Cami mimarisinde öze dönmek

Mimar Sinan’ın Selimiye Camiinden sonra Piyale Paşa Camii ile kendisinden sonra gelenlere vermek istediği mesajı, “yürüdüğünüz yolda vardığınız zirvede takılıp kalmayın, değerli öze dönerek yeniden yola koyulun, zirveye götüren yol tek olmadığı gibi, zirve de tek değildir” olarak anlamakta fayda var.

İslam’ın erken döneminde ilk mescit, toplu ibadet sırasında gölge elde etmek amacıyla, üzeri hurma ağacı dallarıyla örtülen, ibadete katılan cemaatin sayısı arttıkça, sıralar halinde genişletilen bir çardak dizisinden ibarettir. Sekizinci asra gelindiğinde mescidin, “mihrap”, “minber”, “vaaz kürsüsü”, “müezzin mahfili, “kadınlar mahfili, “hünkâr mahfili, “minare” gibi asli öğelerle mekânsal organizasyonu artık tanımlanmış durumdadır. Takip eden dönemde “dış avlu”, “son cemaat mahalli”, “şadırvan ve eyvan” gibi unsurların da eklenmesiyle cami bugünkü halini alır.
Arap yarımadası ve kuzey Afrika’da payeli camiler hızla yaygınlaşır. İnşa kolaylığı yanında, ihtiyaç halinde, kıble yönü dışında, yanlarda ve giriş tarafındaki duvarların dışa ötelenmesi suretiyle her üç yöne doğru genişleme imkânı da vermesi, bu cami tipolojisi ve türevlerinin farklı coğrafyalarda, farklı malzeme ve tekniklerle vücut bulmasına yol açar.
Osmanlı topraklarındaki payeli cami uygulamalarında, sonradan genişletme yaklaşımı tercih edilmez; yapı nihai haliyle inşa edilir. Osmanlı mimarisindeki son iki payeli cami örneğinden biri, Yıldırım Beyazıt’ın 1396 -1399 yılları arasında inşa ettirdiği, on iki adet kare kesitli paye tarafından taşınan yirmi kubbeli, ibadet alanının büyüklüğü açısından mimarlık tarihimizde birinci sırada yer alan Bursa Ulu Camii’dir. Diğeri ise, 1402 yılında temeli atılıp, 1413’te tamamlanan Edirne Ulu (Eski) Camii olmuştur. Eski Cami’de kubbe sayısı dokuza inmiştir. On beşinci asır başından itibaren giderek kubbe sayısı azalmış ve Osmanlı mimarlığında çok kubbeli “ulu cami” tipolojisi yerine, harim mekânının tek, büyük bir kubbe ile örtülmesi yaklaşımı ağırlık kazanmıştır.

SAFLAR GENİŞLEME İMKANI BULDU

Kökeninin on ikinci asır Artuklu dönemine dayandığı tahmin edilen bu eğilim, 1366 yılında Saruhanoğlu Beyliği’nde inşa edilen Manisa Ulu Camii’nde de mevcuttur. Enine dikdörtgen bir plana sahip camide, sekizgen ayak sistemi üzerine oturan büyük kubbe, ana harim bölümünü örter. Çatının kalan kısmı ise düzdür. Aynı yaklaşımın daha belirgin ve gelişmiş bir teknik çözümlemeyle hayata geçirildiği yapı ise, II. Murat tarafından 1437 -1447 yılları arasında inşa ettirilen Edirne Üç Şerefeli Camii’dir. Bu yapı, merkezi kubbe çözümlemesinin, ileride İstanbul’un fethi ile izleyeceği gelişmenin ilk belirgin işareti ve merkezi kubbe çözümlemesinde vücuda gelecek yeniliklerin habercisidir.
Enlemesine dikdörtgen harim bölümü, büyük ana kubbe ve yanlardaki daha küçük iki kubbe tarafından örtülmüştür. Ancak, harim bölümünde sadece iki adet taşıyıcı ayağa yer verilmiş; kubbeyi taşıyan altıgen kemer sisteminin dört köşesi beden duvarlarına bastırılmıştır. Bu şekilde, bir yandan namaz sırasında ihtiyaç duyulan, safların enine genişlemesine yönelik ihtiyaç çözümlenirken, diğer yandan da paye sayısı en aza indirilerek mekânsal süreklilik gerçekleştirilmiştir. Diğer bir deyişle, örtü katmanı ile taşıyıcı sistemin birbirine bağımlılığı neticesinde mekânın doğrudan belirlenmesi gibi bir zorunluluk aşılmıştır.

AYASOFYA’NIN YAPISINA DOKUNULMADI

İstanbul’un fethi sonrasında, kilise olarak asırlarca hizmet veren Ayasofya, Osmanlılarca hemen hiçbir köklü yapısal müdahalede bulunmaksızın, büyük bir saygı ile korunarak, camiye dönüştürülmüş, İslami esaslarla yönetilen devletin başkentinin övünç duyulan bir unsuru olarak benimsenmiştir.
Ancak bu durum, Hıristiyan inancının Ayasofya’nın tasarım kararlarına yansımalarıyla, bir İslam mabedinin sahip olması gereken özellikler arasındaki uyumsuzlukların fark edilmemiş olması anlamına da gelmiyordu. Ayasofya’daki bazilikal plan ile merkezi kubbeli planı bir araya getiren çözümlemesi Osmanlı mimarlarınca ilham verici bulunmakla birlikte, kilisenin öğeleri nef ve narteksin dışarıyla irtibatının bulunmaması, apsise doğru yönlenmeyi teşvik eden plan yapısının esas alınmış olması gibi temel çelişkilerin dikkatle not edilmiş olduğu kesindir. Fethi takiben Ayasofya’yı aşan bir İslam mabedi örneğinin vücuda getirilmesi için biraz daha zamana ihtiyaç vardı. Aradaki süreçte Fatih Camii, Beyazıt Camii ve Yavuz Sultan Selim Camii ile gereken deneyim kazanıldı. Bu yapıların her biri ayrı ayrı İslam inancının betimlediği ruh halinden neşet edecek mekânsal özellikleri taşıyan bir abidevilik çözümlemesinin peşindeydiler.

GÖNÜL AÇICI BİR CENNET

Mimar Sinan da, Ayasofya’dan alınacak ve alınmayacak olanları, aşılması gereken hususların neler olduğunu bilerek, tasarımlarında adım adım tüm imkânları araştırdı, değerlendirdi. İstanbul Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii bu hususu doğrudan, somut bir uygulamayla göz önüne sermesi bakımından son derece önemli ve değerlidir. Kılıç Ali Paşa Camii’nin plan organizasyonu, dolayısıyla örtü sistemi Ayasofya’yı tekrar etmekle birlikte, merkezi kubbe ve onu taşıyan kare tabanlı baldakenden [çardak] oluşan taşıyıcı sistemde zafiyete yol açılmaksızın, harim kısmı kıbleye paralel istikamette genişletilmiş, harim mekânı ibadet eden insanın göz seviyesinde sonsuza, dışa açılmıştır. İç mekân, Ayasofya’nın kasvetli ortamının aksine, neşeli, aydınlık, huzur dolu ve ferahtır.
Sinan, cami tasarımlarında farklı çözümlemeleri araştırmış, bulunduğu yeri değerlendiren kıymetli örnekler ortaya koymuştur. Sai Çelebi’nin kaleme aldığı Tezkiretü’l Bünyan’da Mimar Sinan’ın eseri Şehzade Mehmet Camii’nin kubbelerinden “güzellik denizinin kabarcıkları” şeklinde söz edilir; kemerler “renkli gökkuşağına” benzetilerek yapı “gönül açıcı sofaları esenlik veren birer mesire” yeri, bir “yüce cennet” olarak tanımlanır. Toplumun önemsediği büyüğe saygı kavramının önemine “iki minaresi, aydınlık gönüllü bir ihtiyarın önünde ayağa kalkmış, uzun boylu, yakışıklı gençler gibi, hizmete hazır beklemekteydi sanki” cümlesiyle dikkat çekilir. Süleymaniye Camii için “gönül açıcı bir yer, Cennet gibi” tanımlaması kullanılır. Osmanlılar, İstanbul’un fethinden sonra geçen iki asırlık sürede kendine has bir dini mimari dil oluşturmayı başarmıştır.

ZİRVE TEK DEĞİLDİR

Edirne Selimiye Camii ile merkezi kubbe çözümlemelerinde gelinecek son noktaya varan Mimar Sinan, İstanbul Piyale Paşa Camii’nde şaşırtıcı bir kararla, tekrar payeli cami çözümlemesini tercih eder. Gerekçe ne olursa olsun, Sinan gibi mimarideki en ufak ayrıntıya ait kararı verirken dahi kılı kırk yaran bir büyük mimarın, sudan sebeplerle bu kadar radikal bir dönüş yapması söz konusu olamaz. Üstadın Piyale Paşa Camii ile kendisinden sonra gelenlere vermek istediği mesajı, “yürüdüğünüz yolda vardığınız zirvede takılıp kalmayın, değerli öze dönerek yeniden yola koyulun, zirveye götüren yol tek olmadığı gibi, zirve de tek değildir” olarak anlamakta fayda var.
Yazıya, Ahmet Haşim’in dizeleriyle noktayı koyalım:
“Nasıl istersen öyle dinle, bakın:
Dalların zirvesindeyiz ancak,
Yarı yoldan ziyâde yerden uzak,
Yarı yoldan ziyâde mâha yakın.”

Benzer konular