Dünya siyasetine “ben ve ötekiler” diye bakan ABD, hegemonik gücüne güvenerek Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmeye kalkıştı; ama çok geçmeden; “ötekiler”in gücüyle tanıştı.
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yapılan oylamada, ABD’nin Güvenlik Konseyi’nde veto ettiği Kudüs tasarısı ABD’ye karşı ezici bir üstünlükle kabul edildi. 128 ülke kabul, 9 ülke ret, 35 ülke çekimser oy kullandı. Dünya, o gün, ABD’ye 128 tokat attı.
AMERİKA DİYE BİR YER YOK
Yapılan oylamada ABD ve İsrail’in yanı sıra çoğunu kimsenin duymadığı Palau, Guatemala, Togo, Nauru, Honduras, Marshall Adaları, Mikronezya ülkeleri ret oyu verdi.
Tabiri caiz ise, dünya, bu oylamayla “Filistin diye bir yer yok” diyen ABD’ye, bir bakıma “Amerika diye bir yer yok” demiş oldu. Üstelik bunu, ABD’nin ‘finansal yardımı keseriz’ gibi arsızca, küstahça tehditlerine rağmen söyledi.
BM’de alınan karar, bir bakıma “Amerika’nın yalnızlığının” tesciliydi.
Çok değil, daha birkaç yıl önce Türkiye’deki Amerikan muhibbi ve kökten batıcı çevreler, “Türkiye’nin yalnızlığı”ndan dem vuruyorlardı. Ancak o “yalnız ülke” dedikleri Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya 5’ten büyüktür” sözünü dünya gündemine taşımayı başardı. Erdoğan, ABD’nin Kudüs kararından kısa bir süre sonra, BM Genel Kurulu’nda oylanan Kudüs tasarısına öncülük ederek İslam ülkeleri başta olmak üzere, dünya kamuoyunu harekete geçirdi ve “Yalnız ülke: ABD” dedirtti.
TÜRKİYE’NİN KESİN ZAFERİ
“Türkiye eksen kayması yaşıyor” diyenler, bugünlerde ABD’nin eksen kayması yaşadığını, hatta dünyanın ekseninin artık ABD olmadığını anlamaya başladılar. Türkiye’nin tezleri, Türkiye’nin bölgesindeki dik duruşu kazandı, Amerika kaybetti. Yalnızlaşan ve hatta dünya siyasetinin ana yörüngesinin dışında kalan ABD ile İsrail oldu. Türkiye’nin Kudüs konusundaki ikna gücü, ABD’nin tehditleriyle sağlamaya çalıştığı ikna gücünden çok daha yüksekti.
BM’deki oylama Türkiye ile ABD-İsrail arasındaki bir uluslararası siyaset savaşıydı ve bu savaş Türkiye’nin kesin zaferiyle sonuçlandı.
BM’deki oylamada bir kez daha görüldü ki, ABD’nin ikna ve yaptırım gücü, uluslararası itibarı Soğuk Savaş döneminin çok gerisinde.
DEVLETLER DE ÖLÜR
Bütün bunlar akla “Amerikan İmparatorluğu çöküyor mu?” sorusunu getiriyor. Güce tapanlar ve yeni bir dünya fikri konusunda zihnini korkak alıştıranlar, bu fikre elbette soğuk bakıyorlar. Ancak unutulmamalı ki, devletler ya da imparatorluklar tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler.
Tarih, aynı zamanda uygarlıklar ve devletler mezarlığıdır.
Bir zamanlar İspanyol Altın Çağı denilen bir çağ vardı, koca bir kıtanın altınlarını, zümrütlerini, kültürünü yağmaladığı bir çağdı altın çağ dedikleri. Gasp ettikleri o altınlarla birlikte güçleri de eriyip gitti.
Bir zamanların denizaşırı güçleri olan Hollanda ve Portekiz sıradan Avrupa ülkelerine dönüştü.
Üzerinde güneş batmayan imparatorluk olarak bilinen Britanya İmparatorluğu, sessiz sedasız şaşalı dönemlerine set çekti.
Çözülme veya çöküş, yükselişten çok daha hızlı gerçekleşir. Berlin Duvarı’nın yıkılışından bir gün önce hiçbir emare yoktu ama o duvar ansızın yıkıldı. Bu, Doğu Avrupa’daki komünizmin sonu oldu. Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla, Doğu Blok’u da domino taşları gibi ardı ardına yıkılıverdi.
RUSYA’DAN SONRA SIRA AMERİKA’DA
1970’lerde petrol fiyatları yükseldiğinde, krizden en çok Sovyetler Birliği etkilenmişti. Ancak, Sovyetler Birliği, bunu ciddi bir sorun olarak algılamadı. Çünkü Sovyetlerin nükleer kapasitesi o günlerde ABD’den fazlaydı. Üstelik Vietnam’dan Küba’ya ve Nikaragua’ya kadar “üçüncü dünya devletleri” denilen ülkelerin çoğu Sovyet yanlısıydı. Mihail Gorbaçov göreve geldiğinde ciddiye alınmayan ya da sağlıklı okunamayan derin bunalım ortaya çıktı ve önce Doğu Avrupa, hemen ardından Sovyetler Birliği çöktü.
Şimdi sıra ABD’nin… Amerikan Yüzyılı denilen şey de geri çekilmek üzere…
Artık Amerikan büyüsü değil, o büyüyü dağıtan “Büyüsü bozulmuş dünya” var. Bu büyüsü bozulmuş dünya içinde artık yeni bir tarih ve o tarihi şekillendiren yeni özneler var.
Evet, ABD birçok açıdan hâlâ muazzam bir güce sahip. Ancak, “gücünün sınırlarına ulaştığı, duraklama dönemine girdiği ve gerilemeye başladığı” konusunda geniş bir konsensüs var. Bu yöndeki görüşleri bilhassa Amerikalı akademisyen ve yazarlar dile getiriyor.
DURAKLAMA DÖNEMİ
Aslında olup biteni “ABD’nin çöküşü” değil gerileyişi veya “diğerlerinin yükselişi” olarak okumak da mümkün. Bu görüşü destekleyen ekonomik veriler de mevcut.
Son 10 yıl boyunca Çin yüzde 156, Hindistan yüzde 129, Endonezya yüzde 101, Nijerya yüzde 88, Türkiye yüzde 85 büyürken, ABD yüzde 33 ile bu listede Suudi Arabistan, Avustralya, İran, Güney Afrika, Kanada ve Brezilya’nın ardından ancak on ikinci sırada yer alıyor (Kaynak: The Spectator Index). Listeye bakınca, Asya ülkelerinin yükseliş, Batılı devletlerin duraklama dönemini yaşadıkları açıkça görülüyor.
ABD “dünyanın jandarması” vasfını da yitiriyor. Yaklaşık 250 bin Amerikan askeri, dünyanın çeşitli bölgelerinde görev yapıyor ki bu rakam Amerikan ordusunun dörtte birine tekabül ediyor. Fakat bu devasa ordu bile Amerikan gücünün düşüşünü engelleyemiyor. Hatta bu devasa ordu, Amerikan gücünün sönümlenişinin nedenlerinden biri…
ÖDENEMEYEN DIŞ BORÇ
ABD sahip olduğu gücü taşımakta zorlanıyor. Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinden bu yana aktif olarak 172 ayrı bölgede 240 binden fazla personeli ile 16 yıldır savaşların içerisinde yer alan ABD, 2016 verilerine göre 611 milyar dolar askeri harcama yapmış. Aynı yıl dünya genelinde 1 trilyon 686 milyar dolar dolarlık bir askeri harcama yapılmış. Yani, dünya genelinde yapılan askeri harcamaların yüzde 36’sı sadece ABD’nin yaptığı askeri harcamalardan oluşuyor. ABD, kendisinden sonraki 8 ülkenin toplamından daha fazla askeri harcama yapmış. 2017-2018 dönemi için 700 milyar dolarlık bir askeri harcama bütçesi onaylandı. Süper güç olarak görünen bu durumun asıl adı askeri obezlik ve sürdürülebilir değil.
Zaten 20 trilyon dolar dış borcu var ABD’nin. Donald Trump, “Arapların parası çok, bu borcu onlara ödeteceğim” dese de, askeri gücünü kullanarak başka ülkelerin zenginlikleri üzerine çöreklense de ve yeni bölgesel krizler inşa ederek çeşitli ülkelere silah satışı gerçekleştirse de bu borcu kapatması mümkün görünmüyor.
Keza, onca silahlanmaya, onca askeri yayılmaya karşın Çin gibi güçlü bir rakibi durdurma konusunda aciz ABD.
ABD’nin gücü mü geriliyor yoksa başka güçler mi ABD’ye yetişiyor, bu ayrı bir tartışma konusu. Ancak Kuzey Kore krizinin işaret ettiği gibi, ABD kafa tutulamaz bir ülke olmaktan çıktı.
ÇÖKÜŞ IRAK İŞGALİYLE BAŞLADI
Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş’ta önde olduğunu göstermek için Afganistan’ı işgal etmiş ama bu girişimi hüsranla sonuçlanmıştı. Ve dünya Afganistan savaşıyla birlikte Sovyetler’in yenilmez bir rakip olmadığını görmüştü.
Benzer şekilde, Amerikan İmparatorluğu’nun çöküşünün 2003 yılındaki Irak’ın işgaliyle başladığını ve gelecek kuşakların Amerika’nın çöküşünün başlangıcı olarak Irak savaşını işaret edeceğini söyleyenler de var. ABD de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra girdiği birçok savaşta yenilmez olmadığını ya da her savaşı kazanamayacağını göstermiş oldu. Kore, Vietnam, Irak bunun örneklerinden.
Bu nedenle, ABD’nin dünya üzerinde kurduğu korku imparatorluğu bir işe yaramıyor artık.
Birçok ülke “Amerikofobi”sini yendi, yeniyor. BM Genel Kurulu’ndaki oylama, Amerika’nın karizmasının çizildiği ilk olay değil.
ABD, eskiden dünyada kendisine kafa tutabilecek bir güç olduğunu düşünemezdi. Artık sadece rakiplerine değil, müttefiklerine bile söz geçiremiyor.
MÜTTEFİKLERİ TEHDİT OLARAK GÖRÜYOR
Bunun en cüretkar örneklerinden birini, Obama’nın son döneminde Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte’nin, son döneminde Obama’ya yönelik olarak sarfettiği “O….. çocuğu” demesiyle görmüştük. Normal şartlar altında Çin ile Filipinler arasında toprak anlaşmazlığı bulunurken, Duterte’nin ülkenin en yakın müttefiki ABD ile yakın ilişkiler kurması daha olağan olurdu. Ancak öyle olmadı. Duterte, ülkesinde uyuşturucu satıcılarını öldürmemesi gerektiğini söyleyen Obama’ya sert çıktı. Duterte Donald Trump için de “bağnaz biri” dedi. Denilebilir ki, Duterte ağzı bozuk biri ve Obama’dan Papa’ya kadar herkese küfrediyor.
Ancak bir başka gerçek daha var: Güncel bir araştırmaya göre, ABD’yi tehdit olarak gören ülkelerin başında, en yakın müttefikleri geliyor. Bunların başında da Türkiye var. Türkiye, özellikle 15 Temmuz’da darbe girişiminden itibaren ABD ile ciddi bir gerilim yaşıyor. ABD’nin Türkiye üzerindeki yaptırım gücü neredeyse sıfırlanmış durumda. FETÖ olaylarında, ABD’nin İran’a tek taraflı olarak uyguladığı ambargodan FETÖ’ye ve Rusya’dan S-400 silahlarının alınmasına, vize krizine ve son olarak Kudüs kararına kadar hemen her olayda ABD ile sürtüşme yaşıyor. ABD’nin sözünden dışarı çıkmayan Eski Türkiye’nin yerinde yeller esiyor, artık ABD’ye rağmen dünya siyasetinde söz sahibi olan bir Yeni Türkiye var; bu, hem Türkiye hem de ABD için alışıldık bir durum değil. Dengeler büsbütün değişti.
ABD’nin komşusu Meksika için de durum aynı… Trump’ın hem seçim kampanyasında, hem de başkanlık koltuğuna oturur oturmaz söylediği, “Meksika sınırına inşa edeceğimiz duvarın parasını Meksika’ya ödeteceğiz” demesinden hemen sonra, Meksika Devlet Başkanı “biz ödemeyeceğiz” diyerek net bir tavır gösterdi.
ASYA’DA ÇARESİZ ORTADOĞU’DA SIKINTIDA
ABD’nin yakın müttefikleri, ABD’ye güçleri ölçüsünde direniyor. ABD, müttefiklerine söz geçiremez duruma gelmeye başladı. Düşman ya da rakip olarak gördüğü ülkeler ise ABD’ye karşı daha sert tedbirler alıyorlar. Bunlar, ABD’nin gücünün tükenişiyle ve güvenilmez bir ortak olduğu fikrinin pekişmesinden kaynaklanıyor.
Meksika, sınıra örülecek duvar konusunda; Filipinler, uyuşturucu satıcılarını ortadan kaldırma konusunda; Venezuela Bolivarcılık ya da Chavezcilik konusunda ve elbette kendi petrol kaynaklarını Amerikan şirketlerine yem etmeme ısrarıyla; Kuzey Kore, nükleer silah denemeleri yapma konusunda; Çin ve Rusya ABD’yi bölgesine sokmama ısrarıyla, Türkiye içerideki Amerikan muhibbi darbeseverleri ve bölgesindeki PKK/YPG unsurları temizleme konusunda, hatta S-400’ler, insansız hava araçları üretme ve benzeri pek çok konuda Amerika’ya kafa tutuyor.
ABD Asya’da çaresizlik içinde kıvranıyor, Ortadoğu’da istediğini almakta zorlanıyor, hatta elindekileri kaybediyor. Irak uzun yıllar Amerikan’ın hâkim olduğu bir bölgeydi, 11 Eylül’den sonra zorbalıkla girdiği Irak’ı kendi elleriyle İran’a teslim etti adeta. Suriye’de teröristlerle müttefikliği de kâr etmiyor. Onlarca ülkeye uyguladığı vize yasakları gibi saçma sapan yaptırımları da cılız kalıyor.
Körfez’de kriz çıkartıp körfez sermayesine konmaya çalışması, Uzak Asya’da Kuzey Kore’yle didişmesi, Rusya’yla gerginliği yükseltmesi, Çin’le atışması, Doğu Akdeniz’de Suriye içinde varlık göstermeye çalışması, Latin Amerika’da Küba, Venezuela ve Meksika üzerinde söz sahibi olmaya çabalaması…
ULUSAL GÜVENLİK STRATEJİSİ BİR GÖSTERGE
Bütün bu agresyon kaybolan gücünü telafi etmek için yapılan çırpınışlar…
Keza, dünyanın süper gücü bile olsanız, bu kadar cephede çarpışamazsınız. Dolayısıyla ABD’nin açmak üzere gibi göründüğü bu cepheler gerçek cepheler değil, blöf cepheler. Ancak bu kadar bağırdıktan sonra söz konusu bölgelerde etkisiz eleman gibi kaldığını görmek, yani yenildiğini izlemek blöf sayılmayacak. Amerikan gücünün tükenmekte olduğunun tescili olarak kabul edilecek. Ve bu durum, Rusya, Çin, Hindistan gibi yükselen güçler için olduğu kadar, orta çaplı güçler için de cesaret verici bir ilham kaynağı olacak.
Çin zaten şu anda ekonomik olarak ABD’yi dengelemiş durumda. Ve ABD’yi aşacak şekilde, istikrarlı büyümeye devam ediyor.
ABD yönetimi de bu durumun farkında. Geçtiğimiz günlerde “Önce ABD” başlıklı yeni bir güvenlik stratejisi açıklandı. Trump açıkladığı ulusal güvenlik stratejisini şu dört temele dayandırdı:
Yeni strateji belgemiz önceliği sınırlarımızın güvenliğine verecek.
Stratejimizde ikinci temel prensip Amerika’nın refahını korumak ve güçlendirmek olacak.
Stratejimizin üçüncü temel noktası barışı güçle korumak.
Stratejimizin bir diğer ayağı da tüm dünyada Amerika’nın etkinliğini, gücünü arttırmak.
RUSYA VE ÇİN’İN YÜKSELİŞİNİ KABULLENDİ
Bu dört temelin Amerikan emperyalizminin bir yansıması olduğuna kuşku yok. Ancak, belgede asıl dikkat çeken, ABD’nin Rusya ve Çin’in yükselişini kabullenmiş olması ve bu ülkeyi “Amerikan etkisine, değerlerine ve zenginliğine meydan okuyan rakipler” olarak işaret ediyor olması. Söz konusu belgede mezkûr iki ülke için şöyle deniliyor:
“ABD’nin güvenliğini ve gelişimini sarsmaya çalışıyorlar. Askeri güçlerini artırıyorlar, bilgi ve dataları kontrol altına alarak kendi halklarını baskı altında tutuyor, etkilerini artırıyorlar. Rusya elde ettiği bilgileri dünyanın farklı birçok bölgesindeki toplumların görüşlerini etkilemek amacıyla siber saldırılara dönüştürüyor. Rusya’nın bu etki çabaları korkak istihbaratı operasyonlara dönüşüyor ve devlet destekli medya ile sahte online karakterler, üçüncü parti arabulucular, paralı sosyal medya kullanıcıları ya da troller oluşturuyorlar.”
Bu tespitler bir bakıma, ABD yönetiminin de “çöküşü ya da gerileyişi” kabullendiğine işaret.
ABD, sadece askeri ve ekonomik açıdan değil, entelektüel bakımdan da geriliyor. OECD gibi kuruluşların 15 yaş üzerinde yaptığı araştırmalara göre Şanghay öğrencileri matematik, fen ve okur-yazarlık alanlarında bir numara oldular. Bu gençler 15 yıl sonra 30’lu yaşlarına gelecekler ve geleceğin en değerli bilim insanları ve mühendisleri olacaklar. 2030’larda Şanghay’ın ekonomik gücüyle bu entelektüel altyapısı birleşecek, askeri teknolojisi de birleşecek… İşte o zaman, ABD’nin korktuğu yegâne şey Kuzey Kore’nin binlerce kilometre menzile sahip füzeleri olmayacak, çok daha büyük bir güçle, çok daha büyük bir belayla, çok daha süper güçlü düşmanıyla yüzleşmek zorunda kalacak. ABD’nin besin zincirinin en üstünde yer aldığı dönemler geride kalmak üzere… Sonuç olarak ABD ya bir zamanların Britanya İmparatorluğu gibi sessiz sedasız yerini bu güçlere devredecek ya da çarpışarak ölecek!
Geleceğin dünyası Amerika’nın gölgesinden korkanların değil, gölge etme başka ihsan istemem diye cesurca karşı koyanların dünyası olacak. Yeni Cesur Dünya geliyor. Yeni bir dünya doğuyor; güç dengeleri değişiyor, ABD tarih sahnesinden çekiliyor. Ne zaman? Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.