Fransa’da Macron politikalarına tepki eylemleri aslında 2018 yılının ilk çeyreğinde başlamıştı. Ancak taşra olarak tabir edilen Paris dışındaki kentlerde başlayan bu eylem süreci Fransa siyasetinin karar vericileri ve Brüksel’deki yetkililer tarafından yeterince ciddiye alınmadı. Yangın Paris’e ulaştığında ise artık çok geç kalınmıştı.
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, benzerlerine dağılan Sovyetler Birliği’nin eski cumhuriyetlerinde tesadüf ettiğimiz renkli bir devrim, bugün yerinden yeller esen Berlin Duvarı’nın batısındaki bir ülkenin topraklarında önü alınamaz bir şekilde ilerleyerek Fransa Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın kapısını çalıyor. Kimileri “Sarı Yelekliler” adı altında organize olan bu toplumsal hareketi Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a odaklanmış bir tepki olarak nitelerken, kimileri de Macron’un “Avrupa Ordusu” fikrini dile getirmesine yanıt olarak Amerika Birleşik Devletleri tarafından organize edilmiş bir komplo olduğunu öne sürüyor. Peki Şanzelize Bulvarı’ndaki Fransa Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın kapısına dayanan “Sarı Yelekliler” fenomenini yalnızca Fransa’nın iç dinamikleriyle, Macron’a duyulan antipati ya da akaryakıt fiyatlarına yapılan zamma karşı duyulan öfke ile açıklamak mümkün mü? Yoksa ilk toplumsal patlamasına Fransa özelinde şahit olduğumuz bu öfke seli Avrupa genelinde dalga dalga yayılmakta olan bir toplumsal hareketin öncü sarsıntısı mı?
Fransa ekonomisini krizden çıkaracağı beklentisiyle Cumhurbaşkanı seçilen Macron, henüz bu görevdeki ikinci yılını doldurmuş değil. Liderliğini yaptığı ve Mayıs 2017’deki seçimin neticesinde sol partileri neredeyse tarih sahnesinden silerek Fransa siyasetinin merkezini işgal eden “Yürüyüş Hareketi” de Macron gibi henüz yolun başında. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Macron, hem de liderliğini yaptığı siyasi hareket için uzun vadeli öngörülerde bulunmak mümkün değil. 2019 yılının Mayıs ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri, şu an Fransa sokaklarına hakim olan görüntülere de bakıldığında Macron döneminin havlu atışı olacak.
POPÜLİST HAREKETLERİN HAKİMİYETİ
Fransa’nın ve Avrupa’nın 2019 yılında alacağı muhtemel manzarayı tahmin etmeye çalışırken, bunu yalnızca uluslararası sermayenin temsilcisi kartvizitiyle Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Macron üzerinden yapmak haksızlık olur. Günümüz Avrupası, küreselleşmenin ölüm ilanının Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump tarafından verildiği uluslararası konjonktürde, Avrupa Birliği ve göçmen karşıtlığında uzlaşan “popülist” hareketlerin hakimiyet alanı haline geldi. Siyaset bilimcilerin belki de “nasyonal sosyalist” demeye dillerinin varmadığı bu yeni siyasi zemin, aşırı sağ ve aşırı sol unsurların yanı sıra, Almanya’da Yeşiller Partisi ve İtalya’da 5 Yıldız Hareketi gibi müesses nizama karşı duruş ortaya koydukları iddiasındaki siyasi hareketleri de kapsıyor.
Bahsi geçen bu popülist siyasi hareketlerin Avrupa genelindeki oy oranları 1998 yılında yaklaşık yüzde 7,5 civarındaydı. Aradan geçen 20 yılda oy oranları yüzde 27’e ulaştı. Avrupa Birliği karşıtı partiler bugün 11 Avrupa Birliği ülkesinde iktidarın ortağı. Koalisyon ortağı olmadıkları ülkelerde ise ciddi bir baskı unsuru haline gelerek gündem belirler durumdalar. Peki, tek bir Avrupa devleti ve ortak para birimi ideali yönünde ilerleyen bu birlik, aradan geçen 20 yılda nasıl bu hale geldi? 2019 yılında Avrupa Parlamentosu’nda nasıl olup da Avrupa Birliği karşıtı partilerin sandalye sayılarının 100’ün üzerine çıkarması beklenmekte? Bu soruların cevabını herhalde Soğuk Savaş’ın ardından “küreselleşme” kavramı ile pompalanan yüksek refah seviyesi hayaline ulaşılamamasının yarattığı düş kırıklığında aramak lazım.
FATURAYI GÖÇMENLERE KESTİLER
Kimi ekonomistlere göre başlangıç tarihi 2007 olan son büyük küresel ekonomik krizin aslında atlatılamadığı, bu krizin ardından “reform” adı altında uygulamaya konan kemer sıkma politikalarının Avrupa ülkelerindeki refah seviyesini daha da aşağı çektiği gerçeğini kabullenmenin zamanı gelmiş gibi görünüyor. Hükümetlerin yanlış politikalarının faturası ise yine Batılı siyasetçilerin Afganistan’dan Afrika’ya kadar yürüttükleri askeri müdahaleler sonucu canlarını kurtarmak için Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenlere kesilmiş durumda. Avrupa ülkelerinde popülist söylemlere oy veren kitleler refah seviyelerindeki düşüşün kaynağı olarak bu göçmenleri işaret ediyor.
Fransa’da Macron politikalarına tepki eylemleri aslında 2018 yılının ilk çeyreğinde başlamıştı. Ancak taşra olarak tabir edilen Paris dışındaki kentlerde başlayan bu eylem süreci Fransa siyasetinin karar vericileri ve Brüksel’deki yetkililer tarafından yeterince ciddiye alınmadı. Yangın Paris’e ulaştığında ise artık çok geç kalınmıştı. Fransa’da tarım ve hayvancılıktan geçimini sağlayan kesimler, lise öğrencileri, otomotiv sektörü işçileri, demiryolu işçileri “Sarı Yeleklilerin” saflarına katılmış durumda. Hükümetin, akaryakıt zamlarını ve vergi artışlarını askıya almak bir yana iptal etmesi dahi eylemleri durdurmak için yeterli olmuyor. Fransa halkı bugün Macron’un koltuğunu terk etmesinde ısrarlı ve onun şahsında bir sistem değişikliği talebiyle yeni eylemlere hazırlanıyor.
ALMANYA’DA FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK
Fransa ile beraber Avrupa Birliği’nin lokomotif gücü olarak görülen Almanya’da ise şimdilik fırtına öncesi sessizlik var. Hristiyan Demokrat ve Sosyal Demokrat siyaset güç kaybederken, Avrupa Birliği’ne şüpheyle bakan siyasi çevrelerin ağırlığı artıyor. Hristiyan Demokrat Birlik Partisi geçen hafta Angela Merkel’in yerine yeni genel başkanını belirledi. Merkel ise 2021 yılına kadar başbakanlık görevini sürdüreceği iddiasında. Fransa’dan esen “Sarı Yelekliler” rüzgarının Belçika’yı aşarak Merkel’i süpürecek bir fırtınaya dönüşmesi uzak bir ihtimal değil. Bu fırtınalı manzaraya Avrupa Birliği’nin ve özellikle Merkel’in göçmen politikasına karşı çıkan Vişegrad Dörtlüsü’nü ( Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya ), Avrupa Birliği ile bütçe kavgası yaşayan İtalya’yı, AB’den ayrılma yönünde son bürokratik engelleri aşan İngiltere’yi ve İsveç Sosyal Demokrasinin çöküşünü de eklediğimizde 2019 yılının Mayıs ayında Avrupa Birliği’nin bambaşka bir çehreye bürüneceği gerçeğine hazırlanmak gerekiyor. Karl Marx ve Friedrich Engels 1848 yılında Komünist Manifestolarının girişinde Avrupa’da dolaşan bir hayaletin, komünizm hayaletinin varlığından bahsediyordu. Aradan 170 yıl geçtikten sonra Avrupa’da yine bir hayaletin hakimiyeti mevzu bahis. Ancak bu defaki yabancı düşmanlığını öven, 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da oluşturulmak istenen birlik idealini alaşağı eden, Amerika Birleşik Devletleri’nin başlattığı ticaret savaşının yangınına körükle gitmeye niyetlenen ve kendisinden olmayan her milleti, etnik ve dini grubu sınırlarının dışında tutmaya kararlı bir hayalet bu. Bu hayaletin kuşattığı bir Avrupa ile nasıl bir ilişki kurulacağı ise kısa vadede yalnızca Türkiye’nin değil, Kuzey Atlantik İttifakı’nın, Akdeniz havzası ülkelerinin, Uzakdoğu ve Rusya’nın da cevabını arayacağı bir soru haline gelecek.