Krizden önce son çıkış

90’lı yılların başında Bakü’nün Azadlık Meydanından Erivan’ın Cumhuriyet Meydanı’na, Doğu Berlin’den Addis Ababa’ya, Taşkent’ten Bükreş’e pek çok şehirde Lenin heykelleri birer birer ortadan kaldırılmaktaydı. Sovyetler Birliği Aralık 1991’de dağılmış, Soğuk Savaş bitmişti. Sosyalizm kaybetmiş, liberalizm kazanmıştı. İdeolojik kavgalar sona eriyor, dünyayı yeni bir düzen bekliyordu.

Ülkeler, devletler ve de toplumlar, farklı hızlarda Soğuk Savaş sonrası döneme girerken, kazanan tarafın entelektüelleri yeni dünya düzeninin nasıl şekilleneceğini tartışıyordu. Francis Fukuyama, 89’da “Tarihin Sonu?” başlıklı yazısında Batılı liberal demokrasinin, insanlığın sosyokültürel evriminde ve beşeri yönetim biçimlerinde bir son nokta olduğunu iddia etmişti: Yaşanan sadece Soğuk Savaş’ın değil, insanın ideolojik evriminin de sonuydu; liberal demokrasi evrenselleşecekti.

Fukuyama’ya hocası Samuel Huntington karşı çıkmış ve Soğuk Savaş bitse de dünya üzerindeki çatışmaların bitmeyeceğini söylemişti. 93’te yayınlanan makalesine başlık olarak, daha önce Bernard Lewis’in kullandığı ‘Medeniyetler Çatışması’ ifadesini seçmiş, yeni çatışmaların dini ve etnik kimlikler üzerinden olacağını iddia etmişti. Huntington, insanlığın eninde sonunda kültürel olarak ayrıştığını söylüyordu. Evrensel bir medeniyet yoktu; kültürel bloklar ve bu blokların kendi değerler sistemi vardı. Huntington Irak Savaşı’na da bu yüzden karşı çıkmıştı. Ona göre, en ‘belalı’ medeniyet İslam medeniyetiydi. Amerika, buraya gelerek başına iş alacaktı. İslam toplumları diğerleriyle aynı varsayımlar üzerinden okunamazdı; çünkü birincil bağları ulus-devletlere değil, dinlerineydi; liberal değerler bu kültüre yabancıydı. Irak’a gelip Batılı bir demokrasi dayatmak, en başta Müslümanların değerlerine hakaret etmek demekti. Kırılgan Arap rejimleri bir gün işsiz genç kitleler tarafından devrilebilir ama bu toplumlar Batılı bir yönelişi tercih etmezdi.

Aradan 15-20 yıl geçti ve ‘Arap Baharı’ adı verilen süreç başladı. İyimser ya da kötümser pek çok uzman, analist ve politikacıya göre, bu dalgalanma 21. yüzyılın en önemli siyasal olayıydı ve geleceği şekillendirecekti. Fukuyama’nın tezleri süslüyordu ilk tartışmaları: Geç uyanan Arap dünyası da özgürlük istiyor, burada da liberalizm kazanıyordu. Fukuyama’nın kendisi de, bu işin birkaç diktatörün devrilmesiyle kalmayacağını söylemeye devam etti 2011’de; diktatörlere başkaldıranlar, Batılı liberal demokrasiye ayak uyduracaklardı. Böyle olmadı. Demir Perde çökerken, Doğu Avrupalılar Batı’ya özenmiş ve ‘Amerikan Rüyası’nı arzulamış olabilirdi ama Araplar böyle yapmak istemiyordu. Diktatörlerinden kurtulan ülkelerde, özgür seçimlerde sandıklardan liberaller değil, ‘İslamcılar’ çıkıyordu.

Başkalarına göre de tarihin sonu geliyordu. Sadece Tunus ya da Mısır Devrimlerini değil, Yunanistan’ın borçlarını ödeyememesini, Avro bölgesinin kırılma noktasına yaklaşmasını, küresel mali krizin bir türlü geçmek bilmemesini, yalnız Arap toplumlarında değil dünyanın her yerinden yükselen “gerçek” demokrasi çağrılarını, aslında sonu gelenin liberalizm olduğu şeklinde okuyan Slavoj Zizek gibi popüler felsefecilere göre, İspanya’dan Yunanistan’a, Şili’den İsrail’e eşitsizlik, adaletsizlik, neoliberalizm ve kemer sıkma politikalarına karşı düzenlenen yürüyüşler, Occupy Wall Street’le beraber finans ve bankacılık devlerine ve sisteme getirilen eleştiriler, Londra’da, Atina’da, Roma’da çıkan olaylar, binlerce şehirde yapılan kitlesel eylemler, hatta Kaddafi’nin öldürülüşü bile bildiğimiz tarihin bittiğini, bir yenisinin başladığını gösteriyordu. Evrenselleşmesi şöyle dursun, kapitalizmin sonu geliyordu. Öyle de olmadı.

2012’de, 11 Eylül’ün yıldönümünde, Libya Bingazi’de gerçekleşen saldırı ve ABD Büyükelçisinin öldürülmesi, derken ‘Arap Baharı’nın Suriye’de bir iç savaşa, ardından bölgesel bir vekalet savaşına dönüşmesi, siyasi sohbetlerde de soğuk rüzgarların esmesine neden oldu; liberalleşecek diye desteklenen Arap sokağı hızla yalnız bırakıldı. Huntington yeni trenddi; yoksa ‘Medeniyetler Çatışması’ mı başlıyordu?

Türkiye ise Arap ayaklanmalarının başında Arap sokağına model ülke olarak sunulurken, 2013 yılında aniden ‘Yeni Osmanlıcı’ kötü kahraman oluvermişti. Recep Tayyip Erdoğan, Batılı dergi ve gazetelerin kapaklarını ‘Osmanlı padişahı’ çizimleriyle süslüyor ve ardı arkası kesilmeyen, kesilecek gibi de durmayan bir saldırıya maruz kalıyordu. Tek suçu, Batılılar Arap sokağından umudunu kesip sırtını dönünce aynısını yapmamak; merhamet, adalet ve insan hakları meselelerine ABD menşeili at gözlüğüyle bakmamaktı. Yoksa Türkiye köklerine geri mi dönüyordu? Yeni ama aslında eski dostlarını mı buluyor, yeni ama aslında eski değerlerine mi dönüyor, yeni ama aslında eski bayraklarını mı sallamaya başlıyordu?

Osmanlı uzun yıllar boyu, İslam dünyasının önderi olmuştu; ancak bu durum 1. Dünya Savaşı sonrası imparatorluğun çöküşüyle son bulmuştu. İslam medeniyeti de o günden beri birlik olamamıştı. Huntington da ‘Medeniyetler Çatışması’nda Türkiye’yi çok özel bir yere koyuyordu. Türkiye ona göre ‘bölünmüş ve kararsız ülke’ kategorisindeydi. Kökleri İslam medeniyetine dayanıyordu; toplumu hala özüne ve köklerine bağlıydı, ama siyasi ve finansal elitleri Batı medeniyetine öykünüyordu. Yani toplum ve elitin yüzü aynı yöne bakmıyordu.

Huntington haklıydı. Türkiye’nin NATO’ya girişiyle bu durum statüko haline gelmişti. Toplum ve iktidar arasındaki uçurum ne zaman kapanır gibi olsa, darbe ve benzeri müdahaleler yaşanmıştı. Bu Soğuk Savaş döneminde sürdürülebilir olsa da kalıcı olamazdı. ‘Komünizm tehdidi’ sopası üzerinden kalkan Türkiye, nihayet onurunu ayaklar altında ezilmekten kurtarabilirdi. Ak Parti iktidarının ilk 10 yılı Türkiye’nin sıçrama yaptığı dönem oldu. Ekonomik açıdan şaha kalkan Türkiye zincirlerini gevşeterek hızla kalkınıyor, bunun yanı sıra ülkede üst üste reformlar yaşanıyor, askeri vesayetin yerini sivil alan alıyordu; AB’ye resmen üyelik süreci Türkiye’nin yüzünü kalıcı olarak Batı’ya çevirdiğini düşündüğünü gösteriyordu. Hatta Erdoğan’ın İspanya Başbakanı Luis Rodriguez Zapatero ile 2004-2005 yıllarında başlattığı ve BM destekli ‘Medeniyetler İttifakı Projesi’ gibi hamleler küresel barış adına çok önemli adımlardı.

Türkiye samimiydi, ama AB bir ‘Hristiyan Kulübü’nün ötesi değildi. Bırakın Türkiye’yi AB’ye almak, Batı ona eşdeğer bir müttefik olarak dahi bakmıyordu. Bir elleri Türkiye’yle tokalaşırken, öteki elleri ‘ılımlı İslam’ adı altında FETÖ gibi yapıları besliyor, yeni nesil ‘Gladyo’ yapılanmalarını eskisiyle değiştiriyordu. Erdoğan’ın liderliğinde, elitle toplum arasındaki uçurum kapanıyordu. Ama Türkiye’de iktidarın kökleriyle barışmış olsa da, Batı kampı bundan rahatsız olduğunu her fırsatta gösteriyordu.

Türkiye ‘One minute’ten ‘Mavi Marmara’ya, Somali’den Suriye’ye, Gazze’den Mısır’a verdiği tepkilerle Batılı müttefiklerinin canını sıkıyor; ama İslam dünyası için de yeniden umut olmaya başlıyordu. Pakistan’dan Bosna’ya, Yemen’den Etiyopya’ya tüm Müslümanlar Erdoğan adını ezberliyor, Batı ve İslam’ın karşı karşıya kaldığı her olayda ses Türkiye’den çıkınca Türkiye bayraklarını alıp sokağa çıkıyordu. Yeni bir düzen inşa edilecekti, bu kesindi ama bunu kim yapacaktı? İslam dünyası medeniyet kimliğine kavuşacak mıydı, yoksa Batılı gazetelerin çizdiği 30 parçaya bölünmüş haritalarda olduğu gibi ikinci bir Sykes-Picot mu yaşayacaktı? Gücünün zirvesinde Batı medeniyeti bir kez daha mı kazanacaktı yoksa birlik olamamış, birbirine düşmüş, terörle yıpranmış İslam dünyası yeni bir alternatif mi çıkaracaktı?

Batı gücünün zirvesinde olabilirdi ama o zirvenin daha yukarısı yoktu. Nüfusu azalıyor, yaşlanıyordu, demografisini koruyamıyordu. Kurduğu dünya düzeni yalpalıyor, sık sık arıza çıkarıyor, finansal krizler üretiyor, insan hakları, adalet ve demokrasi iddialarınınsa koca birer yalan olduğu ortaya çıkıyordu. Batı medeniyeti iflas ederken, İslam dünyasında ise yeniden diriliş arzusu, toplumsal arayış, Batılı sömürü düzenine karşı başkaldırı ve birikmiş bir öfke vardı. Demografisi büyüyordu, ve ironiktir, nüfusu Batı’nın neden olduğu mecburi göçler nedeniyle dünyaya yayılıyordu. Görmek istemeyenler görmese de, Batı panikliyordu, korkuyordu. Sınırlarını kalınlaştırıyor, şüphe ve propagandayı artırıyor, dişlerini bileyip yumruklarını kaldırıyor, savaşa hazırlanıyordu. Bugüne kadar İslam topraklarına saldırmıştı, şimdi kendi topraklarında savunmaya geçiyordu; çünkü bir kez daha kendi ürettiği silahla, yani terörle vuruluyordu.

7 Ocak 2015’te Paris’te Hz. Muhammed’ (SAV) saldıran karikatürleriyle bilinen Charlie Hebdo dergisine yapılan ve Yemen el Kaidesi’ne bağlı militanlarca yapılan saldırı, devamını DAEŞ’in getireceği bir başlangıçtı. Suriye politikasını Batı’daki ana akıma rağmen değiştirmeyen ve Türkiye’nin söylemlerine yakın duran Fransa’ya tokat atılıyordu. İslamofobinin ve yabancı düşmanlığının artması, aşırı sağın yükselmesi ihtimaline rağmen, Batı’nın yerleşik düzeninin dışına çıkanlar hizaya çekiliyordu. Batılı liderlerin katıldığı ‘1 milyon’luk gösterinin yanı sıra, ‘Ama…’ demeye yeltenen linç ediliyor, ‘amasız kınama’ diye yeni ve global bir mahalle baskısı devreye sokuluyordu. “Teröristler ‘Allahu ekber!’” diye bağırıyorlardı, duymadınız mı?” diye başlayan cümleler suçu İslam’a atan yorumlarla bitiyor ve istisnasız her Müslümanın üzerinde, ileriye dönük uyarılarda bile bulunmasını engelleyecek şekilde bir baskı kuruluyordu. Siz ‘yola geldikçe’ ağızlarından baklayı çıkarıyor, İslam’ın nasıl bir reformdan geçmesi gerektiğini anlatıyor ve İslam’ın Martin Luther’i olarak Fethullah Gülen’i ya da Abdulfettah el Sisi’yi öneriyorlardı. Batı ve İslam dünyası arasına devasa bir çukur kazıyorlar; tüm Müslümanlara ‘ılımlı İslam’ önerip Batı yakasına geçme ya da öteki tarafta kalıp ‘radikal’ olarak etiketlenme seçeneklerini sunuyorlardı. Arası ve ötesi yoktu.

Türkiye tüm bunlara ve karşı karşıya kaldığı tüm kötü muameleye, Batı’da İslamofobinin yanı sıra Türkiye karşıtlığının da yükselişine, kendine yönelik tüm saldırılara, teröre ve darbecilere verilen desteğe rağmen uyarılarını sürdürüyor. Irak’ta, Mısır’da, Suriye’de Batı’nın yanlış politikalarının sonucunda mezhep çatışmaları çıkacağını, terörün yükseleceğini, radikalizmin artacağını, tehdidin buraları aşıp oralara ulaşacağını söyleyen Türkiye dün haklıydı, bugün gidişatın bir dinler savaşını gösterdiğini söylemekte de haklı. “İş ki Erdoğan devrilsin, Türkiye eski çizgisine gelsin, ‘bölünmüş ve kararsız ülke’ haline geri dönsün, gerisi hallolur” diye düşünenlerse bugün adeta bülbül gibi Türkçe şakıyarak öfkelerini açığa vuruyor. Velhasılıkelam, “maskeli balo bitti”. Bu savaşı biz başlatmadık, ‘öteki’nin varlığına tahammül edemeyenler başlattı. Türkiye’nin ikazlarını dinlemek, yangından önce son çıkıştan çıkabilmek ve adil bir dünya düzenini birlikte kurabilmek yine onların elinde. Çünkü bu saatten sonra kimse diz çökmeyece

Benzer konular