Sakarya ve Erzurum’u tercih etme eğilimi vardı. Akademide Sabahattin Zaim, Nevzat Kor gibi hocalarımız, Abdullah Gül dahil bir asistan grubu İslami hassasiyetlere sahip insanlar olarak örgütlenmişler. Öyle ki başka üniversitelerde İslami hassasiyetlere sahip hocalar tek tük iken burada bir fraksiyon oluşmuş. Buradaki İslami yapı nedeniyle bütün cemaatlerin, fraksiyonların bir örgütlenmesi söz konusuydu. 12 Eylül sonrası özellikle Sakarya’ya müdahele ederek bu mekanizmaları dağıttılar. YÖK ideolojik yapılanmalara müsaade etmediği için o dönem bizim Sev-Genç dediğimiz gençler vardı. Fakülte yöneticileri olarak darbe rejiminin seçtiği insanlar geldi. İslami camiadaki hareketleri kısıtlamaya yönelik çabaları vardı fakat buna rağmen oluşan damar diri olarak durdu. İran İslam devrimi ve bütün dünyadaki İslami hareketlerin hareketli olduğu bir dönemdi bu. Bu mücadele zemininde siyasal İslam’ın beslendiği hareketler, bazı İrancı mekanizmalar, Malatya grubu gibi gruplardan bağımsız, ana damardan farklı bir arkadaş grubu ortaya çıktı. Geleneksel mekanizmalara karşı farklı düşünme ve davranma yetisi olan insanlar, emir komuta zincirine girmeyenler Ada Kitabevi’ni kurdu. Kendisini MSP’nin devamı olarak görmeyen, klasik tarikat anlayışlarına da karşı duran, İhvan Hareketinden çevrilen kitaplardan etkilenen, Siyasal İslam’ın dünyaya hakim olmasını isteyen, Türkiye’ye yeni bir tasavvur getirmek isteyen bağımsız bir gruptu bu.

Fatih Kaya: Yani bir abileri bir ocakları olmayan bir grup. Liderleri olmayan, bağımsız, özgür. Bildik manada bir hocası olmayan ama bir sürü hocaları olan bir grup. Abilerine çok değer veren fakat abicilik geleneğine uymayan bir grup.

KİTAPLAR ÇIKAR ÇIKMAZ ALIRDIK

Kaç yılında kuruldu Ada Kitabevi?

Abdülkadir Dinç: 1982 yılında kuruldu. Okulumuzun bir Mühendislik Fakültesi’nden daha öte bir mektep havası vardı. Ada Kitabevi çevresindeki bizim grubumuzun, en belirgin özelliği İhvan’dan etkilenmemizdi. Milli Selamet Partisi tecrübesinin getirdiği tecrübeyle, parti ile mesafe kat edilemeyeceği, demokrasi ile İslam’ın uzlaşamayacağı, tasavvufa belli bir mesafesi ve eleştirisi olan bir gruptuk. Kitabevi sayesinde halkla da iletişime geçiyorduk. Çok güzel dostluklarımız oldu, hala da devam ediyor. Oto lastiği fabrikasında çalışan bir arkadaşla tanıştık örneğin. Fi Zilal-il Kur’an üzerinden Kur’an okumalarımız oluyordu. Okudukça çarpılmışa dönüyordu. “Bu kitabı fabrikadaki bütün arkadaşlarımın okuması lazım” diyerek herkese anlatıyordu. Aşağı yukarı yüzün üzerinde abone yaptı.

İslam’ı anlama çabalarımızda yerel telif anlamında hiçbir eser yoktu. 86’nın ortalarında yeni yeni telif eserler çıkmaya başladı. Yeni çıkan telif eserlerin takibi o kadar kolaydı ki, bir kitap çıkıyordu, onu hemen okuyorduk. Sonra diğerini getirtiyorduk. 80 öncesine göre insanların durulduğu, durmakla düşünmek arasındaki ilişkinin açığa çıktığı bir dönemdi. Durdukça düşünen, düşündükçe tefekkür eden, araştıran, sorgulayan bir gençlik için iyi bir fırsattı. Bugün kütüphanelerdeki eserlerin bir çoğu 80 sonrası telif edilen çalışmalar.

Sakarya’da yurt var mıydı? Nerede kalıyordunuz?

Mehmet Koca:

Ben 1982 yılında Sakarya’ya geldiğimde, biraz altyapım vardı. Kişisel olarak da güncel şeyleri takip ediyordum. Her gün Milli Gazete’yi okurdum. Hangi cemaat nedir, ne değildir, kodları bilirdim. Sakarya’ya bir hemşerimin vasıtasıyla belli bir adrese gittiğim için, önce etrafı sağlıklı bir gözleme imkanım oldu.  Genelde kayıt sırasında bir cemaatin evinde kalma durumu doğar. Sakarya’da ne devlet, ne özel, hiçbir yurt yoktu. Devletin özel olarak müdahale ettiği alanlardan biri de buydu. İlim Yayma dahil hiç bir yurda müsaade etmediler. Öğrenciler evlerde kalırlardı. İskenderpaşa Cemaati yoğun şekilde örgütlüydü. Nurcuların her fraksiyonu da vardı. Abdülkadir Beylerin de kendi aralarında bir arkadaş grubu vardı. Öğrenciler 5-6 kişilik evlerde kalıyordu, bazen bu sayı 10’a kadar çıkıyordu.

SABAHLARI KRAVAT KONTROLÜ OLURDU

Gençler aynı fikirlere sahip arkadaşlarıyla nerelerde tanışıyordu?

Mehmet Koca:

Kayıt sırasında tanışıyorsunuz. Okulda mescit yok, okul yanındaki camiye gidiyorsunuz orada tanışıyorsunuz. Sakal bırakmak yasaktı, kravat takmak mecburiydi. Sabah kapıda bir polis vardı. Şerif Taytıs derdik. Hepimizi isim isim tanır, kravat kontrolü yapardı. Bizim de kişisel olarak bir arayış içinde olduğumuz, İslami hassasiyetlere önem verdiğimiz, klasik mekanizmalara uzak duruşumuz bizim gibi düşünen arkadaşların dikkatini çekiyor, tanışma fırsatı oluyordu. Ben bir arkadaşımla evde kalıyordum. Önce Abdülkadir Beyin arkadaş gruplarıyla tanıştım. Zaman zaman evlerine sohbet yapıyorduk. Daha sonra beraber olalım düşüncesiyle evlerimizi birleştirdik. Birleştirirken de Ada Kitabevi’ni kuran arkadaşlarla birlikte, “şu kitapları okuyacağız, bu dersleri yapacağız” şeklinde bir program yapmaya karar verdik.

Kaç tane ev vardı?

Mustafa Kara:

Biz geldiğimizde artık evler oturmuştu. 10 eve kadar yükseldiği oluyordu. Aykırı tipler bir aradaydı. Belirlediğimiz program bizi motive ediyordu. Evleri de bir cazibe merkezi haline getiriyordu. Hiç bir menfaat birliğimiz yok, hiç bir burs desteğimiz yok. Hepimiz ailemizden gelen paralarla geçiniyorduk.  Ben Ada Kitabevi’ne gelip Mehmet Abiyle onlarla kalmaya karar vermiştim. Evler 6’şar kişiydi. Artık daha kurumsal yapıya dönüşmüştü. Her eve 1. sınıftan 2 ya da 3 kişi alınıyordu. Diğerleri üst sınıflar oluyordu. Evde bir abi olursa genel işleyişi düzenliyordu. Yemekler sırayla yapılıyordu. O gün yapana nöbetçi diyorduk. Bize yemek yapmasını öğretiyorlardı. Akşam namazından sonra bir okuma istişare programı oluyordu. Kitaplarımızı sınıf arkadaşlarımızla paylaşıyorduk. İslami camiada çıkan bir kitabı mutlaka edinmek isterdik. Ben İstanbul’a hafta sonu gidip geldiğim için benden kitap isterlerdi. Kitabevine de gelirdi tabi kitaplar ama sıcak sıcak edinmek isterlerdi arkadaşlar. İhvan Hareketi’nin kitaplarını okurduk. Fi Zılalil Kuran, Yoldaki İşaretler, Mevdudi, Hasan El Benna, Ali Şeriati, Said Havva, Ramazan el Buti, Gannuşi.

Fatih Kaya:

Devletin verdiği bursun bizim için anlamı “onunla kaç tane kitap alınabilir”di. Beklerdik ki 3 ayda verilen o para yatsın ve onunla kitap alabilelim.

DİN İLK BİZE GELİYORMUŞ GİBİ HEYECANLIYDIK

Peki roman, edebi kitaplar?

Mustafa Kara:

Biz 1985 yılında bu çalışmaları yaparken, bu kitapları okursak İslami bir devrim yapacağımıza inanıyorduk. Bu yüzden dünya klasiklerini okumak, roman okumak, müzik dinlemek bir dünyevileşmeydi bizim için. Boş şeylerdi. “Edebiyatı ne yapacaksınız”, “Derslerinizde başarılı olmanın anlamı yok” derdik. Ders çalışan arkadaşlarımıza inek diye takılırdık. İngilizce bilen arkadaşlarımıza “Ne yapacaksın İngilizceyi” derdik. 1990’a yılına kadar her an ülkede İslami devrim yapacağız inancı içindeydik. 1986’dan sonra devletle çatışmaya başladık. Çünkü artık okullara başörtülü öğrenciler gelmeye başlamıştı. İstanbul Üniversitesinde başörtüsü baskıları başlamıştı. Sonra Cuma eylemleri başladı Beyazıt’ta. Ben zaten Cuma günleri İstanbul’a geliyordum. Eylemlere de gidiyordum. Daha sonra organize olup hep birlikte gelmeye başladık.

Sol gruplar ne durumdaydı? Onlarla hiç ilişkiniz olmuyor muydu?

Mehmet Koca:

12 Eylül sonrası olduğu için aşırı fraksiyonların aktif olma zemini yoktu. Zaten Solcular 12 Eylül öncesinde de Sakarya’da aktif değildi. Onların mücadele zemini dövme ve dövülme üzerine bir kurguya sahip olduğu için, 12 Eylül’de de Solcu ve Sağcıların ileri gelenleri içeri alındığı için fiili kavga bitmişti. Biz öğrendiklerimizle dini yeni keşfediyormuş gibi hissediyorduk. Ali Şeriati okuyoruz, İran İslam Cumhuriyeti’nin etkisi var. Tek adam, tek düşünce yok; yanımdaki arkadaş İrancı da olabiliyor, sofi de olabiliyor. Farklılıkları barındıran bir grup olmanın getirdiği bir heyecan ve onun getirdiği bir bereket, onun getirdiği bir meşguliyet vardı. Başkalarıyla uğraşma zeminimiz yoktu.

Kitabevi öyle merkezimizdeydi ki dersleri ihmal ettirme noktasına geldi. Derse çalışan arkadaşlarımız kınanır hale geldi. İslam’ı öğrenmemiz, yeryüzünde fitne ortadan kalkıncaya kadar donanmamız lazım diye düşünüyorduk. Ana babamızın okulu bitirin gibi dayatmalarını sekülerliğin getirdiği şeyler diye düşünüyorduk. Sanki din yeniden geliyor, biz bunun ilk muhataplarıyız, dünyayı biz dönüştüreceğiz gibi hissediyorduk. Fakat kesinlikle herkesin çok samimi olduğu bir dönemdi. Herşeyi el yordamıyla, kendi çabamızla bulduk.

* * *

Başörtüsü eylemi yaptık diye 4 ay cezaevinde kaldık

1986 sonrası sistemle çatışmaya başladık dediniz. Sebebi neydi?

Mustafa Kara: Üniversitelere başörtülü öğrenciler gelmeye başlamıştı. Mühendislik bölümü olduğu için kız öğrenciler pek tercih etmiyordu. 86’dan önce başörtülü arkadaşımız sadece 1 taneydi. Az olduğu için baskı da yoktu. Sayı artınca, 85- 86’dan sonra yasaklar geldi. İmam Hatip’li arkadaşlarımız siyasal, hukuk gibi bölümlere daha çok girmeye başlamışlardı. İstanbul Üniversitesi’ndeki solcu hocalar öğrencileri kaldırıp “Sen hangi imam hatip mezunusun” diye sorup, aşağılamaya başladılar. Baskılar da ondan sonra gelmeye başladı.

Sakarya’da başörtüsü için eylem yaptınız mı?

Fatih Kaya:

1989 yılında, 4. Sınıftaydık. Sakarya’daki ilk başörtüsü eylemini yaptık. Öğretim üyeleri, asistanlar yasağı uygulamak istemiyor fakat YÖK sürekli baskı yapıyordu. Dekan çok sıkıntıdaydı. 1989 yılının başlarında Turgut Özal kılık kıyafetin serbest bırakılmasıyla ilgili bir genelge yayınladı. Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren birincisinde reddetti ama 2. defa geldiğinde imzalamak zorundaydı. Fakat imzalar imzalamaz Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etti. Anayasa Mahkemesi de jet hızıyla iptal etti genelgeyi. Tescillenmiş gibi bir hal aldı, yasak Türkiye’nin birçok yerinde uygulandı. Başta İstanbul olmak üzere bir çok şehirde protesto gösterileri yapılmaya başlandı. Sakarya’da da 89 yılında Orhan Camii’nde öğle namazı sonrası bir başörtüsü eylemi yaptık. Adapazarı halkı da vardı. Polis dağılın dedi, dağılmadık. “Başörtüsüne uzanan eller kırılsın” diye slogan atıyorduk. Polis müdahale etmeye başlayınca arkadaşlar savruldu ben polisin ortasında kaldım. Gözaltına aldılar.

Ben önce aileme haber vermedim. Neticede bir miting yapmıştık. Hiçbir yeri kırıp dökmedik. Kimseye zarar vermedik. Kaç gün yatar ki bir insan? Bundan 15 yıl önce bile savcılığa sevk edilmeyip, emniyetten serbest bırakılıyordu. Ama biz sanki cinayet işlemişiz gibi sert bir muameleyle savcılığa sevk edildik. Mahkemeye çıkarıldık. Hakim 6 kişinin tutuklanmasına karar verdi. Sakarya cezaevine koydular. Birkaç gün sonra çıkarız dedik baktık bizi DGM’ye sevk ettiler. Sakarya’da DGM yoktu. Bizim dosyamız da bir türlü oraya gitmiyor, en sonunda mecbur haber verdim aileme. 2. Dönemin sınavlarına giremediğim için okulu uzattım. Sonunda İstanbul DGM mahkeme günü belli oldu. Bizi Bayrampaşa cezaevine gönderdiler. Hakim yüzümüze bakarak “Bu dosyanın bize gelmesi yanlış. Sakarya Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesine, tutukluluk halinin devamına” diye karar verdi. Kasıtlı yapılmış bir süreçle 4 ay sonra Sakarya Asliye Ceza mahkemesine çıktık. Savcı “Zaten yasada bunlara öngörülen ceza yattıkları zamandan daha az” deyip tahliyemizi talep etti.

Bir de Furkan Kitabevi nedeniyle bir cezaevi maceranız olmuş?

Fatih Kaya:

89 yılı sonlarında bir kitabevi açmıştık, Furkan Kitabevi. 1990 yılının Haziran ayında sabah namazı vakti evlerimize operasyon düzenlendi. Gözaltına alındık. 163. Maddeden “devleti kısmen dahi olsa dini esaslara dayandırma” iddiasıyla, yasadışı Furkan örgütü kurma suçuyla… Evlerimizdeki kitaplar da örgütsel doküman olarak alındı. Hiç birbiri ile alakası olmayan, gerçekten tanışma babında dahi alakamız olmayan gruplarla ortak alındık. Bilinçli bir operasyon olduğu için 6 gün emniyette sorguda kaldık. Orada sorguda bize çok kötü davranıyorlardı, sonra namaz arası veriyorduk, onlar da biz de gidip namaz kılıyorduk. Bize “sizi kandırıyorlar yönlendiriyorlar. İyi çocuklarsınız” siz vs. diyorlardı. Hiç yapmayı hayal etmediğimiz şeyler suç olarak isnad ediliyordu. Meyhanelere saldırmışsınız, içki satılan yerlere saldırmışsınız diyorlardı, böyle bir şey bizim hayal dünyamızda bile yok. Bayrampaşa cezaevine gönderildik yine. Bu sefer DGM’nin ilgi alanına girdiği için ilk mahkemede tahliye olduk. Mahkemeye çıkarıldığımızda, devleti yıkıp yerine İslam devleti kurma gibi bir iddia ile yargılandık. İlk mahkemede tahliye edildik. DGM tecrübeli olduğu için kişisel inanç özgürlüğü bağlamında değerlendirip bizi tahliye etti. Sonra da beraat etik. Delil olarak koydukları, bant tiyatroları, 2 koli kitaptı. Bizi alan polis ekibi, 6 gün boyunca sorguladı bizi hakaretlerle. Kendileri de namaz kılıyor, siz kandırılmışsınız vs diyorlar. Biz o zaman bunu anlamadık ama 94-95’li yıllarda o polislerin FETÖ’cü olduğu kanaatine varmıştık. Bugün yaptıklarını da görünce emin olduk. Bunları hiç anlatmadım. Çünkü neticede Allah rızası için yaptık. Bugün Müslümanların çektiği eziyetleri gördükçe, biz eziyet çektik demekten haya ederiz.

* * *

HEPİMİZ ARAYIŞTAYDIK

Belli bir hocamız yok dediniz hep ama faydalandığınız isimler yok muydu?

Abdülkadir Dinç:

Hareketimiz bir disipline dönüşünce zaman zaman benzer duygu düşünceleri paylaştığımız, aynı frekansta, Türkiye’nin farklı bölgelerinden yetkin insanları misafir etme ihtiyacı hasıl oldu. Ama bir organik bağ anlamında değil. Ev ortamında bir konferans gibi etkinlikler. Beşir Eryarsoy, Ahmet Ağırakça, Abdullah yıldız, Atasoy Müftüoğlu, Edip Yüksel… Bütün arkadaşları en geniş evde toplar, o gün ihtiyaç duyulan, genelde de İslam’ın nasıl anlaşılması gerektiği ve genelde de siyasal boyutunun işlendiği konular konuşulurdu. Bu biraz da içinde bulunduğumuz atmosferle ilgili bir şeydi. 80 öncesi nasıl muhatabın kavga ettiğin sol tandanslı bir topluluksa, 80 sonrası ise kavga sistemle Müslüman arasındaki bir çatışmaya dönüştü. Beyazıt’taki gösterilere katılıyorduk. Bir gün bir pankart açılmıştı, hepimizin bildiği ve belki afiş şekilde de evlerde asılı bir ayetti: “O zulmedenler nasıl bir inkılapla devrileceklerini görecekler.” Bir devrime, bir inkılaba, sistemle kavgaya dönük bir algıda seçicilik. Bu boyutu Kur’an okumalarımızda da ön plana çıkaran bir bakış açımız vardı. Bu ayetin bağlamını belki 10 yıl sonra fark ettim. Oysa ayetin hemen üstündeki ayette, iman edip de salihat üzere yaşayanlar ve karşılaştıkları bir zulüm haksızlık karşısında topluca mücadele verenler ancak böyle bir sonuca mazhar olabilirler diyordu. Çünkü bizim gerek iman gerek amel konusunda ortaya koyacağımız eylemliliğimiz ve dayanışma ile sergileyeceğimiz bir mücadele sonucunda Rabbimiz o zulmedenleri nasıl mahvedeceğini müjde şeklinde vurguluyor. Biz bunu bir slogan şeklinde ifade ederek her şeyde olduğu gibi inkılabı da Rabbimize havale etmiştik. Gazeteler ise bu ayetin yer aldığı afiş için ertesi gün şöyle yazmışlardı “İslamcılar, şurada alınan 227 nolu kararı Beyazıt’ta afiş olarak astılar” Onlarda da böyle garip bir cehalet vardı.

İslam toplumunda ekonomik model nasıldır, kurumlar nasıldır diye kafa yoruyor muydunuz?

Abdülkadir Dinç:

Devrim yapmak beraberinde zoru, silahlı mücadeleyi çağrıştırdığı için böyle bir düşünceden uzak bir yapılanma içinde olduğumuzu söyleyebilirim. Yakaladığımız espri her şeyden önce buydu. Eğer insanlar hür iradeleri ile bir düşünceye intisap edeceklerse, dinde zorlamanın olmadığı, insanların kendi özgür iradeleriyle yapmaları gerektiği, bize düşenin keşfettiğimiz İslam’ın, Kur’an’ın nasıl topluma aktarılabileceği hususunda okumalar yapmaktı. Bir taraftan da acaba sorusuyla birkaç arkadaş Diyarbakır’a kadar yolculuklar yaptık, Diyarbakır’da daha sonra sıcak çatışmalara dönen İslami yapıları tanımaya çalıştık. Malatyalı arkadaşlarla Malatya’ya kadar gidip görüşüp fikir alışverişinde bulunduk. İstanbul’a zaman zaman gidip oradaki tecrübeyi aktarmaya çalıştık. Bugün belki bu Ada Kitabevi daha sonra Nas Kitap Kulübü ve nihayet bugün faaliyetlerini sürdürdüğümüz İlim Hikmet Vakfı çatısı belki bu önyargısız tekamülün sonucu. Sağolsun Sakarya Mühendisler Grubu da bizi yalnız bırakmadılar. Böyle bir kurumlaşma, bütün farklılıklarımıza rağmen İslam’ın dokusuna bütün farklılıklarımızı katabilme uğraşısı içinde olan farklı dernek vakıf cemiyetlerle olan ilişkilerimizin de sürdürülebilir olması, anlayışımızın özgün ve baskıcı bir anlayıştan uzak olmasından kaynaklanıyor. İslam’la ilk tanıştığımız o 25-30’lu yaşlar psikolojik ve sosyolojik olarak da zaten radikalizme, reddedişe, tepkiselliğe, müsait yaşlardı. Bizden 60 yaşında bir insanın refleksi beklenemezdi. Bir gençten beklenen radikal tepkiyi vermiş olmanın mutluluğu içindeyim.

Mehmet Koca:

Bizim şehir dışı ziyaretlerimiz olduğu gibi başka fraksiyonlar da bizi ziyarete geliyorlardı. Çünkü herkes bir arayış içindeydi. İzmir’den, Kocaeli’nden ziyarete geliyorlardı. Bizim kendi içimizde de ister istemez bir örgütlenme ortaya çıkıyordu. Bir yönetim kurulu, istişare kurulu, şura dediğimiz mekanizmalar… Bağımsız bir yapı olmakla beraber, bunu oluşturan enstrümanların da bağlantıları var. Birisi İran’a hassasiyet gösteriyor, biri ümmet kavramına hassasiyet gösteriyor… bu da bir gerilim doğuruyor. Buradaki samimiyet ve heyecan bazen boşa gidiyor. 82- 86 arasındaki organizasyonu ayrı, ondan sonra ortaya çıkan mekanizmaları da ayrı değerlendirmek lazım. Ada Kitabevi’nden sonra bir dönem Furkan Kitabevi, sonra Nas Okuma Grubu ortaya çıktı. Aynı samimiyetle evrile evrile devam etti. Nüve aynı. Her bir kişi burada beslendikten sonra gittiği yerde bir mekanizma üretiyor.

MFÖ AYRILDI SİZ AYRILMADINIZ

Abdülkadir Dinç:

Öğrencilikten yaş ilerledikçe çocukların büyüdüğü sizin yaşadığınız sorunların çocuklarınızın üzerinden de devam edeceği endişesiyle daha kültürel eğitsel faaliyetler ister istemez yönleniyorsunuz. Nas Kitap Kulübü, 10 yıl devam eden Gülbahçe Çocuk Dergisi çalışmamız vardı. Tamamen ihtiyaçtan kaynaklanan ülke birikimlerini yerel anlamda değerlendirme düşüncesiyle gerçekleştirdiğimiz bir  eğitim faaliyetiydi. 86’da başlayan Nas Kitap Kulübü daha sonra İlim Hikmet Vakfı şeklinde devam etti. Çok büyük dostluklar bu tekamülün çimentosu oldu. Ölesiye dostluklarımız oldu. Bir akşam arkadaşlarla çay bahçesinde oturuyoruz. Genç bir çocuk geldi. “Abi size hayranım Mazhar Fuat Özkan ayrıldı, siz ayrılmadınız” dedi. 30 yılı aşkın bir süredir dostluklarımız aynı sıcaklıkla, aynı hararetle devam ediyor.

Benzer konular