İslamcılık yeni bir yol açmalı

Bugüne kadar en çok tartışılan kavramlardan biri İslamcılık olsa gerek. İslamcı- İslamcılık tanımının kullanılmasının doğru olup olmadığından, İslamcılık’ın ölüp ölmediğine kadar uzanan bu tartışmalar, ‘Siyasal İslamcılık olur mu’, ‘Radikal İslamcılık kavramı neden kullanıma sokuluyor’ şeklinde devam eden konularla, dönem dönem hararetlenip, dönem dönem duruluyor. AK Parti’nin iktidara geldiği dönemden bu yana ise İslamcıların devleti, iktidarın da İslamcıları dönüştürmesi bağlamında tartışmalar devam ederken, devlet, millet, bayrak, İstiklal Marşı gibi kavramların İslamcı kesimdeki algısının değişip değişmediği de sorgulandı. Son günlerde ise İslamcılık farklı bağlamlarda olsa da yine gündemde. Görsel ve yazılı basında, sosyal medyada bu kadar çok bahsedilen bir konunun ne anlama geldiği, kavramın ne kadar doğru anlaşıldığı ya da kullanıldığı da tartışmalı. Buradan yola çıkarak İslami kesimin entelektüel isimlerine İslamcılık ve Yerli İslamcılık’ın ne olup ne olmadığını sorduk. Hayrettin Karaman, Ahmet Taşgetiren, İsmail Kazdal, Hamza Türkmen, Ercan Yıldırım, İsmail Küçükkılınç, Süleyman Arslantaş, Cevat Özkaya görüşüne başvurduğumuz isimler oldu.

İslamcılık kavramını değerlendiren isimlerin birçoğu, İslamcılık hareketinin yeni bir yol açmak, 100 yıl evvelki tanzim edilmişlikten kurtulup kendi kendisi olabilmek, kendisini yeniden üretmek ve yürüyüşünü liberal, ulusalcı, öykünmeci, ihaleci unsurlarla değil, 15 Temmuz Direnişi’ndeki gibi bedel ödemeye hazır ‘tekbirler’ ile temayüz eden ruhla gerçekleştirmesi gerektiğini ifade ettiler.

Ahmet Taşgetiren

İslamcılık: Müslümanlığın misyon boyutu

Temelde İslam – Müslümanlık var hiç kuşkusuz.

“İslamcılık” İslam’ın -Müslümanlığın bir dava – misyon haline gelmiş boyutudur.

Osmanlı’nın son döneminde, çözülüş sürecinde, “Kurtuluş nerede?” sorusuna cevap aranırken, “Devlet ve toplum hayatında İslam’la aramıza mesafeler girdi, çözüm İslam’ın yeniden ve özgün biçimde hayat haline gelmesinde” cevabını verenler, “İslamcı” diye nitelendiler. Kendilerini “İslamcı” diye tanımladılar mı, yoksa dışardan böyle mi tanımlandılar, üzerinde düşünülebilir. “Batıcı”, “Türkçü” akımlar da o dönemin misyon hareketleridir.

O dönem hala Osmanlı’nın “İslam’ın üstün değer olarak göründüğü” bir yapılanma içinde bulunduğu dönemdir. Tanzimat Fermanı’nda bile Osmanlı’nın İslam’la arasına mesafe girdiği için problemler yaşadığına işaret edilir.

Yeni dönemde “İslamcılık”ın ideolojik muhtevasına, İslam’ın bir toplum – devlet sistemi olduğu düşüncesinin yanında İslam dünyasının açık-örtülü sömürge statüsünden kurtulması misyonu da eklenir. Bu muhteva ile tanımlama “Siyasal İslam-cı” niteliğine bürünür.

İslam’ın bütün hayatı kapsayan bir değerler manzumesi olduğu düşüncesi, Müslümanlar açısından bir inanç meselesidir. Yaşar – yaşamaz, eksik yaşar ayrı, ama İslam’ın bu bütüncül yapısını reddetmek, ortaya çok ciddi bir inanç sorunu çıkarır.

İslam dünyasında 100 yıl öncesinde açılan parantezle, sistemler, yönetim kadroları, hatta dünyadaki konumun statüsü itibariyle kendi dışında bir belirlenmişliğin bulunduğu bir gerçektir. Bu her ülkeye “kendi kendisi olma” sorunu getirdiği gibi İslam dünyasına da “İslam dünyası olabilme” sorununu getirdi.

Bir noktada Müslümanın İslam’ı bir bütün olarak yaşama meselesi ile yukarda işaret ettiğim 100 yıllık parantez de iç içe geçti. Bugün İslamcılık böyle bir gündeme sahiptir diye düşünüyorum.

Bunun Türkiye ve İslam dünyası için aynı zamanda bir bağımsızlık sorunu olduğu da not edilmelidir.

Adına “İslamcılık” densin denmesin, “Ben Müslümanım” diyen bir kişinin bir İslam’ı bütün halinde yaşama gündemi de vardır, Türkiye veya diğer İslam ülkelerinin 100 yıl evvelki tanzim edilmişlikten kurtulup kendi kendisi olabilme gündemi de vardır.

Belki soru, bu bilinç kimde var sorusudur.

İslam ülkeleri ve İslam toplumları bu bilinci kuşandıklarında, dünya başka bir dünya olacaktır. 100 yıl evvelki parantezi açanlar da, bilinçlenme yolunu kesmeye çalışmaktadırlar.

Ercan Yıldırım

Kamusal dindarlığa kitlenilmemeli

İslamcılık hareketi Tanzimat döneminde Müslümanlarla gayrimüslimlerin “müsavat” ilkesi etrafında denkleştirilmesine karşı çıkmış, Meşrutiyetle modernitenin, batı medeniyetinin yöntemlerini dikkate alarak batı medeniyetini aşmayı, bir çelişkiyi yaşatmayı hesaplamıştır.

İslamcılık gelenek, tarihi İslam eleştirisi yapıp öze, Kur’an ve sünnete dönüşü öne çeker; milletin uhdesindeki inanış biçimlerini de tasfiye etmeyi hesaplar. İslam’ın terakkiye amir olduğu kanaati, yeni bir medeniyet inşa etme fikriyatı kalkınmacılığı meşrulaştırır. Modern bilimin, İslam’ı tasdik ettiği tezleri de savunmacı, kompleksli psikolojiyi çok daha net gösterir.

Osmanlı İslamcılığı bir ulema-aydın hareketi olarak İslam düşüncesini yenilemeyi hedeflerken Cumhuriyet İslamcılığı Meşrutiyet tezlerinin ötesine geçemeden aydın hareketi hüviyetinde Tek Parti uygulamalarını aşmaya, medeniyet inşa etmeye, İslam birliği kurmaya kilitlenmiştir.

Osmanlı-İstanbul merkezli İslamcılık bu topraklardan kalkıp tüm İslam alemini kurtarmayı amaçlar; 27 Mayıs’tan sonra tercümelerle beraber şekillenen Cumhuriyet İslamcılığı ise darülharp-darülislam dikotomisi kurarak, İslami-cahili toplum, İslam devleti-tağut devlet ikilemi içinde millet hayatını ve devleti Kemalist ideolojiyle eşitleyip, “namaz kılınan her yer vatandır” kanaatini oturttu.

80’lerin ortasından itibaren yeni tercümelerle neoliberal tezler İslamcıları iyice yabancılaştırdı. Özellikle “2013 eşiği”nden sonra İslamcılık bu topraklara yakınlaşmaya başladı. 2016 yılındaki bir röportajımda neoliberal İslamcılığın sona erip milli eksenli İslamcılığın geldiğini söylemiştim. Fakat bu milli ve yerli İslamcılık zamanla durumdan vazife çıkaran birilerinin elinde bağlamından koparıldı, Kemalist renkli milliyetçiliğe dönüştürülmek istendi.

İslamcılık düşüncesi en başta İslami dönüşümü hedefler. Bu dönüşüm milliliği tanımlayacak şekilde Gazali sonrasındaki antikapitalist, küfür dışı nizamın, gaza anlayışı çerçevesinde yeniden kurulmasına dayanır.

Biz Türkler ümmetçi bakış açısıyla nizam-ı alem, ila’yı kelimetullah ilkeleri çerçevesinde dünyadaki Müslümanların birliğini öne çekeriz. Vahdet-i vücud felsefesi siyasi mana da kazanarak bu kapsayıcılığı sağlamıştır. İslamcılık, millilik kesinlikle bir tasfiye hareketi olamaz tam tersine içselleştirici fonksiyonlara sahiptir.

Bu aşamada İslamcılık hareketi cendereden çıkıp yeni bir yol açmak mecburiyetindedir; İslamcılık ya bir kere kurduğu nizamı bir kez daha inşa edecek ya da sıradan kamusal dindarlığa kilitlenip tarihi potansiyeli de heba edecek!

Hayrettin Karaman

Müslümanlar oldukça İslamcılık da olacaktır

Osmanlı’ya batılılaşma mikrobu bulaşmaya başlayınca bazı gayretli Müslümanlar buna karşı çıkmış, kendi dinimizi ve medeniyetimizi korumamız gerektiği tezini savunmuşlardır. Bunlar İslamcıdır. Daha sonra bilhassa İttihatçıların hataları Osmanlı’da kavmiyetçilik mikrobunu yaymaya başlamış, bazı gayretli Müslümanlar buna da karşı çıkmışlar ve “İslam birliği” ve “ümmet yapısını” savunmuşlardır. Bunlar da İslamcıdır. İslam’ın ve Müslümanların maruz kaldıkları meydan okumalara karşı fikir ve fiil cihadı yapan Müslümanlar da İslamcıdır.

Dünya yüzünde Müslümanlar var oldukça, adına İslamcılık deyin demeyin, “İslam davası ve bu davanın sahipleri” var olacaklardır. Dava ise “İslam’ın hayatın bütün alanlarında var olması, İslam din ve medeniyetinin en uygun üslup içinde dünya insanlığına sunulması, Müslümanların bir şekilde birleşmeleri ve bütün dünyada adil bir düzenin hakim olmasıdır”.

Diğer yandan ‘Siyasi İslam’ kavramının karşılığı yoktur; çünkü bir tane İslam vardır. “Siyasal İslam” diye bir terim uyduranlar bunun içini yakın geçmişte Hizbullah, Hizbüttahrîr, Müslüman Kardeşler, son zamanlarda ise el-Kaide ile dolduruyor. Peki bunların dini siyasi İslam ise başka Müslümanların dininin adı “Siyasi olmayan İslam” mıdır? Bu ise bunun anlamı nedir? İçinde siyasetle ilgili bir kural, bir buyruk, bir hüküm bulunmayan İslam mı demektir? “Siyasal İslam” yoktur, var olan içinde siyasi boyutun da bulunduğu İslam’dır.

Müslüman pazarlık yapmadan, dinin kurallarını bölmeden -elinden geldiğince- hayatının bütününde Allah’a teslim olur. Evin içinde, camide Müslüman, kamusal alanda gayr-i müslim olamaz. Asıl vazifesi kamusal alanda da İslam’a aykırı (buna insan haklarına ve ahlaka aykırı da diyebiliriz) bir durumun oluşmasını engellemektir, buna gücü yetmezse, başkalarına dokunmadan kendisi özel ve kamusal alanda Müslümanca yaşar, buna da gücü yetmezse yapabildiğini yapar, yapamadıkları için de -gücünü aştığından- bağışlanır. Müslümanlık bu olduğuna göre “siyasal, ılımlı, laik vb.” diyerek farklı bir İslam’dan söz etmek güneşi bir şeylerle örtmeye kalkışmak demektir ve mümkün olmaz.

İslamcıların düşüncelerinde yanılmaları, bazı hatalara düşmeleri her zaman mümkündür ve vakidir. Ama temiz kalan İslamcılar, hataya düşen kardeşlerini, dava arkadaşlarını uyarırlar, ıslah için ellerinden geleni yaparlar, ama asla onlara karşı “İslam davasına karşı olanlar” ile işbirliği yapmazlar, oylarını ve desteklerini dava karşıtlarından yana kullanmazlar.

İsmail Kazdal

Karanlığa yumruk sallıyoruz

35 yıl önce yazdığım bir yazıda belirtmiştim; biz kavram kargaşası yaşıyoruz. Karanlıklara yumruk sallayan boksörler gibiyiz. Ne Millicilik belli, ne ulusalcılık ne de din belli. Din bir hukuktur. İnsanın yaşayışını tanzim eden ahlaki ilkelerin hukuk haline gelmiş halidir. Benim için İslamcılık yoktur, İslam vardır. Ona bağlı insanlar Müslümandır. Bağlı olduğu dine davet etmeye çalışır, davetçidir. Kavram kargaşasının sebebi de Kur’an’dan beslenmememizdir. Kendimizi Kur’andan uzak tutuyoruz. Onunla kendimizi test etsek gerçekten dışarıda kaldığımızı görüyoruz. İnsanın kendisine soracağı tek bir soru var: Hak mağlup olur mu? Hak mağlup olmaz! Öyleyse kim mağlup oldu? İnandığını iddia eden insanlar, gruplar, milletler…

Hz. Ömer’in şehit edilmesinden sonra, din her tarafta sultanın saltanatına bağlıdır. Din koyma hakkı Allah’tan alınıp saltanata geçmiştir. Ondan bu yana saltanatın dinidir. Saltanat ise kibar-ı kelam sözleriyle, mevzu hadislerle işini yürütmüştür ve gittikçe de Kur’an’dan uzaklaşmıştır. Kur’an’ı yüzünden okumayı marifet sanmıştır. Şimdi kimisi klasikleri savunuyor, kimisi o kadar devrimci oluyor ki Allah adına, Allah’ın Resulünü silip atıyor.

Şu anda muazzam bir kaypak arazi var. Bu arazi üzerinde yürümeye çalışıyor İslamcılar. Kendilerine yakışan sıfatı da, yakışmayan sıfatı da kabul ediyor. Bugün bir hukuk düzeni olarak Kur’an’daki kısas olayını savunamıyorsan, Müslüman falan değil, tatlı su balığısın. O nedenle ben İslamcı kavramını kabul etmiyorum. İslam dini vardır, o din Kur’an’dadır. Kur’an’daki İslam dinini kavrayınca insan Mümin Müslüman olur. Mümin Müslüman da davetçidir davet eder. Bunu da huzurdaki mahkemede beraat etmek için yapar, başka hiçbir şey için değil.

İsmail Küçükkılınç

Zor günlerin mukavemet istinadgâhı

Bir mefhum veya telakkinin hayat bulduğu anlam dünyası ve konjonktür dikkate daha doğrusu merkeze alınmadan medlûlü, maksudu ne izah, ne tavzih ve ne de tarif edilebilir. Bir mefhumun, bir telakkinin, bir hareketin içeriği, kapsamı ve hududu da ancak doğuş/istimal gayesine göre genişletilip daraltılabilir. Bu siyakta İslamcılık kadar haksızlığa maruz kalmış başka bir mefhum ve telakki yoktur desek sezadır.

İslam dünyası, karamsarlık ve karanlığın hâkim olduğu dönemlerde kimi zaman çareyi başka inanç ve kültürlerden transfer ettiği “Mehdîlik” gibi telakkilerde bulmuş, ümidini buna bağlamıştır. Mehdîlik bir halk inancı olarak mı öne çıkmış yoksa sakinleştirici olarak siyasetçiler ve âlimler tarafından mı dikte edilmiştir tam bilmiyoruz ama maddî değil manevî bir işlev görmüştür; zaten derde deva olması da mümkün değildi. Dışarıdan bir kurtarıcının gelmeyeceği her defasında acı ve yıkıcı bir şekilde tecrübe edilmişse de yine de bu inançtan vazgeçilmemiştir. Kaba bir teşbih olacak ama İslamcılığın modern çağın mehdîsi olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum. İslamcılığın inanmadığı bir mefhum ve inanç ile teşbihi problemli bir şeyse de İslam âlemine ve Müslümanlara modern çağda sunduğu “kurtuluş ümidi” Mehdîliğin işleviyle hemen hemen aynıdır. İslamcılık, İslam âlemine maddî bir “kurtuluş reçetesi” sunmaktadır.  Ancak İslamcılığın mehdîsi hem gayb âleminden gelecek birisi değil, bizatihi Müslümanların güncel bir tabirle ifade edersek “paradigma değişikliği” olacak hem de ahretten önce dünyayı önceleyecektir. İslamcılık, ahrete inancı tam Müslümanların kararan dünyasını aydınlatmayı merkeze alan, dert edinen bir telakkidir.  İslam dünyası modern dönemde sahabe, Emevî-Abbasî başta saltanatlar döneminde yaşanan iç çatışmalar ve Moğol ve Haçlı saldırılarında maruz kaldığı durumdan bambaşka bir saldırı ve vaziyetle karşı karşıya kalmıştır. O güne kadar İslam dünyası, devasa sellere, taşkınlara karşı toprak, taş ve kalın tomruklarla bend örmeye çalışır, bunda da kimi zaman başarılı olurken, artık bunların işe yaramadığı, beton, demir ve çeliğin elzem olduğu gerçeğini kabul ve teslim etmek mecburiyetinde kalmıştır.

İslamcılık, modern çağda mevcut durumu bir değer olarak değil bir gerçek olarak gören ve buna göre tedbir almayı elzem addeden bir telakkidir. Yani İslamcılığın merkeze aldığı şey Batı’nın değer dünyası değil, fiilî hâkimiyetidir. Gelenek ve geleneğin kutsallığı adına İslamcılığın modernliğine itiraz, hatta hakaret edenler, İslamcılığın yabancı bir kültür ve medeniyet olan modern Batı/Avrupa’dan transfer ettiklerinin, geleneğin kendi dönemlerinde kadim Yunan, Mısır, Hint ve İran medeniyetlerinden transfer ettiği gibi “değer” değil, esasen bir “usul”, bir “enstrüman” olduğunu unutmamalıdırlar. Batı’nın bilim ve teknolojisinin arkasında elbette kendi kültür, inanç ve medeniyeti mevcuttur, ancak her çıktının değerden bağımsız olamayacağını, değer yüklü transfer edildiğini ya da içselleştirmenin başka bir ölümcüllüğe, yapısal değişikliğe yol açacağını söylemek de doğru değildir. Kaldı ki hayat ve zaman geleneğin acı bir münekkidi, kimi zaman da değer yargılarının kıstasıdır.

Modern çağda Müslümanlar zor günlerden geçmektedir; İslamcılık, bu zor dönemde İslam’ın ve Müslümanların en azından en kıymetli mukavemet istinadgâhıdır.

İslamcılık, bilinçli olarak selefîlik, şiddet ve salt siyasetle özdeş gösterilmeye çalışılmaktadır. İslamcılık, siyaseti de kapsayan ama ona irca edilemeyecek genellikte ve kuşatıcılıkta bir telakki, bir perspektif, yeni bir paradigmadır. İslam’ı salt iyi ahlak ve iyi Müslüman olmaya indirgemek, onu hayatın esası değil de nesnesi ya da herhangi bir unsuru kabul etmekle mümkündür. İslamcılığa düşmanlıklarından karşı çıkanlar neyse de hayatı bihakkın algılayamayan kimi Müslümanların bu tavırlarıyla İslam’ı ahrete yönelik bir tatmin aracı ve sosyal hayatta da bir kültür değeri mesabesine indirgediklerini fark etmemeleri manidardır. İslamcılık, kısaca İslam davasıdır.

İslamcılığın esas hatları bu olduğuna göre onun yerelliği ya da millîliğinin çok esasa müessir olmadığı, farkın kimi zaman bariz olsa da bölgesel ve konjonktürel bir mahiyet arz edeceği de izahtan vareste olmalıdır. Çünkü İslamcılık, İslam’la izahı mümkün bir telakkidir. Yerel ve millî unsurlar dışlandığında kalan şey İslam için de İslamcılık için de aynıdır.

İslamcılık, İslamcılara ve iktidarlara hasredilemeyecek, onların yanlışlarıyla tenkid ve cerh edilemeyecek kadar mühim, hayata ve geleceğe dair bir telakkidir.

Türkiye İslamcılığı bireyseldir

Süleyman Arslantaş

“İslamcılık kavramı” bir tez değil, Batıcılığa, İslam dışı kültür ve akımlara karşı bir antitezdir. Bunun yerine anlaşılabilir bir ifade ile “bütüncül İslam” kavramı pekala kullanılabilir. İslamcılıkta siyasi bütünlük, düşüncede bütünlük öne çıkarken ve yine siyasi kaygıların yönlendirdiği bir akım özelliği taşırken; “bütüncül İslam” anlayışında, akide, ibadet, muamelat, siyaset, sabır ve şehadet kavramları öne çıkmakta. Bu kavramların şeklini, hayatiyetini günün getirdikleri değil akidenin getirdikleri oluşturmaktadır.

İslam adına ortaya çıkan İslamcılık sonucu öncelemekte oysa İslam; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (11/112) ilkesinde de görüldüğü gibi süreci öne almaktadır. Dünden bu güne “İslamcılık akımlarında” yeterince Hz. Peygamberin (as) stratejik sünnetinin ihyasına rastlanmadığını söylesem acaba haddimi aşmış olur muyum? Gerek Kur’an’ı Kerim’de İslam’ı anlayış ve ikamedeki tedricilik ve gerekse Hz. Peygamberin (as.) üç safha halinde özetleyebileceğimiz kadrolaşma, kamuoyu oluşturma ve İslam’ı iktidar etme anlayış ve uygulamaları niçin günümüzde de gelecekte de pratize edilmesin ki?

İslamcılık akıl ile vahiy arasına giren engelleri ortadan kaldırma ameliyesi ile birlikte vahyi hayatın bütün şubelerine hakim kılmaktır. İslamcı da bunu yapan kişidir. Zaten bu ifadelerin ete kemiğe büründüğü anlar, zamanlar olmuştur ve olmaktadır. Belki de Hz. Hüseyin İslamcılığın bu manada ilklerindendir. Hz. Hüseyin’den günümüze birçok İslamcı, müceddid, ihyacı gelmiş ve gelecektir de inşallah.

İslamcılık eğer Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içerisinde insan, hayat, kainat ve ötesine bakmak bu bakış için çaba sarf etmek ise, bunun elbette yerlisi, yabancısı olmamalıdır. Ne var ki bir vaka olarak yerli İslam anlayış ve uygulamaları dün olduğu gibi bugün de vardır.

İslam dünyasının çeşitli ülke ve beldelerinde olduğu gibi Türkiye’de de İslamcılık ve İslamcı önemli ölçüde yerli motiflerle arz-ı endam etmektedir. Sondan başlamak gerekirse ülkemizde maalesef Müslümanların iktidarını İslam’ın iktidarı olarak algılayan bir anlayış ve kabul vardır. Oysa bir iktidara İslami iktidar demek için o iktidarın yasama kaynağının vahiy olması gerekir. Kaldı ki Türkiye’de iktidar olan parti ve kurucuları böyle bir iddia ile gelmediler. Ama ne yazık ki iktidar odağının dışındaki bir kısım çevreler Müslümanların iktidarda olmaları İslam’ın iktidarı gibi görmeye ve buna da “İslamcılık”, “İslamcılar” gibi tanımlamalar yaparak tartışma ortamı oluşturmaya çalışmaktadırlar.

Türkiye’de İslami akımlar şeklinde kategorize edeceğimiz akımlar başlıca; tarikat, cemaat ve siyaset birimleri olarak ifade edilebilir. Bu saydığım üç yapının da içerikleri incelendiğinde İslamcılar ve İslamcıya yüklenen misyonla genel olarak örtüşmedikleri de ortada. Çünkü her üç yapılanmada da vahyin ve sahih sünnetin yönlendirmesi olmadığı gibi çağın, modernitenin getirdiği sorunlara çözüm üretme, Müslümanları çeşitli İslam dışı akımlara karşı koruma refleksleri mevcut değildir. Bilhassa tarikat ve cemaat çevreleri genelde kendi anlayışları doğrultusunda bir İslam ve anlayış uygulamasını ya da buna uygun olduğunu zannettikleri çeşitli ritüellerle İslamcılık yaptıklarını zannetmektedirler.

Türkiye’de İslamcılık muhtelif merhalelerde kendisini göstermiştir. Bunlar kısaca Ahmet Cevdet Paşa, Mehmet Akif Ersoy gibi şahsiyetlerin öncülüğünde başlayan gelişmelerdir. Bu iki şahsiyetin de önemi Kur’an merkezli çözüm üretme arayışları ve yine 19. yüzyılda başlayan Batı hayranlığına ve fikirlerine karşı net duruşlarıdır. Türkiye’de bireysel İslamcılığın ve uygulamasının esin kaynağı başta Urvet’ul Vuska öncüleri olmak üzere Said Halim paşa, Mehmet Akif Ersoy, Nurettin Topçu’nun yanı sıra Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik b. Nebi, Ali Şeriati gibi şahsiyetlerden bahsedebiliriz.

Kısaca yerli İslamcılık anlayışının farklı biçimlerde ortaya çıkışı muhtelif merhalelerde olmuştur. Ancak en genelde İslamcılık, Kur’an ve Sünnete dayalı İslam’ı ihya hareketi ise; bunun da öncüleri Hz. Hüseyin, İmam Ebu Hanife, Ömer b. Abdülaziz, Gazali, İbni Teymiyye vb. dir. Türkiye’de İslam adına boy gösteren tarikat ve cemaat ve siyaset yapılanmalarını “İslamcı” ya da “İslamcılık” olarak değerlendirmek abartılı olur. Ancak bireysel olarak tarifini yapmaya çalıştığımız manada bu ülkede ciddi İslami şahsiyetler yetişmiştir ve yetişmektedir ve vardır. Türkiye’deki bireysel İslamcılık kurumsal İslamcılığın çok önünde ve hatta mukayesesi bile yapılamaz. Kurumsal İslamcılar (!) kendi varlıklarının devamını öncelerken, bireysel İslamcılar İslam’ın anlaşılmasını ve yaşanmasını öncelemektedirler.

Cevat Özkaya

İslamcılar kendilerini yeniden üretmeliler

İslamcılık, amel ve imanımızı birbirinden ayırmayı talep eden bir düşünce ve hayat anlayışına karşı bir kimlik ve cevap olmaktan ziyade daha çok bir itiraz mahiyeti taşıyan bir İslam yorumudur. 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış, bir grup Müslümanın İslam devletini ve hakimiyet durumunu kaybettikten sonra modernite ile karşılaştığı anda, geliştirdiği bir itiraz bir tavırdır. Yani bir nevi modernite karşısında Müslümanların nasıl var olacağına ilişkin bir İslam yorumu şeklinde niteleyebiliriz. İslamcı devlete taliptir, aynı zamanda siyasi bir harekettir. Hayatı ve dünyayı İslam’a göre düzenlemek, dizayn etmek isteyen bir yapıya sahiptir. Hayat karşısında bir tasavvuru vardır. Bu tasavvuru da hayata geçirmek için uğraşan, netice itibariyle de Müslüman olma hasebiyle kaynağını Kuran ve sünnetten alan bir anlayışa sahip olan, Kuran ve sünnetin farklı bir yorumu demek daha doğru olur. Aslında Müslüman ve İslamcı birbirinden çok ayrılır şeyler değildir fakat bugünkü konjonktürde Müslüman daha çok dar anlamda ibadetini yaptıktan sonra Müslümanlığını yerine getirdiğine inanan insan, İslamcı ise daha aktif daha hayata müdahil daha özne olmaya çalışan biri olarak anlaşılıyor. Netice itibarıyla dönüp baktığımızda her İslamcı Müslümandır ancak her Müslüman İslamcı değildir.

İslamcılık elbette bir takım arızalarla malul. Devletini kaybettikten sonra, devletini ona kaybettirenlerin karşısında bir tavır ortaya koymaya çalışıyor. Uzun bir hazırlık dönemi yok. Anında bir tavır koymaya çalışıyor. Elbette bu refleks bir tavırdır ve itiraz temelinde kuruluyor. Bu İslamcılığın doğduğu zaman diliminde anlaşılabilir bir şeydir. Ama İslamcılığın hala ve bugün bu arızalarla malul olması maalesef İslamcıların yeteri kadar entelektüel kapasiteye sahip olmadıkları veya kapasitelerini yeteri kadar çalıştırmadıkları anlamına gelir. Kur’an ve sünnete dayanarak yapılan bir itirazı 21. yüzyılda hala aynıyla, bir şey ilave etmeden devam ettirmek elbette başlı başına arızadır ve İslamcıları zor bir duruma sokmuştur. İslamcılar bu durumdan kendilerini yeniden üreterek çıkabilirler.

Yerli İslamcı tabirini çok doğru bulduğumu söyleyemem ama bir arızadan bahsediyorsak bizde İslamcılık Lozan’a kadar Mısır ve orada çıkmış İslamcılık tasavvurlarıyla irtibatlıdır. Fakat Lozan’dan sonra hem İslamcılıkla hem İslam’la irtibatını kesti, en azından Türkiye’yi yönetenler. Bu yaklaşık 1960’lara kadar sürdü. 1960’lara geldiğimizde ise İslamcılık kendi ülkesindeki geçmişini çok sorgulamadan, Mısır’da İhvan, Pakistan’da Cemaat-i İslami gibi ümmetin diğer bölgelerinde çıkan, Seyyid Kutub, Mevdudi vb. eserleriyle birlikte kendiliğinden gelişti. Bu menfi bir şey değil. Menfi olan bizim topraklarımızda çıkan ciddi İslamcı alimlerin bilinmiyor olması. En azından yakın çevremizden haberdar olmamak Türkiye İslamcılarının naifliğidir. İslamcılık yerli değildir meselesi buradan çıkıyor. Sait Halim Paşa’dan, Babanzade Ahmet Naim’e kadar devam eden, Mehmet Akif’i de içine alan bu ve diğer İslamcıları da içine alan bu süreçte, Türkiye’de teşekkül etmiş İslamcılığı da içselleştirmek durumundadır.

Hamza Türkmen

Sivil alana dönmeliyiz

Katib Çelebi’nin, Halepli Naima’nın, Urvetu’l Vuska’nın, Said Halim Paşa’nın tarih yorumlarına baktığımızda Osmanlının son üç asırlık döneminde ve Türkiye’de ‘Yeniden İslamlaşma’ çabalarının en yoğun olduğu dönem 1985-1995 yıllarıdır.

1970’li yılların ortalarında mayalanmaya başlayan bu sürece İslami uyanış ve tevhidi bilinçlenme süreci diyorduk. O yıllardan itibaren daha çok ‘uyanış’, daha sınırlı olarak ‘bilinçlenme’ söz konusu oldu. Meydanlara çıkıp kamuoyu oluşturabilmek veya tebliğlerini kamuoyuna aktarabilmek için hakka hakikate tanıklık yapmaya çalışan insanlar ‘Türkiyeli Müslümanlar’, üniversitelerdeki gençlerimiz de ‘Müslüman gençlik’ idi. Bu çizgideki insanları TÜSİAD medyası manşetlerinde ve spotlarında ‘İslamcılar’ diye takdim ettiler. Onlar dışarıdan bakıyordu. Milli dindarlık içinde de, millilikten arınmışlık içinde de olsa İslâmî olanı yaşatma yönelimi veya duyarlılığı taşıyan herkese İslamcı diyorlardı. Vesayetçi statükoyla uzlaşmacı olmayan devrimci eğilimlerimize de ‘radikal veya siyasal İslamcı’ denilmeye başlandı.

İslamcılık, üretilmiş bir kavram da olsa adaleti, şahidliği ve yaşayan şehidliği üstlenmiş Müslümanların üstün vasıfları için kullanıldığında fazlaca bir sorun yoktu. Çünkü ilahi buyruklar gereği müminler kardeşti, darda sıkıntıda kaldıklarında birlik olup dayanışma içinde olmaları gerekirdi ve ortak sorunlarıyla ilgili nitelikli müşterek karar mekanizmasına yani şura meclisi/ululemr’i oluşturmaya zorunlulukları vardı.

Yani İslamcılık algısı, en azından İslami duyarlılığı ifade ediyordu. İslamcı, komşusu açken tok yatmayı meşrulaştıramaz. Şarktaki Müslümanın ayağına diken battığında Garpta da olsa onun derdine ilgi göstermezlik yapamaz. Ve tüm İslamcılar her türlü zulme, sömürüye, haksızlığa ve bilebildikleri kadarıyla şirke tavır almak zorundadırlar.

1970’li yıllarda Türkiye toprakları gerek yeterli İslami bilgi, organizasyon ve mücadele yaşanmışlığı açısından çorak bir topraktı. Oluşmuş bir rehberiyet modeli ve şura işleyişi örnekliği yoktu. 2017’deyiz ve hala bir rehberiyet modelimiz ve kuşatıcı bir şura işleyiş örnekliğimiz yok. Ama 2010’lardan sonra Türkiye toprakları hem bilgi ve tecrübe birikimi olarak artık çorak toprak değil; iş yapma azminde olan ve bilgiyi aramasını bilen her Müslüman için son derece birikimli ve humuslu bir toprak. Ayrıca dün edinmek istediğimiz organizasyon kabiliyeti ve bilgi birikimi açısından bugün oldukça güçlü ve zenginiz. Ama bu zenginliğimizin İslamlaşma hamlemizi güçlendirmekten ziyade, iktidar kanallarında yer almak ya da ekonomik gücümüzü artırmak istikametinde yoğunlaştırılması oldukça yaygındır.  Dava özgünlüğü ve İslami temsiliyeti olmayan imkanlar ise şımarıklığı hatta azgınlığı artırmaktadır.

Tunus’da Nahda Partisi’nin 2016 Kongresi’nde Nahda Hareketi Lideri Raşid Gannuşi kuşatılmışlığımız içindeki reel gerçekliği bir kere daha vurguladı. O da reel politik alanda siyaset yaparken dini ölçülerimize dikkat etsek bile İslamcılık yapılamayacağı, İslamilik/İslamcılık çabalarının sivil alanda yeşertilmesi, güçlendirilmesi noktasındaydı. Ümmet coğrafyasında Batıcı vesayet, İslami uyanış ve bilinçlenme sürecini engellemek için kurumlaştırılmıştı. O zaman vesayete karşı çıkmanın dayandığı kitlesel dirilik, Batılı paradigmadan derin izler taşıyan liberal, ulusalcı, öykünmeci, ihaleci unsurlarla değil, 15 Temmuz Direnişi’ndeki gibi bedel ödemeye hazır ‘tekbirler’ ile temayüz eden ruhla mümkündür.

Benzer konular