Güllü Yasin’le başladık İslami uyanışla bitirdik

Bizde İslami yayıncılığın Sırâtımüstakim ve ardından Sebülirreşad dergileriyle başladığını söylesek yanlış olmaz. İstanbul’da çıkarılan gazete, Anadolu’nun birçok bölgesinde de yayınlanıyordu ve Rusya, Hindistan ve Ortadoğu Müslümanlarının da takip ettiği bir dergi olmuştu. Cumhuriyet’in ilanından sonra ise gerek ulus devletin baskı politikaları gerekse inkılaplar nedeniyle İslami yayıncılık mümkün olmadı. Ancak 1950’li yıllarda nispeten oluşan özgürlük ortamı bazı açılımlara da imkan sağladı. Bu tarihten sonra 10 yılda bir gerçekleştirilen darbelerin arasında mümkün olduğu kadar yapılan yayıncılık faaliyetleriyle ilerlenmeye çalışıldı. 60-70’li yıllarda İslam coğrafyasından yapılan tercümeler, Cumhuriyetle birlikte bıçakla kesilmiş gibi biten İslam ülkeleri ile bağların yeniden kurulmasına ve İslam’ın sadece ritüelleri düzenleyen bir din olmadığının anlaşılmasına sebep oldu. 80 darbesi sonrası ise İslami yayıncılığın altın çağı olarak nitelendiriliyor. Bu dönemde yayıncılık yapan isimlerle yayıncılık maceramızı, özellikle 80 sonrasını mercek altına alarak konuştuk.

Yayıncılık ihtiyaçtan doğdu

Pınar Yayınları’nın kurucusu Cevat Özkaya bizim geleneğimizde yayıncılığın sektörel bir faaliyet olarak başlamaktan ziyade bir ihtiyacın karşılığı olarak ortaya çıktığını ifade ediyor. Cumhuriyet sonrası Müslümanların hem siyasal hem kültürel iktidardan uzaklaştırıldığını anlatan Özkaya, insanların ihtiyaçları olan dini bilgilere ulaşabilmeleri için, 60 ihtilalinin akabinde yapılan yeni anayasanın açtığı nispi özgürlük alanının değerlendirilerek yayıncılık sektörüne girildiğini söylüyor. Özkaya, “Diğer yayıncılar bu özgürlük alanını zaten genişçe kullanıyordu ve kurumsallaşmış vaziyetteydiler. Tanzimat’tan bu yana ‘yeni insan yetiştirme’ devletin önemli bir derdi oldu. Cumhuriyet’e kadar da, sonrasında da bu böyleydi. Bu insanlar finanse edildi, üniversitelerle, akademiyle desteklendiler. Müslüman kesim ise hem siyasal iktidardan hem kültürel iktidardan dışlanmış, Osmanlı devletinin parçalanması da onların üzerine yıkılmıştı. Dolayısıyla bir dönem çocuklarını üniversiteye bile göndermiyorlardı çünkü Müslümanlıkları sıkıntıya giriyordu. Önce ilmihal yayıncılığı ile bir takım zaruri bilgilerin öğretildiği, bana göre öyle değil ama genelde biraz küçümsenerek bahsedilen, Beyaz Saray yayıncılığı başladı. Çünkü öyle bir ihtiyaç vardı. Üniversiteleşme süreci artıp bir üniversite nesli meydana gelmeye başlayınca, dünyayı da tanıyan ama dini literatürden de haberi olan bir nesli besleyebilmek gerekiyordu. Buna paralel olarak yayınevleri çıkmaya başladı. 60’lı yılların sonuyla 70’li yılların sonları arasında yayın yapan Yağmur Yayınevi, Beyaz Saray yayıncılığı dışında bir yayıncılık yapmaya çalıştı. Ali Fuat Başgil’in kitaplarını yayınladı” diyor.

Pazar yerlerinde 32 Farz satılırdı

Uzun yıllar yayıncılık da yapan yazar Abdurrahman Dilipak, 1946 sonrası İslami yayınlarda bir kıpırdanma olduğunu ama fazla bir hareket gözükmediğini anlatıyor. 50 sonrası Pazar yerlerinde 32 Farz gibi kitapların satılmaya başladığını anlatan Dilipak, “Kan kalesi cengi türünden şeyler satılıyordu. 60’da bir kırılma yaşandı ama sonrasında ciddi bir hareketlenme oldu. MNP’nin kurulma sürecinde ciddi bir tercüme faaliyeti de söz konusu. Mevdudi, Seyyit Kutup, Abdulkadir Ûdeh, Muhammed Hamidullah gibi yazarların eserleri tercüme edildi. Risale-i Nur, Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil, Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl gibi isimleri de saymak lazım. 70’de tekrar bir kırılma yaşandı. CHP-MSP koalisyonu ile yeniden bir canlanma oldu. 78 sonrasında birçok dergi ve gazete yayınlanıyordu, kaset ve video yayınları vardı. Açık bir İran etkisi görülüyordu. 1980’de yeniden bir kırılma yaşandı. Hasan Aksay ile birlikte yeniden yayıncılık faaliyetlerine başladık. Ama sürekli davalar açılıyordu. Sansür uygulanıyordu. Çocuk kitapları bile dava konusu yapılıyordu” diyor.

Tam toparlandık 80 ihtilali oldu

Başta sadece var olan dini telakkilere katkıda bulunmak konusunda neşriyat yapıldığını anlatan Yöneliş Yayınları kurucusu Hamza Türkmen, bu yayıncılığın merkezinin Beyaz Saray olduğunu söylüyor. Sırâtımüstakim, Sebülirrreşad dönemindeki ümmeti yeniden uyandırma, yahut Said Halim Paşa’nın halkı yeniden İslamlaştırma kaygısı çerçevesinde, ıslah temelli, evrensel söyleme yatkın yayıncılığın 1957 yılında kurulan Hilal Yayınları ile başladığını ifade eden Türkmen, “Bu yayınevinin yayınladığı kitaplar sayesinde tamamen ilişkimizin kesildiği İslam dünyasıyla 60’lı yıllarda kısmen irtibat kurduk. Mevdudi’yi, Muhammed Hamidullah’ı, Seyyid Kutub’u bu vasıtayla tanıdık. Çünkü Sırâtımüstakim, Sebülirrreşad çizgisi yeni Kemalist, İttihatçı, Türkçü kadrolar tarafından tamamen tasfiye edilmişti. Biz ancak 60’lı yıllarda Hilal Yayınları, 70’li yıllarda da düşünce aylık dergi yayınları gibi yayınlarla o çizgiyi kısmen yakalamıştık ki 80 ihtilali oldu” sözleriyle ortamı özetliyor.

Kitaplar yeniden yakıldı

Kah darbelerle kesintiye uğrayan kah yeniden toparlanan İslami yayıncılık 80 darbesi ile yeniden bir akamete uğradı. Darbe sonrası kovuşturmalar DGM’lerde davalar sürdü. Dünya Yayınları kurucusu İlyas Dönmez, kitapların ve dergilerin saklanıp yakıldığı bir dönem geçirdiklerini, tekrar toparlanmanın yaklaşık 5 sene sürdüğünü anlatıyor. İz Yayıncılık’ın kurucusu Mehmet Kahraman da sıkıyönetim yasakları ve baskılarının her kesim üzerinde olduğunu, herkesin evlerindeki çok masum kitapları bile yaktığını anlatıyor. 1980 ihtilali yapıldığında Milli Eğitim’de görev yapan Hamza Türkmen, “Devlet, evrensel Kur’an bütünlüğünde hayatı yorumlayacak İslami yayınları ‘kökü dışarıda’ olarak nitelendiriyordu. Ama klasik, mezhebi milli dindarlık düzeyindeki yayın faaliyeti herhangi bir engelle karşılaşmıyordu. Bir dünya görüşü olarak İslam’ı algılama ve hayatı, çağı cevaplama doğrultusundaki yayınlar bir nevi 12 Eylül darbesinde takibata uğradı. Ancak 80’lerin ortalarından sonra bu tip çabalar ön plana çıktı. Yaşar Kaplan, Demokrasi Risalesi nedeniyle tutuklandı, içeri atıldı. Bu anlamda İslami perspektifle yayın yapan kuruluşlar hemen takibata uğruyor, yazar ve çevirmenlerine dava açılıyordu. Buna rağmen 85’li yıllardan sonra açılımlar oldu” diyor. Pınar ve Fecr yayınlarının kurucusu Ömer Faruk Köse, darbe sonrası Seyyid Kutup, Muhammed Kutup gibi yazarların kitaplarının susturulmaya çalışıldığını ifade ediyor. Köse, “Fikri hayatın yeniden canlandırılması için yayıncılığa ihtiyaç vardı. 1982- 83’lü yıllarda DGM’lerde davalar devam ediyordu. O yıllarda Pınar Yayınevi’ni kurduk. Kültürel hayatın merkezi İstanbul olduğu için orada kurulmasının daha uygun olduğunu düşündük. Ankara’da da Pınar Kitabevi diye bir şubesini açtık. Yoldaki İşaretler kitabını yayınladık ve DGM’lik olduk. Bir arkadaşımız 3.5 yıl hapse mahkum oldu. Zor dönemlerdi.”

İhtilal İslami heyecanı öldüremedi

80 darbesi oldu ama ardından İslami kesimin toparlanması çok uzun sürmedi. Beyan Yayınları kurucusu Ali Kemal Temizer bu durumu dünya konjonktürüne bağlıyor. Darbenin olduğu 80’li yılların tüm dünyada İslam’ın çok uzun yıllar sonra ilk defa özgüvenini kazandığı, dünya siyasetinde etkin olmaya niyetlendiği bir dönemin de başlangıcı olduğunu söyleyen Temizer, “79’da hem İran’da bir devrim oldu hem Afganistan Ruslar tarafından işgal edildi. Afganistan işgaline karşı bütün dünyada tepki gösterilmesi Müslümanların duyarlılığını arttıran bir faktör oldu. Müslümanların dünyanın bir süper gücüne karşı verdikleri mücadelenin başarıyla sonuçlanmasından kaynaklanan bir özgüven doğdu. Ama aynı dönem Türkiye’de içinde İslamcıların da olduğu pek çok sivri çıkışın törpülendiği bir döneme denk geldi. Buna rağmen 80’li yıllar dünya konjonktürünün ülke konjonktürüne baskın olduğu bir dönemdir. Yani ihtilal Türkiye’deki İslami uyanışı, direnişi, heyecanı öldüremedi, baskılayamadı. 2-3 yıla yakın bir suskunluk döneminden sonra İslami duyarlılığın en diri olduğu süreç başladı ve tahmin ediyorum 90’a kadar sürdü. Yani bizim kültürel, fikri yayıncılık olarak en bereketli yıllarımız 80’le 90 yılları arasıdır” diyor. Bu dönemde dünyanın her coğrafyasından İslam’a ait bir uyanış, bir hareketlenme, bir diriliş olduğunu anlatan Temizer, Suriye’de Hama olaylarında bastırılan Müslüman Kardeşler’in, Mısır’da yine Müslüman Kardeşler’in direnişi, Cezayir’deki hareketlenmenin bizim ülkemizde yayıncılığa etkili olduğunu söylüyor.

Mehmet Kahraman bu toparlanışta dünyadaki gelişmelerin yanı sıra ülkedeki siyasi gelişmelerin de katkısı olduğunu ifade ediyor: “Bir tarafta İran Devrimi, bir tarafta da İran Devrimi’ne karşı Suudi Arabistan kaynaklı rabıta faaliyetleri çeşitli İslami yayın kuruluşlarının ve yayınevlerinin finansmanında önemli bir etken oldu. Dolayısıyla toparlanma daha hızlı sürdü. Kurumsallaşma ve yayınevi faaliyetleri çok hızlı devreye girdi. İleriki aşamalarda anayasa referandumu sırasında anayasada zorunlu din dersi konması gibi sebepler İslami yayınevi faaliyetlerini daha da hızlandırdı. Bir taraftan o dönemdeki hükümetler üzerindeki İslami eğitimin PKK ve çeşitli yurt dışı bağlantılı akımlara karşı etkili olacağı zannı bürokraside büyük ölçüde yer kazandı. Bunun da büyük bir etkisi vardı.”

Oryantalizm neye lazım Güllü Yasin varken

Bu gibi etkenlerle yavaş yavaş toparlanan yayınevleri tekrar yayınlarına başladılar. Bu ortamda Pınar Yayınları’nı kuran Cevat Özkaya 80 sonrası yayıncılığı şöyle anlatıyor: “İran devrimi yeni olmuştu. Biz biraz gençliğin verdiği cesaretle, biraz da heyecanla ilk kitabımız Ayetullah Murteza Mutahhari’nin İslam Devrimi kitabını 5 bin bastık. Yarıdan fazlası iade geldi. Biz de inadına, nasılsa kaybedecek bir şeyimiz yok diye, ikinci olarak yine Ayetullah Mutahhari’nin bir kitabını bastık. Üçüncü kitabımız da Edward Said’in Oryantalizm kitabıydı. Eskiden internet yoktu. Yurt dışına gidenlerden kitap almak, bulmak lazımdı. Bizim camiada da dil bilenler azdı ve çok kıymetliydi. Oryantalizm çok önemli bir kitap, biraz tevafuken buldum. Biz o kitabı bastığımızda Cumhuriyet’te ‘Siz güllü Yasin falan basıyordunuz. Sizi ne ilgilendirir oryantalizm’ manasında bir yazı çıktı. Daha sonra Garaudy’nin kitaplarını bastık. O günlerin en çok satan, 60 bin tirajlı dergisi Nokta kapak yaptı. Hatta o dönemde Anavatan partili bir milletvekilinin profili nedir diye sorduklarında kütüphanelerinde mutlaka bir tane ‘İslam’ın Vadettikleri’ bulunur denirdi. Daha sonra üniversiteleşme oranı artınca, Müslüman camianın dünyayla temasları başlayınca bu istikametteki yayınevlerinin sayısı da artmaya başladı. İnsan, Beyan, Bir yayınları kuruldu. Daha sonra İz geldi. Bunlar hem dini kitaplar, hem de hayata ilişkin, hayata dokunan kitaplar yayınlayan yayınevleriydi. Büyük Doğu Yayınları, Sezai Karakoç’un tüm kitapları başlı başına önemliydi. Başta kitaplar hep tercüme eserlerdi ama yayınlayacak yayınevleri kurulunca insanlar kalem denemelerini, bir takım düşüncelerini, hem dergilerde, hem dergilerden sonra yayınevlerinde yayınlamaya başladılar. Yazar yayıncı ilişkisi bizde teşekkül etmeye başladı.

Seyyid Kutup’ların, Mevdudi’lerin, bütün İslam dünyasında bize yaptığı katkı, dini sadece ritüellerden ibaret sayan bir anlayıştan çıkıp aynı zamanda bir sosyal düzen olduğu, hayata dair bir yönü olduğu, bir yaşama biçimi olduğunu ortaya koymaları oldu. Müslüman dünyadan bu tür insanların kitaplarının tercümeleri bizim hayata başka şekilde bakmamızı sağlayan bir ufuk açtı”

Mühtedilerin eserleri çok okunuyordu

80 darbesi öncesi Düşünce Yayınları’nı çıkaran ancak darbe nedeniyle kapatmak zorunda kalan Ali Kemal Temizer, 82’de Beyan Yayınları’nı kurdu. Sürecin canlı tanıklarından biri olan Temizer, yayın piyasasını şöyle anlatıyor: “Pınar Yayınları 80 sonrası daha aktif yayın yaptı. Timaş Yayınları 82’de kurulmuştu, onlar da çok etkin bir yayın yaptılar. Fikir, İhya, Şura, çok önceden kurulmuş olan Hilal Yayınları vardı. Daha sonra Yöneliş Yayınları katıldı bu kervana. O dönemde İslam dünyasındaki bu fikri uyanışa, siyasi bilince katkı yapan hemen hemen bütün kitaplar yayınlanıyordu. İranlı düşünürlerin, Ali Şeriati’nin, Mutahhari’nin, Cezayir kökenli Malik bin Nebi’nin kitapları… Biz ağırlıklı olarak telif kitaplar yayınlayan bir yayıneviydik. Türkiye’de o dönemde gazeteci yazar olarak tanınan Abdurrahman Dilipak’ın, Ali Bulaç’ın, Fehmi Koru’nun kitaplarını yayınladık. Diğer yayıncı arkadaşlar da benzer yayınlar yaptılar. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün İslam coğrafyasında, İslami bilince katkı sağlayabilecek bütün yayınlar bulunup o dönemde yayınlandı. Çok dinamik bir yayın politikası vardı. O dönemde yeni bir damar daha ortaya çıktı. Ağırlıklı olarak Batı’daki mühtedilerin eserleri Garaudy, Maurice Bucaille ve daha sonra İslam’la şereflenmiş insanların hayatlarının anlatıldığı kitaplar yaygınlaştı. Malcom X bu sürecin çok önemli isimlerinden birisidir. İslam’a girdikten sonra dönüşümünü anlattığı, Köklerimiz adıyla tercüme edilmiş kitabı o dönemin etkin yayınlarından biriydi.”

Herkesin kaynağı ayrıydı

Abdurrahman Dilipak 80 sonrası yayınevi dediğimizde Yağmur, Otağ, Beyan, İşaret, Risale, Ferşat, Damla, Dergah, İnkılab, Bahar, Çağ, Çağrı, Çıdam, Çınar ve daha onlarca ismi saymanın mümkün olduğunu söylüyor. Ankara’da, İstanbul’da edebiyat dergileri olduğunu anlatan Dilipak, Sebil ve Büyükdoğu’yu anmadan geçmiyor. Dilipak, “Özal sonrası bir patlama yaşandı. Nurcular, Hilmi Işıkcılar, Nakşiler… Mesela İskenderpaşa’nın Seha isimli bir yayınevi vardı. 80 sonrası ciddi bir canlanma oldu. Dini gruplar ve edebiyat grupları kendi içlerinde toplandılar. Toker Yayınları, Tercüman Yayınları, Suudi etkisinde, İran etkisinde yayın faaliyetleri de vardı. Batı’dan İslam’la ilgili tercüme faaliyetleri, akademik yayınlar da kendini göstermeye başlamıştı. Kitap fuarları ve Diyanet’in Dini Yayınlar Fuarları da olumlu yönde bir etki yaptı bu yayın faaliyetlerine. Mesela Akçağ o dönemin önemli yayın evlerinden. Diyanet yayınları arttı. Türdav ciddi bir bibliyografya oluşturdu yayınları ile. Halk tipi, temel dini bilgiler, dua kitapları çok revaçta idi. Dergah, İz, Vakıfların yayınları da göze çarpıyordu.

Talep çok yüksekti. Bir kitabı birkaç kişi okurdu. Tartışılır, konuşulurdu. O neslin kimliğinin oluşmasında belirleyici bir role sahipti. Bir yandan da herkes kendi gençliğini muhafaza etmek için steril bir ortam oluşturmaya çalışıyordu. Herkes kendi çocuğuna, kadınına, gencine, esnafına uygun kitaplar yayınlıyordu. Yani ayrıştırıcı bir yönü de oldu. Selefi, Sufi, Şii, siyasi, entelektüel ayrı bir kaynaktan bilgileniyordu. Nurcusu, Süleymancısı, Nakşisi farklı kaynaklardan besleniyordu yani” diyor.

Aynı kitabı 3 yayınevi aynı anda tercüme etti

Yayınların bu ayrıştırıcı yönüne Mehmet Kahraman da dikkat çekiyor. 12 Eylül öncesinde Düşünce Dergisi ve onun etrafında bir yayın faaliyeti olduğunu söyleyen Kahraman, 12 Eylül sonrası bu çevredeki isimlerin İnsan Yayınları, Bir Yayınları hatta İşaret Yayınları gibi yayınevlerini kurduklarını anlatıyor. Kahraman o dönem yoğun faaliyetin yanı sıra bir karışıklık da olduğunu anlatıyor: “Bana göre bir kargaşa ve tercüme furyası hakimdi. İran’ın çok büyük etkisi vardı. Hatta oralarda çeşitli politik faaliyetler içinde bulunan insanların neredeyse seçim konuşmaları bile buralarda broşürler, kitaplar halinde yayınlanıyordu. Dolayısıyla dava kitapları diyebileceğimiz, insanlara belli bir hareket empoze edecek, eyleme geçirecek tarzda kitaplar, ilmihal türü kitaplardan daha fazlaydı. Siyasal İslam’ı öne çıkaran kitaplar diyebiliriz. Beri tarafta da daha muhafazakar kalıplar kendi yollarını yine sürdürüyorlardı. Onlar da kurumsallaşma sürecine girmişlerdi. Yeni Asya, Zafer gibi çeşitli Nurcu grupların fraksiyonları da örgütlenmişti. Onlarda biraz daha ibadet çerçevesinde, kendi tarikatlarının, sınırlarını belirleyen, onların ayrıcalıklarını ortaya koyan kitaplar ağırlık kazanmıştı. Ben 86 yılında Kitap dergisini çıkardım. Geniş kapsamlı bir dergiydi, orada birebir şahit oluyordum. Yayın sayısı çok hızlıydı ve herkesin bulunduğu konumu belirliyordu. Türkiye’de 80-90 arasını ve ondan öncesini daha çok cemaat kalıpları içinde bir okuma olarak görüyorum. Bir öğrencinin evine gittiğinizde hangi gruba intisap etmişse o grubun kitaplarının sıralanmış olduğunu görürdünüz. Entelektüel anlamda bahsettiğim radikal diyebileceğimiz kitaplardı ki, ben bir kitabın aynı anda 3 ayrı yayınevi tarafından farklı isimlerle yayınlandığına şahit oldum. O kadar büyük bir tercüme faaliyeti vardı ki 3 yayınevi birbirinden habersiz aynı kitabı tercüme ediyordu. Böyle bir hız vardı. Çünkü ne verirseniz piyasa kabul ediyordu. Aksiyoner kitaplar çok revaçtaydı”

Altın çağ yaşadık

Dünya Yayınları’nı 86 yılında kuran İlyas Dönmez, daha çok Seyyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati ekseninde kitaplar çıkardıklarını özellikle Fizilal´il Kur´an tefsiri üzerinde durduklarını söylüyor. Çeviri eserlerin yaygın olduğunu anlatan Dönmez, “Kitaba açlık vardı. Bu kitaplarla dünyayla irtibat kurduk. Türkiye içine kapanmıştı. Batı klasikleri dışında, MEB çevirileri dışında kitap yoktu. 1985-95 yılları arası adeta altın çağ oldu. Yoğun bir okuma, yoğun bir yayıncılık faaliyeti vardı. O dönemden sonra da böyle bir yoğunluk olmadı” diyor.

Mehmet Görmez öğrenciyken ders yapardık

70’li yıllarda yoğun olan İslam dünyasından telif eserlerin bizim için yeni bir pencere olduğunu ifade eden Ömer Faruk Köse, daha önce ilmihal düzeyinde bir iki tefsir dışında kitap olmadığını anlatıyor. Bu ihtiyaca binaen önce Pınar Yayınevi’nin kuruluşunda olan daha sonra Ankara’da Fecr Yayınevi’ni kuran Köse, “Kur’an’ın daha iyi anlaşılması, Peygamberin daha iyi tanınabilmesi ve tarihimizle bize ışık tutmuş büyüklerimizin eserlerinin tanınabilmesi ve bir de dış dünyadaki müelliflerin düşünürlerin kitaplarını yeni nesile taşımak amacıyla yayıncılık yaptık, hatta dergiler çıkardık. Bütün bunlar bize tarihten gelenek olarak intikal etmiş dini anlayışı, tasavvuf kökenli biraz Şia kökenli anlayışı sorgulamamıza neden oldu. Bunlar üzerinde ciddi anlamda hem kitap yayınladık hem de oluşturduğumuz gruplarla Kur’an okumalarına ağırlık verdik. Bugün belli entelektüel düzeydeki insanların bizim gençliğimize göre daha net bir Kur’an ve İslam anlayışına sahip olduğunu görüyorum. Bundan da mutluluk duyuyorum. İlahiyat fakülteleri üzerinde bile bizim yayınlarımız etkili oldu. Bugün önce gelen isimler öğrencilik yıllarında bizim yayınevlerine devam ediyorlardı. Hayri Kırbaşoğlu, İlhami Güler, Ömer Özsoy, Mehmet Görmez gibi isimler bizim yayın hayatımızdan büyük ölçüde etkilendiler. Onlarla zaman zaman beraber oturup hadis usulü, tefsir usulü dersleri yaptık. İslam’ın daha net daha sağlıklı anlaşılmasına katkıda bulunduğumuzu düşünüyorum” diyor.

Sol gençlik akımlarını dengelemiştik

Hamza Türkmen özellikle Bir, İnsan, Beyan, Pınar, Yöneliş, Fecr yayınlarının İslam’ı evrensel olarak algılayan, fikri, siyasi, sosyal, metodik kitapları yayınladıklarını anlatıyor. Bu boyutuyla çok canlı bir atmosfer olduğunu söyleyen Türkmen, “Yayınevleri o dönemde bir nevi vakıf gibi, bir kültür merkezi gibi işlev görüyordu. O dönemde kitapların baskı tirajı 3 bin, 5 bin civarındaydı. Çoğu kitap 2. baskısını hemen yapıyordu. Türkiye’de birçok şehirde onlarca kitabevlerine gidiyordu. Kitabevlerine gelen giden gençler çok büyük bir canlılık üretiyorlardı. Bu boyutuyla diyebilirim ki 1985-95 yılları arasında bu ivmenin de katkısıyla Türkiye’deki İslami uyanış, bilinçlenme sürecinin en canlı olduğu yıllardı. Biz üniversitelerde Boğaziçi’nden tutun ODTÜ’ye kadar sol, Kemalist, liberal gençlik akımlarını dengelemeye başlamıştık. Tabi bu canlılığı değerlendirmek, işlemek, organize etmek, akil adamları gerektiriyordu. Bu anlamda öncülük yapacak akil adamlarımız henüz oluşmamıştı. Yayınevleri aynı zamanda yeniden bir Said Halim Paşa’nın aradığı İslamlaşma doğrultusunda bir sinerji üretti. Burada okuyan araştıran tahkik eden gençler öbeklenmeye başladı. Buralarda yetişen gençler İslami dergiler çıkardılar. Özellikle 90’lı yıllarda yayınevlerinin sağladığı sinerji ve alt yapı sayesinde 100 çeşide yakın edebiyat dergisi çıktı. Büyük ölçüde gerek fikri, gerek siyasi, gerekse değişik alanlarda inceleme araştırma dergileri, ilim ve sanat dergileri yayınlandı. Bunlarla önemli bir canlılık, bir kalkınma, TC tarihinde olmadığı kadar bir canlılık düzeyi elde edildi. Fakat biraz aceleci duygular, iktidar merkezli duygular, bu kültürel zemine musallat oldu. Yanlış öncelikli hedefler dolayısıyla İslami gelişim bazı hayal kırıklıklarına uğradı ve zaten tam bu sırada oligarşik sistem 28 Şubat’ı örgütledi” diyor.

Yayınevleri birer kültür merkeziydi

80 sonrası yeniden canlanarak faaliyete geçen ve yayıncılığın altın yıllarını yaşadığı yayınevleri aynı zamanda birer kültür ocağı, sohbet ve toplanma mekanı olarak işlev görüyorlardı. Ali Kemal Temizer, Müslümanların 3. mekan ihtiyacını yayınevlerinin ve kitabevlerinin karşıladığını söylüyor. Temizer, “Anadolu’daki pek çok insan dünyada ne olup bittiğine dair bilgi edinmek, yorumlardan haberdar olmak, yeni çıkan yayınları takip etmek ihtiyacını yoğun olarak hissediyorlardı. İslam dünyasında belki muhtemelen 200 yıl sürmüş bir durgunluğun, hatta çöküşün ardından ilk defa 80’li yıllardan sonra İslam siyaset kültürü ön plana çıktı. Yeni devletler kuruldu ve Batı’ya onları bu hale düşüren güçlere karşı bir direniş ortaya çıktı. Bu İslam coğrafyasının pek çok yerindeki Müslümanları heyecanlandırdı. Ne oluyor, ne bitiyor, kim nerede, napıyor öğrenmek istedi insanlar. Bu bilgi ihtiyacı yaygın bilgi kanalı olmadığı için ancak birebir ilişkilerle olabiliyordu. Bunu da Anadolu’da kitapevleri, İstanbul’da yayınevlerinde buluyorlardı” sözleriyle anlatıyor. Mehmet Kahraman da o dönemin yayınevleri ve kitabevlerini “Çok çay içilen, sohbet edilen, insanların bir araya geldiği, sosyalleştiği, okuduğu kitaplardan çoğunu şifahi olarak öğrendiği, hatta hiç kitap okumadan çok kazanımlar elde ettiği bir eğitim yuvası” sözleriyle tanımlıyor.

Solcularla dertleşirdik

Cevat Özkaya o dönemde yayınevlerinin bilhassa Beyaz Saray’ın, İstanbul Üniversitesi’ne çok yakın olduğunu ve buralarda birbirine kurşun sıkacak kadar muhalif gözüken insanların oturup konuştuklarını anlatıyor. Özkaya, “Sol ve sağ arasında bir diyalog başlamıştı. Bu diyalog çok alt muhtevası olan işlenmiş bir diyalog olmaktan ziyade, aynı zalim tarafından yumruklanmış iki varlığı acının birleştirmesi şeklinde bir diyalogtu. 2-3 sene çok verimli geçti. Netice itibariyle tanımadığınızın düşmanı oluyorsunuz. Sol sağ yaklaşık 20 kişi bizim yayınevimize gelip otururdu. İnsanların birikimleri nispetinde birçok şeyin konuşulduğu, birçok hayalin kurulduğu, birçok öfkenin söylendiği kültürel bir ortamdı. Sadece kitap alınıp satılan bir yerin ötesindeydi. Ne yazık ki ancak 2-3 sene sürdü” diyor. Abdurrahman Dilipak yayınevlerinin STK’ların çok yaygınlaşmadığı bir zamanda STK gibi de bir işlev gördüğünü ifade ediyor. İhya, Seha gibi yayınevlerinin zaten daha çok dergah gibi sohbetlerin yapıldığı mekanlar olduğunu anlatan Dilipak, “Malatya bu açıdan Çekmegil’le birlikte farklı bir örnek oluşturdu. Mesela Vahdet Kitabevi’nden ayrılan Fidan Güngör Menzil Kitabevi’ni, Hüseyin Velioğlu’da İlim Kitabevi’ni açarak kendi gruplarını oluşturdular. Yayınevlerinin bu tür işlevleri de oldu” diyor. İlyas Dönmez yayınevleri ve kitabevlerinin toplanma ve buluşma yeri, bir iletişim noktası olarak kullanılma sebebini dönemin yasaklarına bağlıyor. Sistemin örgütlenme ile olan tavrına karşılık hem yayınevleri hem kitabevlerinin toplanma merkezi, gençliğin kültür alışverişi yaptığı bir yer olduğunu, çünkü amatör bir ruhla ve vakıf duygusuyla yapıldığını anlatıyor.

Benzer konular