Demokrasi Avrupa için giderek ‘iyi zamanlarda’ giyilen bir kostüme dönüşürken, insan hakları, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi uydurulmuş eleştirilerle, hem Avrupa kamuoyunda bir bilinç inşası hem de Türkiye’deki muhalefeti harekete geçirmek için çalışılıyor. Gazeteler, köşeler, dergiler Avrupa’nın bu saldırgan Türkiye siyasetinin en görünür ve ‘masum’ aracı haline geliyor. 24 Mayıs tarihli Le Point’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kapak yaptığı sayısı bunun son örneği.
Teşhisi ilk cümlede koyalım; takıntılı düşünce ve dürtüler, aynı seyirde sürekli tekrarlanan davranışlar ve zihinsel eylemlerden müteşekkil kaygı bozukluğuna ‘obsesif kompulsif bozukluk’ deniyor psikolojide. Çocukluk çağı travmalarıyla da, beklenmedik hadiselerle de tetiklenebilir bir süreç obsesyon. Hatta genetik bir yatkınlıkla bile ortaya çıkabiliyor. Ancak bu teşhis, sadece bireysel değil aynı zamanda bireyler üstü ilişkiler ağını da tanımlayabilir pekâlâ. Tıpkı Batı’nın, bilhassa Avrupa’nın yıllardır tutulduğu illet gibi: Obsesif kompulsif Türkiye bozukluğu.
Asıl ekseni kayan Batı oldu
Bu yazının yazılmasının en güncel nedeni Fransa’da haftalık yayınlanan Le Point dergisinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı konu alan son sayısı. Dergide yer verilen duyulmadık ithamlar, ilk kez görüp şaşırdığımız manipülasyon örnekleri değil. 16 yıllık bir hikâyenin bilhassa son yarısında yani güç dengeleri değiştikçe, yani Türkiye güçlenip Avrupa giderek daha fazla küresel siyasetin zayıf halkası haline dönüştükçe, yani bir dönemin bitişi artık daha hızlı ve görünür hale geldikçe, Avrupa ülkelerinin gazete bayilerini daha çok süsler oldu Erdoğan ve Türk bayraklı dergiler. Der Spiegel, Economist, L’express, Time ve daha pek çok dergi önce Türkiye’nin çok yönlü siyasetinden rahatsız oldu. İlk tartışmanın adı ‘eksen kayması’ydı. “Türkiye Batı’dan ve Batılı değerlerden yüz çeviriyor” iddiasının hedefi aslında dışardan çok içerisiydi. Tartışmanın istenilen sonuca ulaşmaması sonrası daha doğrudan bir tehdit yöntemi denendi. Gezi işte bu tartışmanın en sert müdahale evresiydi. Bir anlamda ‘sözden anlamayanı’ sokakla ‘terbiye etmek’ istemekti, olmadı.
Avrupa’nın aile yadigârı: Türkiye korkusu
Batı için dededen toruna geçen yüzlerce yıllık miras, ‘Türkiye problematiği’ büyüyordu. Uluslararası değerler değişiyor, güç merkezleri kayıyor, Türkiye kendisine uygun görülen çevre rollerden çıkıp küresel siyasete yürüyordu. Yani onlarca yıldır perde gerisinde istihdam edilen suflöre artık yer yoktu. Türkiye o güne kadar stratejik müttefik olarak tanımlanan aktörlerce koyulan sınırları kendi belirliyor, küresel siyasette ve ilişiklerde eşitlikten bahsediyordu.
Suriye’yle, Suriye’nin kuzeyiyle, PKK ile, HDP ile, FETÖ ile, 15 Temmuz ile bizzat Türkiye’nin kendisini, sınırlarını hedef alan saldırılar hep aynı yere varıyor yıllardır. Bütün tartışmalar aslında hep başladığı yere geliyor: “Türkiye’nin ekseni kayıyor, cezalandırılmalı”. Cumhurbaşkanı Erdoğan kah diktatör oluyor, kah arkaik göndermelerle bir Sultan ilan ediliyor. Cumhurbaşkanı’nın çoğunlukla öfkeli konuşmalarından alınmış fotoğraflarına “Türk tehlikesi” başlıkları ekleniyor. Bu kapaklar için seçilen fotoğraflarda da, başlıklarda da gizlenen bir cümle var: Korkuyoruz.
İslamofobi, Türkofobi, Erdoğanfobi
Avrupa tüm bunları yaparken unuttuğu bir şey var; tarihsel iddiası olan demokratik değerleri bizatihi kendisi uzunca bir süredir zımnen askıya almış durumda. Demokrasi Avrupa için giderek ‘iyi zamanlarda’ giyilen bir kostüme dönüşürken, yerini korkunç bir karanlığa bırakıyor. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı 1940’ları hatırlatırcasına sınırlarını zorluyor. Bu düşmanlığın öfke unsuru Müslümanlar ve daha özelde Müslüman kimliğinin tarihsel temsili Türkler oluyor. Batı bugün hala “Müslüman” deyince aslında “Türk” diyor. Almanya’da milyonlarca Türk’ün yaşadığı camilere, DITIB’e ait kurumlara yönelik saldırılar işte bu nedenle yapılıyor.
Türkiye Afrin’e müdahale ederken, PKK Almanya’da cami kundaklıyor. Avrupa’nın hemen her yerinde teröristler neo-nazilerle kol kola girip Türkiye’yi faşizmle suçluyor. Avrupa bir paradokstan diğerine savrulurken, Türkiye ve Erdoğan karşıtı obsesyonları giderek daha çok büyüyor. Erdoğan’a yönelik ithamlar, saldırılar, çok uluslu “Erdoğan’ı devirme” planları, dergi kapaklarından akan o büyük korku bize bunu anlatıyor. Yani kökleriyle, kadim iddialarıyla buluşan Türkiye de, demokrasiyi askıya alarak bir neo-faşizm dönemine geçiş yapan Avrupa da, tam da bugün aslına rücu ediyor.
İlk manipülasyonu değil
Avrupa küresel zeminde yaşanan güç kaymasını, yani Türkiye gerçeğini kabul etmemekte ısrarcı. Bugün artık neredeyse hiçbir geçerliliği kalmayan insan hakları, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi uydurulmuş eleştirilerle, hem Avrupa kamuoyunda bir bilinç inşası için, hem de Türkiye’deki muhalefeti harekete geçirmek için çalışıyor. Gazeteler, köşeler, dergiler bu saldırgan Türkiye siyasetinin en görünür ve ‘masum’ aracı haline geliyor.
Fransa’da bu amaca hizmet eden operasyon aygıtlarından biri Le Point. 24 Mayıs tarihli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kapak yaptığı sayısı ilk örnek de değil üstelik. Macron’un “Küresel sahneye çıkmak aslında o kadar da havalı bir şey değil, Erdoğan ile her 10 günde bir konuşması gereken benim” küstahlığını yaptığı mülakatla aktaran bu dergiydi. 2018’deki saldırıları da aslında Cumhurbaşkanı’nın 5 Ocak’ta gerçekleştirdiği Paris gezisi öncesi başladı; o günlerde yayınlanan “La Turquie, l’Iran et droit d’hommists” isimli başyazıda bir ambargo tartışması açıldı.
Bunu Türkiye’nin Zeytin Dalı harekatı sırasında hayata geçirilen yoğun manipülasyon kampanyası izledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan saldırgan ifadelerle suçlandı, ardı ardına yayınlanan haberlerde Türk, Kürt ve soykırım kelimelerinin aynı cümlede kullanıldığı gerçeklerden uzak bir büyük manipülasyon kampanyası başlatıldı.
Türkiye’nin Afrin sonrası Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyine yönelik yeni müdahale planlarının yüksek sesle konuştuğu Nisan ayında, internet sitesinde yaptığı anketlerde peş peşe sorduğu sorular da dikkat çekici. Muhafazakar merkez sağ eğilimli Le Point’in bir gün “Bağımsız veya özerk bir Kürt devleti olmalı mı?”, bir diğer gün “Erdoğan Türkiye’si sizi korkutuyor mu?” başlıklarının açılması, bu sorular tartışmaya açılırken Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un PYD/PKK teröristlerini Elysee Sarayı’nda ağırlaması tesadüfi bir ardıllık olarak değerlendirilemez.
Aynı günlerde, belki bugün konuştuğumuz ekonomi bazlı saldırıları anlamamızı sağlayabilecek bir haber de çıktı dergide. O yazıda 3. Havalimanı hedef alınıyor, burasının bir liderlik hırsının neticesi olduğu iddia ediliyordu.
Le Point’in ipleri kimin elinde?
Le Point’in son dönemde kimlerle, ne türlü irtibatlar kurduğunu görmek için yine küçük bir arşiv taraması yeterli. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kapağına taşıyıp diktatörlükle suçlayan dergi çok değil 6 ay önce, ABD-İsrail-BAE takımının dördüncü üyesi Suudi Arabistan Veliaht Prensi Selman’ı kapağına taşımıştı. Müslüman dünya için politikalarıyla bir utanç kaynağı haline Prens için “Geleceğin lideri” tanımlaması yapılmış, Selman’ı İslam, Ortadoğu ve Kudüs başlıkları altında büyük bir değişimin aktörü olarak anlatmıştı.
Bu tanıtım kampanyası, son dönemdeki Türkiye karşıtı kampanyalar ve Batılı dünya ile Müslüman dünyanın ’bazı‘ aktörleri arasında gelişen dikkat çekici ilişkiler, geçen hafta yayınlanan ‘Erdoğan’ kapağını daha kuşkulu hale getirmiş durumda. Hatta öyle ki, Le Point’in Türkiye’ye yönelik karalama kampanyasına giriştiği bu dosyanın bir ihale olabileceği bile konuşulanlar arasında.
“Le Point’in tam da seçimler öncesi yayınladığı kapağı kim fonladı?” tartışması açılacaksa, hiç kuşku yok bunun en olağan faili Birleşik Arap Emirlikleri. Zira elde bunu bir kuşkunun ötesine taşıyan deliller var. Körfez medyası üzerinden Türkiye ve Erdoğan düşmanlığı yapan, Türkiye’nin karşısında kim varsa, hangi terör örgütü Türkiye’ye saldırıyorsa ona hem yayınlarıyla hem finansal desteğiyle yön veren BAE. Bölgesel ve küresel müttefikleriyle, PKK’yı korumaya alan, temel amaçları Türkiye düşmanı yayıncılık olan ve firari FETÖ’cülere aktarılan parayla kurulan internet sitelerinin sahibi BAE.
15 Temmuz’dan bu yana artık aleni şekilde yürüyen BAE merkezli bu Türkiye karşıtı operasyonun son ayağının Le Point olduğunu düşünmek elbette aşırı bir yorum olmayacaktır. Seçime giden yolda, kalan 4 haftada bu ve benzeri örneklerin, tıpkı daha önceki seçimlerde olduğu gibi, çeşitli ülkelerin yayın organları üzerinden servis edildiğine tanık olacağımızı söylemek de şimdiden mümkün.
Avrupa kabullenmek zorunda
Türkiye artık seçim için geri sayıyor. Seçimlerde ‘saatlerin öne alınması’ nedeniyle Batı’da bir psikolojik sarsıntı yaşanmış durumda. 1.5 senede ‘olacaklar’ adeta hızlandırılmış halde, kısa süreye sıkıştırılmış halde yaşatılmaya çalışılıyor. Türkiye seçimlere giderken ekonomik saldırılarla bir kez daha yıldırılmaya, seçmen davranışı manipüle edilmeye, siyasi irade hizaya çekilmeye çalışılıyor. Ancak Avrupa’nın boğmaya çalıştığı sesin haykırışı tüm saldırılara rağmen 16 yıldır aynı şeyi söylüyor.
O sesin sahibinin ısrarla anlatmaya çalıştığı şey şu: Avrupa’nın, Batı’ya sırtını döndüğünü iddia ettiği Cumhurbaşkanı Erdoğan, Batı’nın o alaşağı etmek istediği ‘Yeni Türkiye’ idealinin müsebbibidir. Siz Erdoğan ile devam etmek istemeseniz de, demokrasi gereğince ‘devam’ kararı verecek olan siz değil, sindirmeye çalıştığınız bu coğrafyanın insanları olacak. Ve evet, Türkiye bundan sonra da kendi önceliklerini belirleyecek, kendi ittifak ilişkilerini şekillendirecek ve siz eşitlikçi bir söylem geliştirmedikçe beklediğiniz normalleşmeyi hayata geçirmeyecektir.