Ordunun postmodern darbesi

Ordu 1997 yılında yönetime bizzat el koymak yerine gerek medya gerekse siyaset üzerinden operasyonlarla, “demokrasiye balans ayarı” yapıp, darbeler tarihine ‘Postmodern Darbe’ kavramını kazandırdı. Başörtülü öğrencilerin okul kapılarında beklediği, eylemlere katıldıkları için idamla yargılandıkları, dindar insanların uydurma davalarla örgüt mensubu gibi gösterilip tutuklandıkları dönem, hafızalardan silinmeyecek baskılar, işkencelerle dolu süreç: 28 Şubat.

Yakın tarihimizin en karanlık süreçlerinden biri olan 28 Şubat’ın üzerinden 22 yıl geçti. “Bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat’ın etkilerinin bir kısmı sürse de, şükür ki çok fazla uzamadı. Askerlerin yönetime bizzat el koymak yerine gerek medya gerekse siyaset üzerinden operasyonlarla, “demokrasiye balans ayarı” yapmaları darbeler tarihine de yeni bir kavramı kazandırdı: Postmodern Darbe.

DİNDARLAR UYDURMA ÖRGÜTLERLE TUTUKLANDI

Her ne kadar 28 Şubat için tarih olarak 1997 yılında Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller hükümetinin Silahlı Kuvvetler tarafından istifaya zorlanması verilse de dindar insanların yaşam tarzına baskı çok daha öncesinden başlamıştı. Okullarda başörtülü öğrenciler türlü yıldırma politikalarına muhatap oluyor, mezuniyet törenlerine alınmıyor, okul birincisi olanlar bile diplomalarını almak için sahneye çıkartılmıyordu. Dindar insanlar uydurma davalarla örgüt mensubu gibi gösterilip, yapmadıkları eylemlerden dolayı tutuklanıyordu. 28 Şubat günü gerçekleşen MGK toplantısında olanlar bu sürecin artık resmiyete döküldüğü tarihti.

İSLAMCILAR PKK’DAN TEHLİKELİ!

1995 seçimlerinden Necmettin Erbakan’ın genel başkanı olduğu Refah Partisi birinci olarak çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini Erbakan’a vermemek için çeşitli formüller aradı ancak sonunda mecburen Erbakan’ı görevlendirdi. Refah Partisi, Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi ile Refahyol hükümetini kurdu. Refah Partisi’nin iktidara gelme ihtimali bile şer odaklarını rahatsız ederken, Erbakan’ın başbakan olması bünyelerini alt üst etti.
4 Ocak 1997’de Deniz kuvvetleri komutanı Oramiral Güven Erkaya, “İslamcıların, PKK teröründen daha tehlikeli” bile dedi. Bu açıklamadan hemen sonra sık sık ekranlara sürülen Aczmendiler tutuklanmaya başladı.

“BALANS AYARI” YAPTILAR

30 Ocak 1997’de Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen “Kudüs Gecesi”nde İsrail terörünü konu alan tiyatro oyunu Şeriat propagandası olarak gazetelere yansıtılınca, Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığına bağlı tanklar Sincan caddelerinden geçtiler. TSK’ya göre bu “Demokrasiye balans ayarı”ydı ve ordu ağırlığını koymuştu. Belediye Başkanı Bekir Yıldız tutuklandı.

EYVAH ŞERİAT GELİYOR

Ardından sahneye yürüyüşler, gösteriler çıktı. “Şeriate karşı kadın yürüyüşü”, “Kahrolsun Şeriat” sloganları ile yapıldı. Her gün “Şeriat geliyor”, “İrtica geliyor” propagandası ile korku pompalanıyordu. Medyada bir gün Ali Kalkancı, bir gün Müslüm Gündüz-Fadime Şahin, bir gün Aczmendiler manşetlere çekiliyor, bir gün FETÖ lideri Gülen’in “Beceremediniz artık bırakın” sözleri gazetelerin birinci sayfalarını süslüyordu.
100-200 kişiden oluşan Aczmendilerin ülkeye şeriat getireceği televizyonların haber bültenlerinde döndürüle döndürüle işleniyor, Ankara Kocatepe Camiinde “Şeriat isteriz” diye bağırdıkları söyleniyordu. İmam Hatip Liseleri göze batıyor, ne kadar mezun verdikleri, müfredatta ne işledikleri irdeleniyordu. Yeşil Sermaye kavramı dile pelesenk olmuştu.

ZORLA İSTİFA

28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı 9 saat sürdü. En uzun MGK toplantısı olarak tarihe geçen toplantıda Başbakan Necmetin Erbakan TSK’nın “irtica”ya karşı alınmasını istediği önlemleri içeren 18 maddelik listenin ön yazısını imzalamak ve sonunda Haziran ayında istifa etmek zorunda kaldı. Refah Partisi kapatıldı ve yöneticilerine siyasi yasak konuldu.
Hükümetin istifasının ardından yeniden hükümet kurulması için Tansu Çiller’in görevlendirilmesi beklenirken, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tercihini Mesut Yılmaz’dan yana kullandı. Demirel ANAP’a görev vermesini “Sayısal değil, siyasi ağırlığa baktım” sözleriyle açıklayacaktı.

BANKALARIN İÇİ BOŞALTILDI

Ön planda bunlar yaşanırken arka planda ise ülkenin bankalarının içi boşaltılıyordu. Milyarlarca dolar cebe indirildi. Türkiye’nin ekonomisi çökertildi.
Diğer yandan dindarlara yönelik yapılan baskılar insanları canından bezdirdi. Başörtülü okumak imkansız hale geldi. Bilim ve özgür düşüncenin yuvası olması gereken üniversitelerde adeta bir utanç sembolü olan ikna odaları kuruldu. Başörtülü öğrenciler terörist muamelesi görmekle kalmadı, başörtüsü eylemlerine katılanlar tutuklanarak idamla yargılandı. İmam Hatiplerin önünün kesilmesi için katsayı uygulaması getirildi.

ORDUYU İDARE ETTİM!

Kendisi de defalarca orduyla karşı karşıya kalan Süleyman Demirel, yıllar sonra Lütfü Oflaz’ın 28 Şubat’la ilgili sorularına şöyle cevap verecekti:

“Rahmetli Adnan Menderes’ten beri bizim siyasi çizgimize oy vermiş dindarları niye karşıma alayım? Siyaseten niye intihar edeyim? Ben akılsız mıyım? O dönemde Generallerin gözü öylesine dönmüştü ki, Erbakan’ı korumaya kalksam Cumhurbaşkanı olarak asıl darbeyi bana yapacaklardı. 12 Eylül’de olduğu gibi ortada demokrasi de Meclis de kalmayacaktı! Nasıl direneyim? Genelkurmay Hürriyet Gazetesi’nin manşetinde ‘Gerekirse silah kullanırız’ tehdidine başlamıştı. Bir Kuvvet Komutanı, Başbakan’ın huzurunda “Bana rakı getirin ulan’ diye bağırmıştı. Genelkurmay koridorlarında Başbakan’a omuz atılmaktaydı. Bir General medyanın önünde Başbakan’a ‘Pezevenk’ diye çıkışmıştı… Böylesine gözü dönmüşlüğe Ben nasıl direnip karşı çıkacaktım? Muhalefet ve hatta Refah-Yol Hükümeti’nin bazı Bakanları bile Generallerle işbirliği yaparken, Ben nasıl Erbakan’ı savunacaktım? Kaldı ki ben iki kere askeri darbeyle Başbakanlıktan uzaklaştırılmış bir insandım. Bunları yaşamış biri olarak Ordudaki gözü dönmüşlüğün neyle sonuçlanacağını anlardım. O nedenle bu gözü dönmüşlüğü idare etme yoluna kaydım…”

O günlerde Kızılay meydanında “Çankaya’nın şişmanı, İslam’ın düşmanı” sloganları ile eleştirilen ve kendi koltuğunu korumak için darbecilerle saf tuttuğunu itiraf eden Demirel günah galerisini bu sözlerle hafifletmek istese de artık toplum nezdinde hiçbir itibarı kalmamıştı.

KULLANIŞLI MEDYA

28 Şubat’ın en kullanışlı araçlarından birisi medyaydı. Refah Partisi’nin sandıktan birinci parti olarak çıkmasının hemen ardından başlayan kara propaganda medyada cadı avına dönüşmüştü.

O dönemde Merkez Medya olarak nitelendiren, Genel Yayın Yönetmenliğini Ertuğrul Özkök’ün yürüttüğü Hürriyet, Derya Sazak’ın yönetimindeki Milliyet, Zafer Mutlu yönetimindeki Sabah… gazeteleri TSK’dan aldıkları talimatlar ve tabi bunun yanı sıra da gönüllü olarak her gün Refahyol hükümetini hedef alan haberler yapıyorlardı. Fadime Şahin-Müslüm Gündüz, Ali-Emire Kalkancı isimleri adeta bir bayrak haline getirilmiş, her gün manşetlerde sallanıyordu. Aczmendilerin zikir ayinleri olarak lanse edilen görüntüler günlerce medyada kullanıldıktan sonra, liderleri olarak sunulan Müslüm Gündüz, Fadime Şahin ile basılıyor ve bu ilk defa medyanın polisle birlikte yaptığı ortak baskınla canlı canlı sunuluyordu.

Televizyona çıkarılan Fadime Şahin göz yaşlarıyla istismar edildiğini anlatıyor, olay muhafazakar iktidara bir şekilde ilişkilendiriliyordu. Bu olayın ardından pek çok dindar insan sözlü tacize uğradı. Başörtüsünü Fadime Şahin’in taktığı tarzda takan kadınlara “Fadime Şahin” diye seslenilerek dalga geçildi. Olayın kurgu olduğu ancak yıllar sonra açığa çıktı. Gazetecileri polis baskınına katılmaları için çağıran polis şefinin FETÖ mensubu olduğu da ancak günümüzde anlaşılabilecekti. Bu isim Ramazan Akyürek’ti.

Darbesevicilik medya için çok normaldi. Genelkurmay, gazetecilere bir brifing vermiş, burada “İç ayaklanma tehdidi, ordunun çökertilmek istendiği, devletin işgal altında olduğu hatta PKK ile iş birliği yapıldığı, birçok devlet kadrosunun irticai örgütlerin eline geçtiği, 30 irtica örgütünün teröre başlamaya hazırlandığı” gibi iddialar ileri sürülmüştü. Ertesi gün manşetler coşkuyla atılmıştı: Hürriyet “Gerekirse silah bile kullanırız”, Milliyet “Ordudan son uyarı”, Sabah “Muhtıra gibi brifing”, Cumhuriyet “Gerekirse silahla koruruz”, Radikal “Gerekirse silahla…” başlıklarını atmıştı. Aslında o söz Tufan Türenç, Oktay Ekşi ve Emin Çölaşan’ın ısrarla “Darbe yapacak mısınız? Gerekirse silah kullanır mısınız?” sorularının karşılığı idi.

Medya’nın 28 Şubat döneminde oynadığı rolü en açık şekilde gösteren ise o dönem Radikal gazetesinde yazan İsmet Berkan’ın sözleri olsa gerek: “Medya olmasaydı, 28 Şubat başarılı olamazdı. Medya neredeyse gönüllü olarak psikolojik harekâtın parçası oldu. Hepimiz kullanıldık ve kendimizi kullandırdık..”

Benzer konular