Türkiye bir garip ülke. Sovyetler Birliği çökene dek bilhassa ilgilenen çok az bir kesim hariç hemen hiç kimse Türkistan dediğimiz büyük coğrafyadan ve oradaki Türk varlığından haberdar değildi. Evet, okulların duvarlarını Orta Asya’dan bütün dünyaya (!) yapılan göçün haritası süslüyor, tüm dünya dillerinin Orta Asya menşeli Türkçe’den türetildiği (!) bilimsel bir gerçek olarak takdim ediliyordu. Ancak halen orada yaşayan Türklerden nedense tek sayfa bahis geçmiyordu.
Coğrafya algısı da son derece yanlıştı. Orta Asya terimi de nereden çıkmıştı? Orası kadim ismiyle Türkistan’dı. Batısı Sovyet, doğusu Kızıl Çin işgalinde kocaman bir coğrafya. Bin yıl kadar önce Anadolu’ya doğru akarken veda ettiğimiz asıl vatanımız orasıydı. Okullarda uyduruk efsaneler yerine bu gerçeklerin öğretilmesi gerekmiyor muydu?
Milli eğitim ne kadar milli?
Evet, iktidara kim gelirse gelsin, zinhar milli olamayan bir “Milli Eğitim Bakanlığı”mız var. Bahsi geçen yanlışlar ne yazık ki büyük oranda günümüz için de geçerli. Bugün okul müfredatında hala “Türkistan” kelimesi yerine Anglo-Sakson zihniyetin Londra merkezli coğrafya anlayışına uygun şekilde üretilen Central Asia / Orta Asya kelimesi revaçta. Tıpkı Middle East / Ortadoğu kelimesinde olduğu gibi.
Hadi “Orta Asya” illetinden Türkistan diyerek kurtulabiliriz, acilen kurtulmalıyız da. Ancak Ortadoğu daha soğuk, daha müphem bir kelime. İran hariç neredeyse bir zamanların Osmanlı Asyası diyebileceğimiz bir coğrafya burası. Dolayısıyla en çok bizi ilgilendiriyor. Burayı kendimize göre tanımlamadığımız / kavramsallaştıramadığmız için Serdar Turgut gibilerin adım atmayı düşünmedikleri bir yeryüzü kıyısına dönüştüğünü görüyoruz. Bu aslında büyük bir sorun fakat kendi içinde tutarlı. Öyle ya, Bağdat’a İstanbul’dan, Ankara’dan değil de; Londra’dan, Washington’dan bakarsan mesafe ve yakınlık hissi elbette değişiyor.
Bugünlerde meselemiz Suriye. Ülkemizde yanlış eğitim-öğretimin neticesi olarak Suriye de bu mesafe hissiyatının kurbanı. Oysa 911 kilometrelik ortak sınır bizi birbirimize güçlü bir şekilde bağlıyor olmalıydı. Maalesef olamadı. 2011 yılından beri devam eden krizle birlikte 3,5 milyon Suriyeli kardeşimizi ağırladığmız şu günlerde bile İzmir’de, Samsun’da, Yozgat’ta oturan vatandaşımız için Suriye herşeye rağmen yine de uzak bir coğrafya.
Aynı tornanın defolu ürünleri
Evet, belki çoğumuz Serdar Turgut gibi “Haritada Suriye diye bir ülke olmasa da olur” kabilinden sözler etmiyoruz. Fakat neticede aynı tornanın defolu ürünleriyiz. Çocukluk yıllarından kaynaklanan yanlış algıları üç-beş senede telafi edebilmek maalesef hiç kolay değil.
Dürüst olalım, Suriye’den üç şehir say desen sayamayan insanların bir çırpıda Washington, New York ve Los Angeles diye ortalığı inleteceklerinden şüphesi olan var mı? Dedik ya, meseleye ve de mesafeye Anglo-Sakson gözüyle bakarsan Halep, Hama ve Şam sana Londra, Washington ve San Francisco’dan çok daha uzak görünür. Hoşumuza gitsin, gitmesin; gerek okul sıralarında gerekse kültürel etkileşim vasatında oluşan Türkiye gerçeği bu.
Türkiye böyle de, Suriye, Irak, Ürdün yahut Suudi Arabistan çok mu farklı? Bizi bilhassa coğrafya gerçekleri hakkında defolu hale getiren torna, orada da aynı işlevi maharetle yerine getirmiş durumda. Çünkü eğitim-öğretim işleri oralarda da en az bizdeki kadar gayrı milli.
Anadolu’dan çok daha önce Türk yurdu
Neyse, mevzuya gelelim ve şu gerçeği en başından ifade edelim. Türkler, bu coğrafyada en son Anadolu’ya ayak bastı. Nasıl, şaşırtıcı buldunuz değil mi? Birçoğumuzun “Ortadoğu bataklığı” olarak nitelediği coğrafya yok mu, hani İran, Irak, Suriye ve sair. Türklerin uzun süre hakimiyet kurduğu ve Anadolu’ya akarken üs niyetine kullandığı topraklar işte buraları. 1055 yılında Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, Bağdat’ı Şii istilasından kurtarıp halife ile buluştu ve “Dinin Koruyucusu” ünvanını aldı. Şii Fatimi hakimiyetine son veren Selçuklu devleti, coğrafyanın neredeyse tümünde Türk iskanına kapı araladı. Musul’dan Halep ve Antakya’ya doğru uzanan hat, yoğunluğu ile diğerlerinden ayrıldı. Bu hat “Türkmen kuşağı” olarak dikkat çekti. Selçuklu sonrası oluşan iktidar boşluğunda bölgede kurulan devletlerin neredeyse tamamının Türk olduğunu biliyoruz. Suriye Selçuklu Devleti, Musul Atabeyliği ve sonrasında hakimiyet kuran Zengiler ile Eyyübi hanedanları ya tamamen Türk idi, ya da dil ve kültür açısından Türkleşmiş isimlerden oluşuyordu. Göktürklerden sonra “Ed Devlet-üt Türkiye” tabiriyle kendisini Türk olarak tanımlayan ikinci devleti kuran Memluklar, Mısır ve Suriye havalisine yüz yıllarca hükmetti.
Hepimiz bu coğrafyanın çocuklarıyız
Esed rejiminin Bayırbucak bölgesindeki Türkmendağı’na yaptığı saldırılar olmasaydı Suriye’deki Türkmen varlığı ciddi bir şekilde kamuoyunun gündeminde yer bulamayacaktı. Oysa Bayırbucak buz dağının sadece görünen yüzü, Suriye’deki Türkmen gerçeğinin küçük bir kısmı. Bayırbucak’ta 70 civarında Türk köyü bulunuyor. Asıl yoğunluk ise Halep ve çevresinde. 1906’da yayınlanan Halep Vilayeti Salnamesi, günümüz Suriye coğrafyasında ne kadar Türk’ün yaşadığına dair ilginç veriler barındırıyor. Salnamede, Halep’te yer alan Türk mahallelerinin adları tek tek verilirken, Halep dışında 350 Türk köyünün varlığı dikkat çekiyor. Bundan yüz küsür yıl önce sadece Halep civarında 200 bin Türk’ün varlığı önemli bir tarihi gerçek olarak orta yerde duruyor.
Suriye’nin bugünkü yürek yakan manzarası, Türk kimliğini telaffuz etmeye çekinen, Kürtlere bir kimliği bile çok gören, Arapları birinci sınıf Nusayriler, ikinci sınıf Sünniler olarak kategorize eden Baas rejiminin eseri. Nitekim biz Türk Milli Eğitim (!) sisteminin yanlışlarını ortaya koyarken benzer bir tutumu takınmaktan şiddetle imtina ediyoruz. Türk derken kesinlikle Arap ve Kürt kardeşlerimize karşıt bir tavır takınmıyor, kimseyi mensup olduğu kavimden dolayı kınama/aşağılama cihetine gitmiyoruz. Fakat Türk kimliğinden, varlığından rahatsız olmayı kendilerine vazife edinenleri de açıkçası umursamıyoruz.
Hepimiz bu coğrafyanın çocuklarıyız. Dün hep birlikte bu coğrafyada yaşadık. Yarın yine bu coğrafyada yaşamaya devam edeceğiz. Dolayısıyla bugün akıllı davranmak, yarın ayağımıza dolanacak saçma sapan icraatlardan kaçınmak durumundayız. Emperyal aklın coğrafyayı etnik ve mezhep temelli birbirine kırdırma politikasından kendileri namına iktidar devşirmeye kalkanlar bu gerçeği istediği kadar görmezden gelebilir. Fakat gerçeklerin, umulmadık zamanlarda ortaya çıkıp bütün hesapları altüst etme gibi bir huyu vardır. Yalanlara sığınıp kısa vadeli başarılar peşinde koşmanın kimseye kazanç sağladığı görülmemiştir. Nitekim vaktiyle coğrafyada esip gürleyen diktatörlerin sonu ibret alınması gereken nice derslerle doludur.
Anadolu’ya açılan kapı: HALEP
Suriye’ye ilk Türk girişi Arap, Süryani ve Bizans kaynaklarınca Hicri 456/ Miladi 1063-1064 yılına tarihlenir. Bu tarihte Hanoğlu Harun isminde bir Türkmen beyinin önderlik ettiği bin kişilik Türkmen kitlesi Halep yöresine gelir. Halepli tarihçi İbnü’l-Adîm’in “Türklerin Suriye’ye ilk girişi” şeklinde ifade etmesi hadiseyi teyit eder. Arap kaynaklarında “İbn Hân” adıyla geçen bu Türk komutanı, Selçukluların hizmetine girip daha sonra Anadolu için savaşacaktır. Sultan Alp Arslan ise ‘Suriye’ye giren ilk Türk hükümdarı’ olarak bilinir. Fatimiler arasındaki iç çekişmeler nedeniyle Mısır fethine yönelen Alp Arslan önce Halep’i ele geçirmiş; daha sonra Bizans İmparatoru’nun ordusuyla geldiğini haber alıp Mısır’a gitmekten vazgeçerek Malazgirt’e yönelmiştir. Görüldüğü üzere Anadolu’nun fethi, Halep’ten hareket eden ordunun eseridir.
Özgül ağırlık kazanacak
Bu coğrafya, yeryüzünün mihenk taşıdır. Özgül ağırlığıyla var olamayan, gücünü haktan, hakikatten değil de başka cenahlardan devşirmeye kalkanlar bir süreliğine varlık belirtir gibi görünebilir. Bu görüntü çöldeki serap gibidir, fazla aldanmamak gerekir. Bu serap, bu yanılsama eninde sonunda silinmeye, tarihin dışına savrulmaya mahkumdur. Geride ibretlik hikayeler bırakıp yok olmak kaderidir.
Bir zamanlar Mısır başta olmak üzere Suriye’ye hükmeden, Sicilya’ya dek uzanan Fatimi devleti mevcuttu, hani nerede? Ardında ne bıraktı?
Haçlılar ile birlik olup coğrafyayı kan ve ateşe boğan, Alamut’ta boyundan büyük hayaller kuran Hasan Sabbah’tan geriye ne kaldı?
Ne hırstan gözü dönmüş çakma Çar Putin…
Ne mezhepçi İran’ın eli kanlı çetecileri…
Hiçbiri Suriye’de uzun müddet tutunamayacak.
Esed ile birlikte defolup gidecekler.
Coğrafyanın özgül ağırlığı…
Coğrafyanın çocukları yine galip gelecek.